Son dönemdeki ordunun profesyonelleşmesi ve küçültülmesi projeleri, bedelli askerliğin çıkması, Balyoz vb. gibi Silivri’de görülen davalar, milli ordunun tasfiyesinde önemli adımlar olarak görülmektedir.
Bu süreci daha iyi anlamak için bugünkü köşemizde milli ordunun oluştuğu döneme, 1908 Devrimi sonrasına gideceğiz.
Daha önceki bir yazımızda Rus devrimcilerinin 1909-1910 yıllarında Rusça olarak İstanbul’da çıkardıkları Stambulskie Novosti (İstanbul Haberleri) gazetesine değinmiştik. Gazetede İttihat ve Terakki liderlerinin de yazılar yazdığını belirtmiştik.
Gazetenin 22 Ocak 1910 tarihli sayısında yayımlanan bu yazılardan biri “Ordu ve Yeni Rejim” başlığını taşıyor ve silahlı kuvvetlerin sultan ordusundan milli orduya dönüşümünü ele alıyor.
“Osmanlı” imzasını kullanan yazar, Türk ordusu kadar başka hiçbir milli kuvvetin yeni rejimin kurulması için bu kadar çok şey yapmadığını ve en hassas ve kendine mahsus parçası olan ordunun Osmanlı milletinin ideallerinin ve amaçlarının sözcüsü olduğunu belirterek başlıyor yazısına.
Yazara göre devrim, her şeyden önce genel ve özel reformlarla orduya yansımıştır. Bu reformlar, sadece profesyonel hayatı ve örgütlenmeyi değil, eğitim ve aydınlanmayı, ayrıca her somut ve ilerici harekette olduğu gibi ordunun yaşadığı idealleri de ele almıştır. Devamında yazar, Türk ordusunun geçmişten gelen özelliklerine değinir:
“Başka bir ülkede ordu, Türkiye’de olduğu gibi bu kadar büyük bir anlam taşımış mıdır, taşımakta mıdır? Türkiye ordusu kendi kuruluşuyla, büyüklüğüyle ve son olarak yeniden doğuşuyla yükümlüdür. Ancak eski rejimin ordusu, tamamen halife sultanın iktidarı altında Türk-Müslüman ordusuydu. Türk askerinin temel özelliği, ustalık, direnç ve üstlerine itaat ve bilinen bağımsız karakteriydi. Bu özellikler daha göçebe savaşlarından miras kalmıştı. Göçebe hayattan yerleşiğe geçişte çoktan beri diğer halkların yerleştiği ülkelerde Türkler uzun ve inatçı mücadeleler vermek zorunda kaldı. Temel özelliği olan savaşçı karakteriyle güçlendirilen bu mücadele, Türk ordusunun saflarını sıklaştırdı ve onda dayanışma ruhunu geliştirdi.”
Yazarın ifadesiyle İslamiyet’in kabulü, şüphesiz göçebe Türklerin ve ordusunun hayatında ve dünya görüşünde yeni bir devrim yaratmıştır. Cihadı yönlendiren savaş zanaati temel görevlerden biri haline gelmiştir. Allah ve peygamber adına elde silahla tek tanrıcılığın adaleti ve kardeşliğini yaymak için İslam, Türklere yeni yüksek bir ideal göstermiş ve bu ideale hizmet etmek için onları coşkulandırmıştır. Muhammed’in dini, Türk halkında, korunmak ve yayılmak için Müslüman savaşçıyı bulmuştur. Diğer yandan bu halkın askeri hedeflerini geliştirir ve Türk ordusunu peygamber bayrağı altında dünyanın üç tarafına iten fetih politikalarına yönlendirir.
Yazar, Türk halkının karakterindeki savaşçılığın ve dinin bu birleşiminin sonucunun ve açık yansımasının, askeri ve dini iktidarı elinde toplayan halife sultan olduğunu belirtir. Müslümanlık misyonu dışında hiçbir şey bilmeyen dini askerlerden oluşan Yeniçeri Ocağı’nın kurulması da bunun örneğidir. Bu bakımdan Hıristiyanların ordudan muaf tutulması yazar açısından anlaşılır ve tamamen doğaldır.
“Milletin hayatını baştan sona yeniden yapılandıran Temmuz Devrimi, orduda da radikal reformlar getirdi. Geçen yüzyılda yaşanan fikirsel, toplumsal ve iktisadi evrimler, İslam’ın dini ideallerini vatanın yeni, dünyevi idealleriyle değiştirdi; sultan ve Müslüman ordusunu, Osmanlı, milli ve yurtsever hale getirdi. Milletteki ve ordudaki bu ideallerin değişimi, eski rejimi yenisinden ayıran, arasındaki temel farkı oluşturmaktadır. O zaman eski rejimin ordusu nasıl İslam’ın dini idealleri için savaşıyorsa, yeni rejimin ordusu da milletin ve vatanın dünyevi idealleri için savaşmaktadır. Vatan anlayışının sınırlanmasıyla Türkler, fetih politikalarından da vazgeçti.”
“Osmanlı” imzasını kullanan yazara göre, bu reformun Türk ordusu için hayırlı olmayacağını düşünmek temelsizdir. Gerçekten hücum sırasında askerlerin eskiden olduğu gibi “Allah! Allah!” yerine “İleri! İleri!” diye bağırmasıyla mı Türk ordusu askerlerinin kahramanlık, disiplin gibi temel özelliklerinde bir kayıp olacaktır!
Yazar, yapılan reformla gayrimüslimlerin ordu hizmetine alınmasının ordunun savaş kabiliyetini farklı öğelerle besleyeceğini, dayanışmayı geliştireceğini ve milletle orduyu birbirine daha da yakınlaştıracağını ifade eder. Bu reform ordu için sadece faydalı olacaktır.
Yazının son bölümünde ise Jön Türk subaylarının askerler arasında vatandaşlık ve yurtseverlik bilincini geliştirmek için yaptıkları çalışmalar vurgulanır. Yazara göre Osmanlı ordusundan içeride yeni rejimin dayanağı, dışarıda vatanın koruyucusu, güçlü ve bilinçli bir ordu yaratılmaktadır.
Aslında yazarın bu son cümlesi milli ordunun bugün ne amaçla tasfiye edildiğini de özetlemektedir. Cumhuriyet rejimine son darbe vurulacak ve ülkeyi dış tehdide karşı savunacak bir güç bırakılmayacaktır.
Not: Geçen haftaki köşemizde Rusya’da çalıştığım arşivler sayılırken Rusya Federasyonu Dış Politika Arşivi eksik bırakılmıştır.
Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İsmail Güneş, bedelli askerliğin ilk olarak II. Mahmut döneminde “Bedel-i Fiahsi” adıyla uygulandığını belirtmiş. Buna göre bedel para olarak değil, yerine başka bir kişiyi askere göndererek ödeniyormuş. 1870 yılından itibaren ise bedelli askerlik “Bedel-i Nakdi” adıyla para karşılığı da yapılmaya başlanmış (Vatan, 6 Aralık 2011). Türk Genelkurmayı ise kendi hazırladığı ve 1996 yılında basılan “TSK Tarihi” isimli çalışmanın 3. cildinin 6. kısmında o dönemki bedelli uygulamasını şöyle değerlendiriyor:
“Askerlik hizmeti imtiyazlar nedeniyle sadece Anadolu Türk’üne bırakılmış bir görevdi. Bu nedenle Türkler fakir ve geri kalırken, diğer azınlıklar zengin ve müreffeh olmuşlardı. Ayrıca para israfları nedeniyle askerlik hizmetleri bedel-i nakdi yoluyla gelir sağlayan bir kaynak haline getirilmiş ve öyle sanılmıştı. Zenginleşen azınlıklar para verdikçe imtiyazları da katmerleşmekte idi. Askeri hizmet karşılığında alınan bedel-i nakdi yalnız bir hizmet karşılığı sayılmış ve redif toplanmasında bu bedel tekrar alınarak gelirlerin artmasından memnuniyet duyulmuştu. Memleket savunması ve şerefli askerlik hizmetinde anlayış devamlı olarak zedelenmiş ve vatandaş eşit bir işlem görmemişti.” (Aktaran: Oktay Yıldırım, Mehmetçik, Kaynak Yayınları, s. 165)
Acaba TSK, bedelli askerlikle ilgili 1996 yılındaki bu değerlendirmesini hâlâ koruyor mu?
Antep savunması sırasında, Fransızların şehri ablukaya alıp top atışına tuttuğu günlerde, bir grup zengin şehri terk etmelerine izin verilmesi karşılığında halka para teklif eder. Savunma kurulu bu yönde karar verir ama halk şiddetle itiraz eder:
“Biz fakirlerin bu memlekette ne bir tek dikili ağacımız ve ne de servet namına hiçbir şeyimiz yok iken bile vatanımızı müdafaaya, daha doğrusu zenginlerimizin hesabına çalışıyor, onların mal ve mülklerini, servet ve sematını muhafaza ediyoruz. Yine biz fakirler, kadınlı erkekli, düşman karşısında kanlarımızı akıtırken; zenginlerimizin, aileleriyle üç-dört katlı kâgir binaların zemin katlarında hayatlarını sigortaya koymuş gibi sıcak yemeğin başında ve yumuşak yatağın içinde vakit geçirdiklerini görüyoruz. Ve yine onların istirahatlarını temin için geceli gündüzlü cephelerde üzerimize örtecek bir şey bulunmadığı halde yastık yerine tüfeklerimizi başımızın altına koyarak kuru topraklar üzerinde vakit geçiriyoruz. Bu ahvali bildiğimiz halde yalnız kendimizi şununla aldatıyoruz:
Evet, biz fakirler, cephelerde ifayı vazife ediyor isek, onlar da hiç olmazsa bizi bırakıp gitmediler. Belki bizim bu hizmetlerimizi yakından görürler ve takdir ederler diye onları içimizde gördükçe daha ziyade ediyoruz. Eğer bu zevat-ı muhterem, hayatlarından korkup harice çıkar, serveti sayesinde işi gücü ile uğraşır ve biz fakirleri her vakit ölüme mahkûm; sırf zenginlerin enval ve eşyasının muhafazası, hayatının idamesi için yaratılmış, ayrıca bir kavim telaki ediyorlarsa ve bizi böyle ateşler içinde bırakıp gideceklerse bizim ne mecburiyetimiz var? Biz onlardan evvel gitmeyi biliriz. Onların canları aziz de bizimki neden olmasın? Onlar ölmek istemiyorlarsa biz neden ölelim? Şu memlekette servet namına düşünecek nemiz var? Hanlar, oteller, kıraathaneler, dükkanlar, mağazalar, köşkler, vesaireler bizim değildir. Bugün memleketin müdafaası her şeyden büyüktür. Şu halde ne biz ne de onlar harice çıkacaktır. Aksi takdirde silah istimal edeceğimize de emin olunuz.“
(A.M. Şamsutdinov, Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923, Doğan Kitapçılık) 13 Aralık 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder