Ordu Komutanlığı görevinden emekliye ayrılan ve şimdi Silivri’de “Balyoz Darbe Planı” suçlaması ile yargılanan Çetin Doğan’ın eşi Nilgül Doğan bir kitap yazdı. Bu kitapla eşi, kendisi ve aynı durumdaki diğerlerinin gerçek öyküsünü anlattı. Bilgi Yayınevi’nden çıkan kitapta bir eş, bir anne, bir kadın olarak yaşadıklarını öncesiyle, sonrasıyla bilinçlere sundu. Anlatılanlar birçok karanlık noktaya ışık tutabilecek nitelikte. Yalnız onların değil, tüm mağdurların öyküsü.
Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Bu kitabı yazdım çünkü bu davalar nedeniyle ülkemizde farklı bir tarih yazılıyor. Sahte delillerle yüzlerce insanın mağdur edildiği bu davaların hukuki yanı mahkeme tutanakları ile kayda geçiyor. Bu kayıtlarla düzmece bir tarih yeniden şekillendiriliyor, gerçek vatanseverler vatan haini gibi gösteriliyor. Bunun sonucu olarak gelecek kuşaklar onları yanlış yargılarla anımsayacak. Ben bugünün insanından başlayarak elimden geldiğince zihinlere asıl gerçekten parçalar aktarmaya çalıştım.
Kitaba özellikle mi bu adı verdiniz?
Evet... Kitabı bitirince ona bir ad vermekte çok zorlandım. Benim ve çevremin bulduğu hiçbir anlatım yeterli olmadı. Çünkü bizler başımıza gelenlere bir anlam veremedik, akıl erdiremedik, uğradığımız haksızlığa geçerli nedenler bulamadık. Bunun sonucu olarak da yaşananlara anlam taşıyan bir ad koyamadık. Sonunda kitabı ve yaşananları adlandırma işini okuyucuya bıraktım.
Uzun süredir mahkemeleri izlediniz, eşinizin en büyük desteği oldunuz. Yaşadıklarında onu hiç yalnız bırakmadınız. Başka türlüsü düşünülemezdi. Biz birlikteliğimizin en başından beri acı tatlı her şeyi beraber yaşadık. Ben eşimin vatanseverliğinin, dürüstlüğünün en yakın tanığıyım. Uzun yıllar öncesinin anılarıyla eşimin insan yanını, sevgi dolu yüreğini, görevine olan adanmışlığını tanıtmak istedim. Siz de mahkeme sürecinde eşiniz kadar güç günler yaşamaktasınız. Yaklaşık iki seneden beri, Sahte Balyoz Davası nedeniyle, bu davadan mağdur olan yüzlerce aile ile birlikte, akıl almaz olumsuzluklar ve acılar yaşadık. Başlangıçta, olanlara hiç akıl erdiremeyip, kısa zamanda sona erer diye düşündük ama öyle olmadı. Her geçen gün sanık sayısı artarken, iddianameye konu olan delillerden yaklaşık 1200 tanesinin sahte olduğu, sanık ve avukatlar tarafından kanıtlandı. İddia makamı bu delilleri kanıtlamakla görevli olduğu halde, bu mahkemelerde tam tersi gerçekleşti. Sanıklar ve savunmanları “suçsuzluğun ispatı” için hiç durmadan çalışıp çabaladılar. İddia makamı ve hakimler sadece dinlediler ve her ara kararda “tutukluluğun devamına...” diye karar bildirdiler. Tutuklu sanıklar az geldi, avukatların ve sanık yakınlarının haklarında suç duyurularında bulunuldu. Ara kararlarda tahliye ve beraat bekleyen herkesin her geçen gün adalete olan güveni, buharlaşarak yok oldu.
Aslında değilim... Gerçeklerin bir gün su yüzüne çıkacağına olan inancımı hiç yitirmedim. Zaten bizleri yaşatan, ayakta tutan bu umut. Parmaklıkların bu yanında kalan bizler, yani tutuklu yakınları umutla umutsuzluk arasında gelgitler yaşıyoruz. Fakat zaman geçip, tutukluluk süreleri uzayıp, bir de sağlık sorunları başlayınca her şey giderek daha da zorlaştı. Bu konuda hepimiz
o kadar doluyuz ki, kimimiz fizik, kimimiz ruh sağlığımızı yitirdik. Maddi, manevi yıprandık.
Ziyaretler ve mahkemeler nedeniyle Hasdal, Silivri yolları düz oldu. Eşlerimiz cezaevlerinde tutsak edilirken, geride bıraktıkları bebekler, “baba” demeyi açık görüşlerde öğrendi, kızlarımız dünya evine girerken, gelinlikleriyle babalarının elini öpemediler, yaşlı anne babalar kahırlarından hastalanıp ölürken, oğullarına veda edemediler. Ben yalnız kendi ailemize değil, bütün ailelerin yaşadıklarına ilişkin acıları, hüzünleri yakından gözledikçe uğradığımız haksızlığın yükünü taşıyamaz oldum. Paylaşmalıydım, özgür vicdanlara ulaşmalıydım. “ Acaba yazsam mı?” Diye düşünmeye başladım. Ama bu benim için hiç de kolay bir şey değildi. Bundan önce elime kalem alıp yazmayı denememiştim. Diğer yandan bu konuda biriktirdiğim çok şey vardı. Kararsız kaldığım noktada beni Emin Çölaşan yüreklendirdi. Derken altı ay kadar çalışarak yazmayı başarabildim. Eğer başardıysam bunu katıksız içtenliğime borçluyum. Yazdıklarımla okuyucuyu etkilemek değil yalnızca gerçeği anlatmak istedim.
Derim ki, bu kitabı yazarken amacım; okurlara hak, hukuk, demokrasi gibi konularda ders vermek değil, yaşadığımız, herkesin kolay kolay kaldıramayacağı, içine sindiremeyeceği gerçekleri anlatmaktı. Çocuklarımız, torunlarımız, sevenlerimiz ve de bu ülkeye yürekten bağlı,
Atatürk’ümüzün ilkelerini özümsemiş insanlar, yaşananların küçük de olsa bir bölümünden haberdar olsunlar istedim. Bizler bu trajediyi birebir yaşadık ve yaşamaktayız. Lütfen, toplumun hiçbir kesimi, hiçbir ferdi için ön yargılı olmayın. Aynı şekilde, bana, yakınlarıma bir şey olmaz deyip, yaklaşan tehlikeyi görmezden gelmeyin. Bizim yaşadıklarımızı beyninize ve ruhunuza kazıyıp, çocuklarınıza, torunlarınıza nasıl bir ülke bırakacağınıza ilişkin fikir edinip, geleceğinizi ipotek altına almaya çalışanlarla olanağınız elverdiğince yılmadan mücadele edin. Unutmayın, özgür, güvenli bir ülke için hepimize düşen sorumluluklar var. Bunun bilincine varabilmek için, bizim yaşadıklarımızı yaşamak gerekmiyor. Silivri’yi biraz daha yakından izleyin, çığlıklara kulak verin yeter.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder