10 Oca 2012

Medya nasıl ele geçirildi?


Dışarıda olsam, şu aralar röportaj yapmak veya “medyanın vaziyeti” hakkında görüşmek isteyeceğim ilk kişi Haluk Şahin olurdu.
Çünkü medya alanı, bir toplumda hakim sınıflarla halk arasındaki çelişkide, kılıçların çekildiği arenadır. Haluk Şahin’in deyişiyle “gerçekler veya gerçekleri bastırma arenası” diyelim. Ülkede “siyasal mücadelenin muharebe alanı olan medya, bu kez bir çeşit mahkeme salonuna dönüştürüldü”. Bu koşullar altında medya gerçeğinin anlamak için, Haluk Şahin’in neredeyse yarım asırlık, gazetecilik ve akademisyenlik birikiminin süzülmüş çıkarımlarını topladığı kitabı okunmalıdır. Kitabın adı; “Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar”. Adından da anlaşılacağı gibi yazar kendi tecrübeleriyle, yakın tarihin gelişmelerinin harmanlamış. Gelinen noktayı “kriz” olarak değerlendiriyor. Kitabı ise “bir ara hesap...”
Kitabı cezaevinde okumanın farklı bir anlamı var. Bir süre sonra ‘kendimi’ okuduğumu ve Şahin’in ayrıntılarıyla tarif ettiği basit bir “gazetecilik etiği” ve “haber namusu” konusunun bugün nasıl ‘kahramanlık’ olarak algılandığını daha iyi fark ettim. Evet, Silivri ve diğer cezaevlerini “meslekte tescil” yerlerine çevirdiler. Gerçeği konuşmayı ise ‘kahramanlık’ haline getirdiler. Dönem geçicidir, biz kitaba dönelim.
Gazetelerden “ne olduğunu” değil “ne döndüğü”nü anlıyoruz!
Şu saptamayla başlayalım: “Çapraz medya mülkiyetinin körüklediği ‘holdingleşme’ hükümetle iş yapan ya da banka sahibi olan iş adamlarının çarpık ilişkileriyle ortalık savaş alanına döndü. ‘...Ne olup bittiğini anlamakta zorluk çeken okur, ‘ne olduğunu’ anlamak için değil ‘ne döndüğünü’ anlamak için gazete okuyor. ‘Aralarında anlaştılar herhalde’ diyebiliyor ancak.”
Geçmişten günümüze medya gerçeği bundan daha özlü ve vurgulu anlatılamaz herhalde. Olup bitenler değil olaylar karşısında hakim sınıfların nasıl uzlaşacağı veya bunu nasıl karartılacağının hesapları gazeteleri doldurur olmuş. Olgular, egemen güç merkezlerinin istediği şekilde aktarılmalıdır bu medya düzeninde. “Olanın” ise “ne olduğu” önemli değildir.
Yeni “trendy”: Eyüp can
İşte bu duruma uygun bir “gazeteci” kılığının piyasaya sürülmesi ve moda olarak da belli modellerin öne fırlatılması şart olmuştu. Eyüp Can, bu role biçilmiş kaftandı. Haluk Şahin’in, Türker Alkan ile aynı anda Radikal’den atılması daha çok ideolojik tasfiye olarak değerlendiriliyordu. Bu atılmalar ikinci Cumhuriyetçilerin Babıali’de kazandıkları yeni mevzilere eklenmişti. Olayın özü şuydu; “Radikal bir çeşit Zaman light olacak. Cemaat artık yalnızca klasik sofularla yetinmiyor, şarap içip caz konserlerine giden kesimlere de ulaşmak istiyor, çünkü artık her şeyi istiyor.”
Haluk Şahin Radikal’den atılmasını kitapta şöyle anlatıyor: “Erdal Güven’den ‘Hocam lütfen beni arayın’ diye mesaj geldi. Aradım. Erdal ezik bir sesle Eyüp Can‘ın benimle çalışmak istemediğini, tebliğ görevini kendisine verdiğini söyledi.(...) Twitter’a girdim, şöyle yazdım: “Eyüp Can benimle çalışmak istemiyormuş. Bizzat kendisinin aramasını beklerdim. Ayıp etti.”
“45 yıllık arkadaşım” dediği Uğur Dündar, olay üzerine telefonla arayarak şöyle demiş: “Eyüp Can seninle çalışmak istemiyormuş! Bu, bugün duyduğum en komik şey!”
Elektronik bir cümbüş başlamış. Telefonlar, tweet’ler, e-mail ve SMS’ler gırla gidiyormuş. Ancak ertesi gün yazılı basında tek satır bile yer almayacaktı. “Bu bile habercilikte zeminin ne kadar kaymış olduğunu, bir şeylerin ‘değiştiği’nin işareti idi.” Doğan Grubu’nun AKP’ye verdiği yeni bir diyetti.
Eyüp Can, Doğan Grubu için bir can simidi olabilir miydi? Babıali yorumcuları “Bunu performansı belirleyecek” diyordu. O performansı ise okur kadar Recep Tayyip Erdoğan değerlendirecekti. Teftiş öncesi mıntıka temizliği yapılmaktaydı.
Artık ipler başkalarının elinde
Haluk Şahin operasyonu ve Doğan Grubu’nun tutumunu şöyle açıklıyor:
“Eski’lerin yeni dünyayı okuyup ona ayak uydurabilmeleri zor, tıpkı çökmekte olan sınıfların yeni gerçekleri kavrayabilmelerinin zor olması gibi. Bu kavrama yetersizliği çöküşü daha da hızlandırıyor.
Tarihin bize öğrettiği bu gerçekler Türkiye’de ‘eski’ medyanın en büyük temsilcisi Doğan Grubu için de geçerli kuşkusuz. 90’larda rakiplerine karşı girdiği bütün savaşlardan, her türlü silahı kullanma pahasına da olsa galip çıkan grup 2000’li yıllarda ve özellikle 2005’ten sonra felç edici bir kafa karışıklığı içine girdi.”
“... Grubun zaafını iyi gören ve muhalefet potansiyeli taşıyan tüm kurumları yeniden tasarımlamaya zaten kararlı olan iktidar bundan tepe tepe yararlandı.”
‘Aydın bey, Kral Lear’ı anımsatıyor’
Haluk Şahin, Doğan Grubu’nun son 2 yıldır kendi yayın organlarında yaptığı ya da yapmaya razı olduğu operasyonları değerlendirirken bazı noktaların altını çiziyor: “İplerin biraz gevşetilmesi için her türlü tavizi verebileceğini kanıtlama çabası, grubu askıya alanları zevkten dört köşe etmesinin yanı sıra daha talepkar hale getirdi.
Bırakın yatırım alanlarını, gazete yöneticileri ve köşe yazarları düzeyinde talepler olağanlaştı.
Nitekim, Radikal’den çıkarılan Türker Alkan’ın hatırı bile sorulmazken, her yazısında iktidarı öven ve AKP muhaliflerine en ağır sözlerle saldıran Hasan Celal Güzel‘e hemen Vatan Gazetesi’nde bir köşe bulundu.”
Şahin, sürek avı sonucu takatsiz kalan grubun büyük bunalımını şu sözcüklerle betimliyor: “Veda mektubumun ardından Aydın Doğan‘dan gelen ve şahsıma iltifatlarla bezenmiş ‘çaresizlik’ telefonunu buruk bir gülümsemeyle dinledim. Aydın Bey’in Kral Lear’ı anımsatan yorgun cümleleri büyük resme uyuyordu.
Artık ipler başkalarının elindeydi.”

“Zaman zaman iktidarlar, tam anlamıyla ele geçiremedikleri medya ile tangoyu sürdürmek yerine, müziği değiştirmeye heveslenir” diye açıklıyor Haluk Şahin, medyanın dizayn edilmesi girişimlerini: “Daha önce Özal’ın, Babıali’yi ‘ikibuçuk gazete’ye indirme girişimi Asil Nadir’in iflasıyla çöktü, Mesut Yılmaz’ın Korkmaz Yiğit çıkarması, Yılmaz’a Yüce Divan yolunu açtı, 2011 yılına bakıldığında AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte ufak ufak başlayan girişimin büyük çapta amacına ulaştığı görülüyor.”
Alıntıdan da anlaşılacağı üzere daha önceki girişimlerin tersine günümüzde “çok farklı bir müzik çalıyor”. Medyanın birkaç örneği dışında hemen hepsi o müziğe uygun dans ediyor. Biraz daha geriye giderek Vedat Türkali’nin “Birgün Tekbaşına”da tasfir ettiği basın rejimi bu sefer hayat buluyor.
Terbiye değil tasfiye
Evet, basın ve medya yeniden tasarımlandı. Diğerlerinin başarısız olduğu bu işi AKP becerdi. Nasıl olduğunu Şahin’in “Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar”ından aktaralım:
“AKP, medya sorununu öncekilerin tersine, eski aktörleri terbiye etmek olarak değil, onları bir şekilde tasfiye edip yerlerine kendi adamlarını koymak şeklinde tanımladı. Bu aslında AKP’yi yöneten kadronun Türkiyenin tüm kilit kurumlarına uyguladığı yöntemden farklı değildi.”
Tam saha pres, adam adama markaj
AKP medyayı “adam etmek” için duruma göre havuç ve sopayı eksik etmedi. Şahin bu durumu “Tam saha pres, adam adama markaj” şeklinde betimliyor. Öncekilerden farklı olarak AKP’nin medya alanında “aktif” bir tutum izlediğinin altını çiziyor. Öyle bir takip ki “mülakat yapılacak uzman konuk” düzeyinde bile işliyor.
Ele geçirme stratejisinin cepheleri
İktidarın 9 yıllık politikasına bakıldığında medya için çok cepheli bir stratejinin ısrarla uygulandığını kitaptan şöyle alıntılayalım: “Bir cephe, var olan medyanın zayıflatılması, köşeye sıkıştırılması ve bunaltılması. Doğan grubuna kesilen ve dünyanın hiçbir medya kuruluşunun ödeyemeyeceği cezanın diğer medya patronlarının yüreğine korku saldığı açıkça görülüyor.” “İkinci cephe, yandaş bir medya yaratılması için atak bir tutum izlenmesi. Örneğin Sabah grubunun dost bir holdinge satışı operasyonunda gözü kara denebilecek bir pervasızlıkla davranıldı. Kamu bankalarından ve Arap dostlardan destek sağlandı. Türkiye’nin ikinci büyük medya grubu, Başbakan’ın damadının başında bulunduğu bir şirkete verildi. Hükümete yakın duran ya da cemaat referanslı diğer gruplar da medyaya giriş konusunda cesaretlendirildi.
Bunun karşılığında, yandaş medyanın ayrıcalıklı muameleye mazhar olduğu, haberin içeriğinden, servis edilen malzemeyle soslandığı, hükümetin desteklediği davalarda enstrümental olarak kullanıldığı açıkça görülebiliyor.”
“Üçüncü cephe, TRT ve RTÜK gibi ‘özerk’ olamayan kurumların birer ideolojik aygıt haline dönüştürülmesi ve baskı aracı olarak kullanılması.”
“Dördüncü cephe, yargı aracılığıyla medya mensuplarının haber ve yorum yapma özgürlüklerinin kısıtlanması , gazetecilerin davalarla bunaltılması, evlerinin ve bürolarının basılması, özel notlarına el konulması, açıklanmamış delillerle tutuklanması.”
Bu yöntemlerin AKP açısından sonuç verdiğini; “manşete çıkacak konuların ‘hassasiyetler’ dolayısıyla hiç yazılmadığı ya da iç sayfalara saklandığından” görüyoruz.. Hepsi demokrasi adına...
Nereden nereye?
Peki bu duruma nasıl gelinmişti? Son 30 yılda medya alanındaki köşe taşları diyebileceğimiz olgular kitapta şöyle özetleniyor: “12 Eylül rejimi, basını yalnızca yasakları, hapse attıkları, işkenceleri ve envai çeşit baskılarıyla ezmekle kalmadı, diğer alanlarda olduğu gibi burada da bir ‘tabula rasa’ yaratmak istercesine içini boşalttı. İçini daha sonra neo-liberal ve islamcı ideolojilerin dolduracağı büyük bir boşluk yaratıldı.
1990’ların hızlı büyümesi, siyaset ile medya kurumu arasındaki çarpık ilişkiler ve keskin rekabet ‘tekelleşme’ tartışmasının yanı sıra özellikle dağıtıma dayanan kartelleşme eğilimlerini gündeme soktu.
Medya sermaye yapısının değişmesinin en göze çarpan yanlarından birisi islamcı kökenli sermayenin ağırlığının artmasıydı. Özal döneminde başlayan ‘fırsat alanı yaratma’ politikasından islamcı holdingler, tarikatlar ve cemaatler sonuna kadar yararlandılar. Radyolar, televizyonlar aldılar, gazetelerine gazete kattılar. Kendi dar ‘cemaat’ çevrelerini aşıp diğer alemlere uzandılar, post-modern kılıklara büründüler.
Başarılarını gazetecilik ölçütleriyle değil ‘davaya hizmet’ ölçütleriyle değerlendiriyorlardı. Meslek kamuoyunun ortak değerleri onların derdi değildi.”
İşte 2001 ekonomik krize ve AKP iktidarına böyle bir sürecin sonunda gelindi.
Son dönemin karanlık sayfaları
“2011 yılı ilkbaharının basın tarihimize kara bir sayfa olarak geçeceğine inanıyorum” diyor Haluk Şahin: “Gazetecilerin evleri, matbaalar basıldı. Sabaha karşı evden toplandı, kitapların bilgisayardaki müsveddelerini yok etmeye çalışmak türünden görülmemiş şeyler yaşandı. Bir eşik aşılmıştı.”
Haluk Şahin, medyanın bu hallere gelişini ortaya koyduğu netlikle, son yılların gazete baskınlarını ve tutuklamaları açıklayamıyor. Çünkü karanlık sayfayı 2011 ilkbaharıyla başlatıyor. Öncesinde Başkent TV, ART, Ulusal Kanal ve Aydınlık hiç basılmamış, 10 yöneticisi tutuklanmamış, başyazarı, yazarları, genel yayın yönetmeni hala tutuklu değilmiş gibi hiç bahsedilmiyor. “Basın kahramanı” olmayanların da basın özgürlüğünden nasibini alması gerekmez mi?
Elbette Odatv operasyonu basın özgürlüğü açısandan büyük bir kırılmaydı. Ancak derin çatlak 2008’in Mart ayında yarılmaya başlamıştı. Onu göremeyenler 2011 kırılmasını tahmin bile edememişti. Sanırım Haluk Şahin de bu durumun içindeydi. Kitaba yönelik eleştirimi de böyle belirttikten sonra en ilginç kısmına geçelim.
Manifesto gibi konuşma
Kitapta yer alan, Uluslararası Basın Enstitüsü’nün 13 Eylül 2010’da düzenlediği “60. Yılında Dünya Basın Özgürlüğü Kahramanları” ödül törenindeki bir konuşma hayli dikkat çekici. Sunday Times’in eski genel yayın yönetmeni Sir Harold Evans’ın konuşmasını bir manifesto olarak okumanızı öneriyorum.
İlk cümlesini aktaralım:
“Ne zaman bir gazeteci haber kaynağını açıklaması için baskı altında kalırsa bunu yapmaya asla yanaşmayan Saceo Sano Malifa’yı düşünmeli.”
“...Namibialı Gwen Lister; hamile olduğu halde adaletsizlikleri ifşa etmekten geri durmadı, haber kaynaklarını açıklamadığı için mahkemelerde süründürüldü, tutuklandı, gazete binası yakıldı.”
Olguların bizzat kendisi devrimcidir
Haluk Şahin, “Halkın gerçekleri öğrenmesinin önemine birlikte çalıştığım ve çoğu sol düşünceye sahip olan meslektaşlarımın hemen hepsi inanıyorlardı” diyor. Ve TRT’deyken yayınladıkları haber programlarını savunurken Gramsci’nin “Olguların bizzat kendileri devrimcidir” sözüne gönderme yapıyor.
Evet Uğur Mumcu’nun da şimdilerde dillere sakız olan ünlü sözü “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz” genel kültür anlamındaki bilgi değil bizzat o olgulardı.
Bir haberi “haber” olarak savunabilmek, işte o “haberin namusu” olan olgulara dürüstçe bağlı olmaktan geçiyordu.
George Orwell’ın bir sözünü ekleyerek bitirelim biz de:
“Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.” (07 Aralık 2011)

Hiç yorum yok: