11 Kas 2011

Her muhalif adaleti tadacak


Başlarken
Tam bir cadı kazanı kaynıyor Türkiye’de, özellikle de birkaç yıldır ateşi iyice harlandı. 
  • Bir yandan hükümeti yıkmak suçuyla generalinden gazetecisine yüzlerce kişi toplandı.
  • Diğer yandan “terör örgütü”suçlamasıyla halkın seçtiği belediye başkanları… 
  • Derken parasız eğitim isteyen öğrencilerin de “devleti yıkmaya” çalıştığı çıktı ortaya, sonra 
  • HES karşıtı gösteri düzenleyenlerin, kitap yazan, yayımlayanların, akademik araştırma yapanların… Bu kadar da değil, 
  • Yazdığı haberle devletin“güvenliği”ni sarsanını mı ararsınız, 
  • Yaptığı kitap listesiyle “terör” suçu işleyenini mi? 

Sonuç: Türkiye’de şu anda 66 gazeteci ve en az 500 öğrenci cezaevinde. Hâlâ pek çok gazeteci ve medya kuruluşu hakkında açılmış yaklaşık on bin soruşturma ve dava bulunuyor. 
  • KCK davasından 3868 kişi tutuklu yargılanıyor, 
  • Ergenekon nedeniyle 200’den fazla insan. Hem de aylardır, yıllardır cezaevindeler. Oysa anayasaya ve uluslararası anlaşmalara göre tutukluluk son çare olmalıydı ve suçu ispatlanana kadar herkes suçsuz sayılmalıydı. Bunlar söylendiğinde bahaneler hazır: İş yükü çok, delilleri karartabilirler… 
  • Oysa Deniz Feneri davasından yargılananların“suçsuz”luğunu hemen gördü hâkimler, 
  • Hizbullah’ın yönetici kadrosundan yargılanan kimse kalmadı cezaevinde... 

İktidara gelince; sonuçta yargı“bağımsız”dı, onlar ne yapabilirdi, böyle deyip çıktılar işin içinden. Ama ne gariptir ki, “bağımsız” mahkemeler hep muhalifleri yargılıyor. İşte, AP’nin 66 ülkedeki araştırmasını bu gözle okumak gerekiyor. Araştırmaya göre, 
  • 11 Eylül 2001’den bu yana tüm ülkelerde 119 bin 44 kişi tutuklanmış, 
  • 35 bin 117 kişi de “terörist” hükmü giymiş. 
  • Sıkı durun; bunların 12 bin 897’si Türkiye’de! 

Yani listenin birincisiyiz, bizi 7 bin kişiyle Çin izliyor. Sizce bir ülke bu kadar“terörist”yetiştiriyorsa, artık insanları bırakıp iktidara bakmak gerekmiyor mu? Konuyu, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Sosyolojisi ve Hukuk Felsefesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel, İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. psikoterapist Murat Paker, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Abbas Vali ve Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, gazeteciAhmet İnsel’le konuştuk. Avrupa Parlamenteri Jürgen Klute dışarıdan görüneni, mağdurları ise yaşadıklarını anlattı…
Prof. Dr. Kaboğlu: Siyasal davalar, düşünce özgürlüğü üzerine inşa ediliyor
Demokratik toplum dinamitleniyor
Söz önce hukukta; Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu yanıtlıyor...
- Bir yanda Ergenekon’da yargılanma sonucunu bekleyenler, diğer yanda parasız eğitim istediği için cezaevine atılan öğrenciler, haberleri, kitapları yüzünden yargılanan gazeteci ve yazarlar, KCK’den hâlâ yargılanması yapılmayanlar, HES karşıtı eylemlere katıldığı için cezalandırılanlar... Davaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu davalar kuşkusuz, birbirinden farklı. Ama ortak özellikleri var: İşlendiği iddia edilen suçların dayanağını oluşturan eylemlerin modern ceza hukukunda suç oluşturup oluşturmadığı konusunda ortak görüş yok. Çünkü bunlar, genellikle, “devletin güvenliğine aykırı suçlar” kategorisinde yer alıyor. Bu özelliğiyle daha çok siyasal niteliği ağır basan suçlar görünümünde. Türkiye’de suç sayılan bir eylem, başka devletin pozitif hukukunda suç sayılmayabilir. Bu davalarda ortak hukukun suç olarak nitelediği birçok fail olabilir; ama bu gerçek, genel tabloya ilişkin değerlendirmeyi değiştirmez. İkinci gözlemim şu: Siyasal nitelikteki davalar ile düşünce ve ifade özgürlüğü iç içe. Bu nedenle, adı geçen davalarda bir tür “düşünce suçu” zincirinden söz edebiliriz. Yani, sürekli fikir suçu yaratılıyor. Mesela, Prof. Türkan Saylan ile başlayan, parasız eğitim isteğiyle devam eden, Ahmet Şık ve Nedim Şener davalarıyla sürekli hale gelen, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu ve Ayşe Berktay ile yeniden güncelleşen aramalar, soruşturmalar, iddianameler, gözaltılar, tutuklamalar ve cezalandırmalar, bu dizide. Üçüncü nokta, HES davaları: HES inşaatları, yürürlükteki hukuk kurallarına aykırı olmakla sınırlı kalmıyor; yöre halkının ve doğanın yaşam mekânını da yok ediyor. Bu amaçla devlet, resmi görevlilerini halka karşı harekete geçiriyor. Halk ise, yaşam mekânını korumak için direnme hakkını kullanıyor. Sivil itaatsizlik temelinde kullanılan bu hak, direnme hakkına yeni boyutlar katacak...

Muhalifleri sindirme aracına dönüşen yargıç
- Bu çarpıklıklar hukukun yok sayılmasından mı, yasaların kendisinden mi kaynaklanıyor?
Hukuki bir yanıt vermek zor. Çünkü yasaları ve anayasayı çok eleştirdiğimiz halde, uygulamalar, sadece hukukun genel ilkelerine ve taraf olunan uluslararası metinlere değil, 1982 Anayasası’na da aykırı...
- Yani hâkimler anayasayı göz ardı ediyor... Daha çok hangi kanunlar yok sayılıyor?
Kuşkusuz, anayasanın iyileştirilmeye muhtaç birçok maddesi var. Fakat özellikle 2001 değişikliğiyle hak ve özgürlük güvenceleri arttırıldı. Bunlar dikkate alındığında, “aramalar, gözaltılar ve tutuklamalar” zincirini oluşturan, kolluk-savcılık ve yargıç işlemleri, anayasaya aykırı. Anayasaya aykırı birçok yasa yürürlükte; Terörle Mücadele Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Özel Yetkili Mahkemelere ilişkin kanun... Fakat bunlar ve diğerleri, anayasaya aykırı işlemleri haklı kılmaz; çünkü yargı organları, öncelikle anayasal hükümleri uygulamak durumundadır, anayasanın üstünlüğü gereği. Örneğin, mad. 138’e göre; “Hâkimler, anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.”
- Erdoğan’ın katıldığı Roman Çalıştayı’nda parasız eğitim pankartı açan öğrenciler için 15 yıla kadar hapis isteniyordu. Savcı, eylemin, anayasal hak olan düşünceyi açıklama özgürlüğü sınırları içinde olduğunu belirttiği halde mahkeme “kuvvetli suç şüphesi”gerekçesiyle iki tahliye talebini reddetti… 15 ay sonra çıkabildiler...
Bu davada “kuvvetli suç şüphesi” gerekçesi, hukuki dayanaktan yoksun. Çünkü eylem belli, eylemi yapan da. Bu eylem, ifade özgürlüğü çerçevesinde yer alıyor. Bunu cezai yaptırıma tabi tutmak ve eylemcileri aylarca özgürlüklerinden yoksun kılmak, insan haklarının ve demokratik toplumun gereklerine açıkça aykırı. Bu dava şunu gösteriyor: Siyasal davalar, düşünce özgürlüğünün farklı kullanım biçimleri üzerine inşa ediliyor ve demokratik toplumun oluşumunu engellediği gibi, var olduğu kadarıyla demokratik toplum yapısını dinamitliyor. Yargıçlar, muhalif çevreleri sindirme aracına dönüşüyor... Bu anlamda Hopa davası da kayda değer; Hopa-Erzurum hattında “terör bağlantısı” yaratma çabaları boşa çıkınca, toplantı ve gösteri yasasına muhalefet, kolluk gücüne mukavemet, kamu malına zarar verme gibi en çok saptırılan suç tipleri yaratılmaya çalışıldı… Bunda, kolluk güçlerine yöneltilecek suçlamaları bertaraf etmek için, HES karşıtı gösteri (demokratik) hakkını kullananları suçlandırma çabası öne çıkıyor. Bu tür tersyüz etme işlemleri, öğrenci davalarında da görülüyor… Hukuk devleti ve hukuk toplumu için zihniyet devrimi şart…

Yeni anayasa yolunu tıkıyor
- Bu süreçte yeni anayasadan söz etmek ne kadar mümkün?
19 Eylül’de TBMM’de dediğim gibi; anayasa, geleceğin metnidir, bugünkü siyasal çatışmaların üstünde yer alabilmeli. Meclis, düşünce ve ifade özgürlüğü güvencelerini sağlayan yasal düzenlemeler yapmalı. Son iki anayasa değişikliği, yeniye giden yolu gölgeledi. Doğa ve çevrenin korunması 21. yüzyıl anayasacılığı için ortak payda oluştururken ülkenin geri dönülmez biçimde tahrip edilmesi, TBMM bir yandan yeni anayasa misyonunu üstlenme iradesini beyan ederken öte yandan KHK’lerin yasal düzenlemelerin yerini alması, anayasa hedefiyle çelişiyor. Ayrıca, 2B arazileri, başkanlık rejimi, başörtüsü gibi konuların öne çıkarılması, “anayasal etik” sorunu yaratıyor ve yeni anayasa yolunu tıkıyor.
- Gelelim en can alıcı soruya; bunlarla baş etmek için ne yapılabilir?
Öncelikle yasal düzeltimler: Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Ceza Kanunu tez elden gözden geçirilmeli... Sonra, özel yetkili mahkemeler kaldırılmalı. Buna karşılık, bölge adliye mahkemeleri bir an önce kurulmalı. Yine, yıllardır ihmal edilen adli kolluk zaman geçirilmeden kurulmalı... En önemlisi, muhalif görüşler karşısında hoşgörülü bir siyasal tavır sergilenmeli. Demokratik bir siyasal iradenin ortaya konması, kolluk güçleri üzerinde olduğu gibi yargı çevreleri üzerinde de olumlu bir etki yaratır... İnsan hakları savunucuları ise sanık ve dava ayrımı yapmaksızın, “devlet kaynaklı” hukuk dışı uygulamalara eşit, yansız tepki göstermeli…

İktidarın yaydığı olağanüstü hal havası, gerçek suçla mücadeleyi aşarak muhalifleri yıldırma politikasına dönüşüyor
Galatasaray Üniversitesi profesörlerinden, gazeteci-yazar Ahmet İnsel’e göre uzun süreli tutuklulukların, birbiri ardına açılan siyasi davaların nedeni basit: İktidarın,“terör”le mücadeleyi, siyaseten münafık gördüklerini bastırma, susturma ve yıldırma politikasının kılıfı olarak kullanması. Savcı ve hâkimlerin“güvenlik devleti” refleksleri de cabası… “Yasalar savcı ve hâkimlere çok geniş takdir yetkisi tanıyor” diyor İnsel: “Çoğu güvenlik devleti refleksiyle yetkilerini temel hak ve özgürlükleri kısıtlama yönünde kullanıyor. Bunda, iktidarın yaydığı fiili olağanüstü hal havasının da etkisi var.‘Terörle mücadele’ gerçek terör eylemleri ve hazırlıklarına yönelik olma amacını katbekat aşarak, iktidarın ve destekleyicisi bazı çevrelerin, siyaseten münafık gördüklerini bastırma, susturma ve yıldırma politikasının kılıfı olarak da kullanılıyor. Ergenekon ve KCK davalarında işlenmiş somut suçlar var ama bunların hepsinin ‘terör suçu’torbasına atılması, savunma haklarının kısıtlanması, tutukluluk sürelerinin aşırı uzamasına yol açıyor. İddianamelerine ulaşabildiğimiz davalarda da somut suç delilleri olan durumların yanında, birçok suçlamanın polis ve savcılık kanaatlerine dayalı olduğu görülüyor. Ya da zihniyet sorgulaması ve zihniyet suçlaması yapılıyor”.
Zihniyet polisliği
Bu büyük bir tehlike, çünkü İnsel’in deyişiyle “Ne kadar beğenilmez olursa olsun, bir zihniyetin eleştirisi polisin ve yargının işi değil. Olamaz. Olduğu zaman, orada zihniyet polisliği hüküm sürüyor demektir”. Davalarda delillerden ziyade, “kuvvetli suç şüphesi” gerekçe gösterildiğine göre yaşanılan da bu. Şiddet içeren eyleme gerek yok; parasız eğitimi dillendirmekten kitap listesi çıkarmaya, HES’lere karşı çıkmaya kadar her şey“terör” suçu artık. Nedeni mi? Yanıt İnsel’den: “Siyasi suçlunun yerini terör zanlısı ve suçlusunun almasının iki nedeni var. Birincisi, Türkiye’ye içkin. PKK terör eylemlerine de başvuran bir örgüt. Bu yöntemleri kullanan birkaç örgüt daha var. Terör eylemleri çoğu ülkede, demokratik olanlarında bile, güvenlik devleti reflekslerini tetikler.İkinci neden, 11 Eylül 2001’den sonra dünyada terörle mücadelenin kapsama alanının genişlemesi ve meşruiyetinin pekişmesi. Bunun Türkiye’ye yansıması, çatışmalar, sabotajlar, suikastlar.. nedeniyle daha büyük oldu. Güvenlik devletinin yönetim kademesi değişti ama güvenlik devleti refleksi büyük ölçüde değişmedi. Şimdi ‘terör’ kavramı otoriter bir yönetim anlayışına meşruiyet dayanağı olarak kullanılıyor”.
İktidarın özgüven patlaması
Tutuklamalar Türkiye için yeni değil. Akademisyenlerin, gazetecilerin, yazarların hapis cezalarına çarptırılmalarının çok eski bir gelenek olduğuna vurgu yapıyor ve İsmail Beşikçi örneğini hatırlatıyor Ahmet İnsel. Ona göre, sorulması gereken soru “Neden bu noktaya geldik?” değil,“Neden bu noktadan bir türlü kurtulamıyoruz” sorusu. “Yargı hep çemberi daraltan bir işlev gördü” diyor:“1990’lara nazaran, son on yılda yaşanan gelişme, yargısız infaz yönteminin terk edilmiş olması. Çok geniş kapsamlı ve biraz Rus matruşkalarını andıran davalar açarak aylarca, yıllarca tutuklu bırakarak gizlilik kararlarıyla savunma haklarını kısıtlayarak çember daraltılıyor”.
Peki bu süreçte AKP’nin Ortadoğu’da söz sahibi olma çabasının da etkisi olabilir mi? Bundan emin değil, “Ama”diyor, “Başta Başbakan olmak üzere, iktidarın bir özgüven patlaması yaşadığını teşhis etmek zor değil”.
Sistem sürekli “öteki”ni yaratıp “Sıra kimde” sorusu kafalarda gezerken İnsel de kendi için kaygı duyuyor mu?“Kendimden şüphe etmediğim için kaygılı değilim. Ama başkalarının hakkımda ne düşündüğünü bilemem”diyor. Asıl tehlike de orada başlıyor ya;“suçsuz” olmak yetmiyor, herkesin iktidara “suçsuz”luğunu ispat etmesi de gerek. Hepimize kolay gelsin…



İyi yasa ve iyi hâkim şart
Çankaya Üniversitesi Hukuk Sosyolojisi ve Hukuk Fakültesi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Tören Yücel, uzun yıllar Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü yaptı. Avrupa Konseyi suç/ceza adaleti sorunları projelerinde görev aldı.“Tutuklama Paradoksu” makalesinde“Devlet, güvenliği sağlamak/vatandaşını korumak için ceza kavuşturmasını ancak diğer vatandaşlarına kötü bir şey yaparak (zorunlu kötülük) gerçekleştirebilmektedir... Önlenemez tahribatı göz önüne alınarak bu zorunlu kötülüğün mümkün olduğunca en alt seviyede tutulması siyaseti de facto benimsenmelidir” diyordu Prof. Dr. Yücel; görülen o ki, devletin“kötülüğü”yle verdiği ceza, vatandaşın“suçu”nu aştı. Bakın yargı sistemini ve tutuklamaları nasıl değerlendiriyor:
• Hukuk kuralları, kavramları ve uygulaması, tarihsel, kültürel, siyasal veya profesyonel koşulların yaratısı olarak anlaşılmalı. Sosyolojik sistem kuramının kurucusu Niklas Luhmannhukuku “mutabık kalınan normatif davranış beklentilerinin genellemesine dayanan bir sosyal sistem yapıtı”olarak tanımlar. Her işletme gibi adalet işletmesi de yıllardır fire veriyor; buna ait veri analizlerine 40 yıldır dikkat çekmeme karşın zihniyet kalıpları fazla değişmedi. Basit, Polis İmdat için bile 10 yıl uğraştım. Oliver Williamson, kurumların kültüre oranla çok daha çabuk değiştiğini savunur. CMK’nin mimarlarından Prof. Bahri Öztürk bile,“Yasada değil, kafada devrim gerçekleştirilmedikçe halkımız layık olduğu sisteme kavuşamayacaktır”diyor, “Mahkemelere düşen görev eski alışkanlıklara göre değil, yeni CMK’ye uygun işlem yapmaktır. Burada altyapı eksikliği bahane olarak gösterilmemelidir. Bu eksikliklerle alakası olamayan, örneğin tutuklama kararı gibi işlerde yasaya uyulmaması düşündürücüdür”.
Değerlendirmiyor, incelemiyorlar
Yargılama sosyolojisine bakıldığında, iyi yasa-kötü yasadan ziyade iyi hâkime gereksinme var. İş yoğunluğu(!) içinde genelde Türk hâkimi fazla değerlendirmiyor, incelemiyor. Sorunun kökü, hukuk eğitiminin kalitesi. Hukuka özgü“adalet”, “ahlak”, “yarar”, “amaç”, “yorum” ve diğer temel kavramlar iyi işlenmeli; klasik Ceza Usul Hukuku yerine AHİM kararlarını içeren yeni ceza usul hukuku anlayışı yerleştirilmeli.
Sonuçta Luhmann’ın belirttiği gibi “bir toplumun ne kadar adalete gücü yeter!”. Bizler gerçekliğin yalnızca insani anlayışça düzenlenmiş halini biliriz, gerçekliği değil. Bu nedenle, yargı realitesini olabildiğince farklı açılardan görmek, özellikle tüketicilerin yargıyı nasıl algıladıklarını saptamak önemli. En iyi yargı, kusursuz biçimde etkili olan, dürüst/adil ve tarafsız/yansız olmaya dikkat edendir ki, kimse artık ne taraf ne de karşı olmaya çalışsın. Bu aktörlerce içselleştirilerek halka mal edilmeli, ülke çapında standart uygulamaya(!) dönüştürülmeli.
Yargılamanın kendisi bir ceza
AKP ‘mazlum ve mağdur Müslümankonumundan ‘zengin ve zalim Müslüman’ konumuna geçti. İktidarın kendine demokrat tavrı iyice sırıtıyor
İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi yrd. doç., psikoterapist Murat Paker, gelinen durumu AKP’nin öteden beri rahatsızlık veren “kendine demokrat” tavrının ayyuka çıkışı olarak özetliyor. Paker’in deyimiyle, 2M’den 2Z’ye yani “mazlum ve mağdur Müslüman konumundan, zengin ve zalim Müslüman”a geçiş yapan AKP’nin icraatının olumlu yanı da var; mücadele azmini kamçılaması. Umalım da bu yön kendini bir an evvel göstersin, zira cezaevlerinde yer kalmadı. İçeridekilerin ve dışarıdakilerin psikolojisini Paker’den dinleyelim...
- Mahkemeye çıkan herkes “delil olmasa da suç işleme şüphesi var” denilerek aylarca cezaevinde tutuluyor. Bu insanların psikolojisini nasıl etkiler?
- Türkiye’de öteden beri hukuk sisteminde keyfiyetin yeri çok geniş. Siyasi iktidarlar bu keyfiyet marjını istismar etmekte hiçbir beis görmüyor. Haklı olarak toplum hukuki süreçlere güvenmiyor.
AKP’nin öteden beri eleştirdiğimiz “kendine demokrat” tavrı, askeri vesayet rejimini gerilettikten ve kendi iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra iyice sırıtmaya başladı. İktidar yoğunlaşması, bizdeki gibi egemen politik kültürün otoriter bir milliyetçi/muhafazakârlık üzerinden şekillendiği ülkede, adaletsiz, hukuksuz, baskıcı ve sakil uygulamalara yol açıyor. Bu uygulamalara doğrudan maruz kalanlar kaygı, üzüntü, öfke, hınç, kin gibi duygular yaşayabilir.
Polis devletine koşar adım
- Sadece onlar değil, yakınları da aynı karmaşık duygular içinde...
- Bu duygular yakınları için de geçerli. Ve tabii bütün toplumu saran psiko-politik etkileri var. Bir nedenle suçlanıyorsunuz, gözaltına alınıyorsunuz, artık kolayca tutuklanıyorsunuz, TMK nedeniyle suçlamaları bilmeden, aleyhinize toplanmış delilleri inceleyemeden aylarca, yıllarca cezaevinde eza ve cefa çekiyorsunuz, hayatınız, ilişkileriniz askıya alınıyor. Yargılamanın kendisi daha baştan cezalandırma şeklinde. AB uyum sürecinde göreli demokratikleşme döneminden sonra tekrar baskıcı bir polis devletine doğru, bu sefer koşarak gidiyoruz sanki. Durum kaygı verici ve AKP’nin bunlar karşısındaki nobran tavrı, bunların muhalefeti sindirmek için taammüden uygulandığını ve birincil sorumlunun ısrarla yasal değişikleri yapmayan siyasi iktidar olduğunu gösteriyor.
Yine de bunların kimi olumlu etkileri de var. Baskı ve adaletsizlik, her zaman, eninde sonunda mücadele azmini kamçılar ve muhalefeti besler. Burada da böyle olacaktır. AKP, 2M’den 2Z’ye yani “mazlum ve mağdur Müslüman” konumundan, “zengin ve zalim Müslüman” konumuna geçti.
Önce Ahmet Şık-Nedim Şener örneğinde gördük, şimdi de Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu ve Ayşe Berktay örneğinde görüyoruz. AKP yörüngesindeki medya kuruluşları ve bizzat AKP’li bakanlar, bir zamanlar Ergenekoncu yapıların, medyanın yaptığı bütün sakillikleri, manipülasyonları sınır tanımadan, utanmadan, beceriyle icra ediyor. Zalime karşı, toplumun giderek genişleyen kesimlerinden muhalif seslerin duyulmasını bekleyebiliriz.
- Paranın bir de diğer yüzü var: Bu davaların ortaklaştığı nokta “terör”, dolayısıyla yoğun bir“güvenlik” söylemi de beraberinde geliyor...
- Bir süredir dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insanların temel güven/güvensizlik duygularına hitap eden iktidar rejimleri ön planda. Terör yani dehşet salan, büyük güvensizlik yaratan durumlar varsa, insanların çoğu özgürlüklerinden feragat etme pahasına güvenlik politikalarının peşine takılıyor. Birçok durumda, sahiden bir güven(siz)lik meselesi olabilir ve uygun önlemlerin alınması tabii ki gerekir. Önümüzde iki temel sorun var ama: İlki, klasik sağ siyasetin güvenlik endişesini istismar ederek, arzuladığı otoriterliği gerçekleştirmek için bahane olarak kullanması. İkincisi, güven(siz)lik sorunu çoğu durumda zaten oldukça adaletsiz yapıların, süreçlerin doğrudan bir sonucudur. Kabaca formülleştirirsek: Adaletsizlik şiddet üretmiştir, şiddet güvensizlik yaratmıştır.
Güvensizliği gidermek için özgürlükleri askıya alıp daha da adaletsiz kimi uygulamalar peşine düştüğünüzde aslında kendinizi ve toplumu kısır döngüye mahkûm ediyorsunuz demektir. Çünkü yeni adaletsizlikler, yeni güvensizlikler yaratacaktır. Türkiye’nin Kürt meselesinde öteden beri, şimdi de AKP eliyle, yaşadığı kısır döngü tam da budur.

AKP’nin çapı demokrat ve tutarlı olmaya yetmez
- Herkes potansiyel “suçlu” görülüyor. Bu baskılar adalet algısını nasıl etkiler?
- Türkiye insanının adalet algısı zaten çok örselenmiş olduğu için ortada pek yeni bir şey yok aslında. 12 Eylül döneminde darbeci, cuntacı generalleri darbe yaptıkları yani anayasayı ilga ettikleri için tebrik kuyruğuna giren Anayasa Mahkemesi üyelerinin olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Bahsettiğiniz bütün o cezalandırmalar, en azından Cumhuriyet kadar eski. Türkiye’nin akademisyenleri, gazetecileri, yazarları, ana akımın dışında siyaset yapan herkes çok eskiden beri baskı, işkence, cezaevi, suikast gibi politik şiddet yöntemlerini çok yakından biliyorlar.
Şimdi, bıktırıcı bir süreklilikten bahsedebiliriz. Yeni gibi görünen bir dönem vardı bu süreçte. AKP öncesi hükümetler döneminde başlayan ama çoğu parçası AKP döneminde gerçekleştirilen AB uyum süreci önemli bir parantezdi baskıcı süreklilik rejimimizde. AKP, bu reformları yaparak bu kadar büyüdü. En büyük avantajı da çapsız muhalefetti. Reform sürecinde AKP aynı zamanda eski otoriter, baskıcı efendileri yola getirdi ve Kürt meselesinde devletten gördüğümüz en ileri hamleleri yaptı. Ama AKP’nin çapı da tutarlı, ilkeli demokrat olmaya, Kürt meselesini eşitlik ve şiddetsizlik temelinde çözmeye yetersizdi, Türk milliyetçiliğinin, sağcılığının prangaları ağır bastı ve AKP bir süredir, o bildiğimiz sağcı parti olarak yeniden temayüz ediyor.

Yasalar bağımsızlığını kaybetmiş yöneticilerin elinde
Yargıyı iktidarın yüzü yapmaya çalışıyorlar
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Abbas Vali, devlet oluşumu, ulusal kimlik, modern siyasi ve sosyal düşünceler üzerine çalışıyor. Uzun yıllar İngiltere’de Wales Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmış. Bakın, gelinen durumu nasıl değerlendiriyor:
• Türkiye’de hukuki normları siyasi iktidar tanımlıyor. Yasalar, bağımsızlığını kaybetmiş, eylemlerini meşrulaştırmak için sürekli düzen ve güvenlikten bahseden yöneticilerin“kararına” bırakılmış. Bir bütün olarak yasalar ve hukuki süreçler, devlet güvenliğine tabidir ve iktidar ile ulusal kimlik arasındaki anayasal bağı güçlendirerek güvenliğin korunmasına yardım etmek zorundadır. En azından 1982’den beri devlet ve yargı sistemi arasındaki ilişki bu şekilde tanımlanıyor. İktidar ile Türk etnisitesi, dili, tarihi, kültürü, medeniyeti ve Sünni İslam arasındaki anayasal bağın korunması, devlet güvenliğinin stratejik amacıdır. Devlet, bu bağı, yani kendi kimliğini ve siyasi yapı olarak varlığını korumak için yasaları sürekli askıya alır. Terör, iktidar ile Türk kimliği arasındaki bağı tehdit eden şeydir çünkü devlet güvenliğini tehlikeye atar. Devlet güvenliği ile iktidarın meşruiyeti arasındaki anayasal bağ, iktidarın işleyişine hukuki meşruiyet verir. Bu da terör nosyonunun Türkiye’deki resmi söylem tarafından araçsal ve gelişigüzel kullanımına olanak tanıyor. Terörün statüsünün ve devlet tarafından kullanımının sorgulanması girişimi, hükümetin dışından, sivil toplumdan ve kamusal alandan gelmeli.
- AKP’nin yükselişi Kemalizmin demokratikleşememesinin sonucu. Kemalist yapılanma siyasi ve ideolojik krizde. AKP’nin gücünü azaltmak için yapılan Kemalist hamleler büyük ölçüde başarısız oldu, çünkü meseleyi doğru okuyamadılar. Ayrıntılara boğulup, büyük resmi göremediler... AKP hükümeti, resmi siyasal alanın yüzeyinin altında güç biriktiren bir siyasal hareketi arkasına alarak iktidara geldi. AKP bu hareketin bir ürünü, yaratıcısı değil. İslamcılığın bugünkü gelişimini AKP’nin siyasal başarısına bağlamak doğru değil. AKP seçimlerdeki başarısını Türkiye siyasal yaşamındaki gücünü yoğunlaştırmak için kullanıyor. Ulusal ve uluslararası alanda siyasal söylem ve pratiklerin terimlerini yeniden tanımlamak ve yönetim araçlarını kontrolü altına almak için hareketin artan desteğinden yararlanıyor. Birincisi kamusal alandaki söylemlere hâkim olmayı, ikincisi ise devletin ideolojik ve zor aygıtlarını verimli kullanmayı gerektiriyor. Bu, hükümetin medyayı, eğitim sistemini, yargıyı ve güvenlik güçlerini daha sıkı kontrol etme arzusunu açıklıyor. Türkiye’de yargı genellikle iktidarın bir kolu. AKP yargıyı iktidarın aracı olmaktan çıkarıp, iktidarın yüzüne dönüştürmek istiyor. Devlet güvenliğinin gücü, demokratik süreçten ayrılmadığı sürece yargının siyasal ethosunun değişmesi mümkün değil.
Sivil toplum birlikten yoksun
• Bir ülkenin dış politikası; iç politikasının uzantısı, yansımasıdır. Dış politika da iç politikayı etkiler. Türk dış politikası çoğu zaman gücünden büyük hamleler yapıyor. Hükümetin dış politika kurgusu kendisi için önemli aygıtların ve güçlerin yani dışişlerinin, güvenlik aygıtının, seçmenlerinin onayını alıyor. Irak harekâtı, Suriye’de muhalefetin örgütlenmesi, Libya’da NATO ile hareket edilmesi, İsrail’e karşı tutum ve Filistin meselesinin kucaklanışı gibi örnekler ülke içindeki koşullarca belirleniyor. Kamusal alanda milliyetçi söylemleri kullanarak, dış politikasına destek toplamaya çalışıyor. Medya ise zaman zaman eleştirel olsa da çoğunlukla destek veriyor.
• Devletin güvenlik ajandası onun etnik/Türk kimliği ile doğrudan ilişkili. Devlet resmi söylemin tanımladığı şekliyle siyasi iktidarın kimliğinin dışında kalanların ötekiliğini sürekli yeniden tanımlayarak kendi kimliğini korumaya ve güçlendirmeye çalışır. Bu anlamda, devletin güvenlik politikasının etnik, dilsel ve kültürel ayrımları derinleştirmekle kalmayıp bu ayrımları güçlendirip yeniden ürettiğini söylemek yanlış olmaz. Türkiye’de sivil toplum siyasal iktidara ve onun ayrıştırıcı pratiklerine itiraz etmek için gereken birliktelikten yoksun. Bence Türkiye’de medya da devletin öteki söyleminin en büyük kullanıcısı ve uygulayıcısı. Dolayısıyla, devletin güvenlik politikasınca Türkiye, toplumuna dayatılan parçalanmaya katkı sunuyor.

Özgür basına saygı
Avrupa Parlamento üyesi Jürgen Klute’a göre KCK davasıyla BDP’nin seçilmiş milletvekilleri açık bir ayrımcılıkla karşı karşıya. Ergenekon konusunda ise yeterince fikir sahibi değil. Önümüzdeki aylarda parlamentonun Türkiye hakkında yeni gelişim raporu hazırlayacağını söylüyor ve ekliyor:“KCK davası raporun ana maddesi olacak. Bence Türkiye demokratikleşme yolunda son yıllarda ciddi adımlar attı. Ancak Kopenhag Kriterleri’ndeki eksikleri tamamlama konusunda özgür medyaya saygı ve politik partilerin eşit şartlarda çalışmasını, toplumda kendilerini ifade etmelerini engelleyen şartlara tolerans gösterilmemeli.”



BİTTİ






Hiç yorum yok: