17 Haz 2012

Türkiye Kime Kalacak?


Cumhuriyet 16.06.2012


SAĞNAK
Nilgün Cerrahoğlu


Entelektüellerin plajlarda yaz boyu yanlarından ayırmayacakları “Türkiye Kime Kalacak?” ; kısa, özlü, kolay okunabilir bir kitap. Ancak zaman zaman insanda soğuk suyun altına girip serinlemek ihtiyacı yaratıyor…
Osman Ulagay’ın “Türkiye Kime Kalacak?” kitabını büyük ilgiyle ama yer yer ateş basma duygusuyla okudum…
Türkiye Kime Kalacak?” devamlı güç sorular üzerinde kafa yoruyor ve insanı mütemadiyen düşünmeye zorluyor. Muhalefet adına özellikle “Biz nerede yanlış yaptık?” sorusuna odaklanması, kitabın kanımca en değerli yönünü oluşturuyor.
Ulagay’ın her zamanki gibi mükemmel zamanlamayla çıkardığı 169 sayfalık eser ayrıca etraflı birErdoğan analizi yapıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın ruh hali üzerinde hedefi on ikiden vuran tespitlerde bulunuyor. Başbakan’ın en iyi -belki de tek!- bildiği dilin, “güç dili” olduğunu vurguluyor. Buna paralel olarak Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinden Ankara kriterlerine savruluşunun kısa öyküsünü sunuyor.
Muhalefetin affedilmez günahları…
Kitabın sayfaları boyunca her geçen gün despotlaşan Erdoğan Türkiye’si ile atbaşı giden şekilde muhalefetin beceriksizliği ve çapsızlığına odaklanıyor Osman Ulagay.
AKP’nin önlenemez yükselişi ve havalanışında; bu partinin bizatihi kendi dinamikleri olduğu kadar, muhalefetin silikliği ve çaresizliğini ön plana çıkarıyor.
Muhalefetin değişime kapalı olmasının, çözümü gelecek yerine yüzyıl öncesinde aramasının abesliğine değiniyor. Laik kesimin özeleştiri yapmamasının ve siyasi bilinç eksikliğinin, başarısızlığında etkili olduğunu söylüyor. Bunları uluslararası içerik ve konjonktür içinde okumaya çalışıyor.
Ulagay’ın “Türkiye Kime Kalacak?” kitabı, tüm bu zihin açıcı yönleriyle insanı düşünmeye itiyor. Kitabı okuduğunuz sürece yalnızca okumuyor, yazarıyla kendinizi sürekli münakaşa içinde hissediyorsunuz…
Osman’la benim böyle zihnimde tartıştığım birkaç konu başlığı var. Onları burada sırayla listelemeye çalışacağım… Sevgili Osman’la kitabın ilk sayfalarından itibaren kafamda tartışmaya başladığımı söyleyebilirim.
Daha 14. sayfada yazar; “AKP’nin kurulduğu dönemde benim Erdoğan’a bakışım bugünkünden farklıydı çünkü Erdoğan’ın tavrı, özellikle de düşünce ve ifade özgürlüğü konusundaki yaklaşımı bugünkünden çok farklıydı” diyor…
Bu satırları okurken el mahkûm “Acaba iki Erdoğan mı var?” oluyorsunuz…
Benim hatırladığım Erdoğan, daha Başbakan olur olmaz; genç bir gazeteci meslektaşımızı“Ağzın leş gibi içki kokuyor!” diye haşlamıştı. Üstüne üstlük AB turlarının başında zinayı suç yapmak istemiş, bunun için bir şimşek hızıyla teşebbüse geçmişti...
Perşembenin gelişini çarşambadan bağıra bağıra anonslayan bu örnekler, içki başta olmak üzere Başbakan’ın farklı yaşam tarzlarına, medyaya, kadın erkek eşitliğine bakışını/yaklaşımını ve zihin haritasını özetliyor; hoşgörü fukaralığını ilk günden haber veriyordu….
Ama aralarında Osman Ulagay’ın da bulunduğu bazı önde gelen aydınlar; “önyargılı olmamak”adına tehlike işareti veren bu sinyallere rağmen Erdoğan’a kredi açmayı yeğlediler.
Bu, “Oğlum /kızım /yavrum sakın ateşe elini sokma! Sonra canın yanar!” ihtarına rağmen; küçük bir çocuğun ateşi ancak onu tecrübeyle öğrenmesine benziyor. Ama ne yazık ki ateşe verilen burada çocuğun parmağı değil, Türkiye oluyor…
Türkiye Kime Kalacak?” bundan böyle artık frenleri tutmayan RTE Türkiye’si ile olduğu kadar, yazarın kendisiyle yaptığı bir hesaplaşmayla ortaya çıkmış olan bir kitap. Bu nedenle okuyanlar da ister istemez kendi kişisel mülahazalarıyla böyle benim yaptığım gibi satırların içine çekiliyor.
Batı’nın sorumluluğu yok mu?
Osman Ulagay’ın “Türkiye Kime Kalacak?”ın sayfalarında döne döne işaret ettiği başka bir şey daha var.
O da; Türkiye’de olanı biteni sürekli Amerika’nın yönettiği/yönlendirdiği; “Batı/ ABD komplosu/ oyunu” şeklinde gören ve açıklayan, Türkiye’de muhalefetin sık içine düştüğü saplantılı bakış.
Bu bakışı Osman Ulagay aşırı basit, kolaycı ve kendini sorumluluktan ayıklayan soyutlayan yönleri ile yeriyor.
Türkiye Kime Kalacak?” kitabının neredeyse temel eksenini oluşturan bu yaklaşım, gerçekte çift ucu keskin bir bıçak…
Çünkü her şeyi “Batı komplosu” ezberiyle izah etmek ve dolayısıyla (her sorumluluktan azade olmak!) sorumluluk almamak kadar; Batı’ya hiçbir sorumluluk atfetmemek de başlı başına bir problem.
Bana göre bunlar, birbirinden aşağı kalır problemler değil…
AKP’nin yükselişinde, pompalanışında, Türkiye’ye dört koldan,“İslamcı” değil Batılı Hıristiyan Demokrat partiler gibi zararsız “muhafazakâr” (namı diğer demokrat) yaftasıyla paketlenip sunulmasında Batı’nın –misal!- hiçbir rolü olmadı mı?
Adına “komplo” demeyelim de “reel politik” diyelim…
“Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında eşbaşkan Recep Tayyip Erdoğan’a yüklenen rol bir yandan; AB sürecinde Türkiye’nin tekerine ardı ardına sokulan çomaklar beri yandan…
Çıkan tabloda Batı’nın hiçbir sorumluluğu yok mu?
Türkiye Kime Kalacak?”; bu sorumluluğu -muhalefeti gerekli özeleştiriye zorlamak adına- görmezden geliyor.


“Türkiye Kime Kalacak?”ın en düşündürücü bölümleri, “korku” ve “kaygılara” ayrılmış olan sayfalar...
“Korku imparatorluğu” söylemiyle Türkiye’de sıkça atıf yapılan bu dinamiğe; Osman Ulagay daha farklı bir “korku kültürü”ifadesiyle başvuruyor. Ve korkunun kökenlerini, RTE Türkiye’sinde kendisini güçlü biçimde hissettiren otoriter uygulamalardan çok; “eski ayrıcalıkları”yitirmeye bağlıyor.
İnsanlar diğer deyişle; telefonları dinlendiği ve birbirleriyle konuşamaz hale geldikleri için değil, düzenlerini tersyüz eden değişimi anlayamadıkları için korku yaşıyorlar Ulagay’a göre...
Bir “güç kaybının paniğini” duyuyorlar...
Muhalif konumda bulunan insanlar zorbalıkların kurbanı oldukları için değil; bizatihi kendi zorbalıklarını başkalarına dayatamadıkları için korku yaşamış oluyor yazarın bu analizi uyarınca...
Bunun, Türkiye’deki durumun gerçekliğini karşılayan ve yansıtan bir saptama olduğunu düşünmüyorum.
Ulagay bana göre bu tahlil hatasına; Türkiye’deki “korku imparatorluğunu”,Batı’daki “değişim korkusuyla” karşılaştırdığı için düşüyor.
Dominique Moisi’nin “Duyguların Jeopolitiği”adlı kitabında ele aldığı “korku analizinin”cazibesine kapılan yazar; Batı’daki küreselleşme altüst oluşunun korkularıyla Türkiye’deki “korku imparatorluğunu” bir/koşut tutuyor.
Küresel değişim süreci içinde Batı’nın üstünlüğünü yitirmesi, Batı’da nasıl bir güven kaybı yarattıysa; “Türkiye’de de statükonun sarsılması... Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren ülkeyi yöneten ve yönlendiren kadroların... gelecek üzerine söz söyleme ve belirleyici olma konumlarını kaybetmelerine yol açıyor...”
Ulagay’a göre laik Cumhuriyetçiler bu nedenle korkuyorlar ve tıpkı Batı’da olduğu gibi “ayrıcalık yitirme” sancısı yaşıyorlar.“Üstünlük kaybı” yüzünden girdikleri “korku sarmalıyla” etraflarındaki değişimi okuyamıyorlar. Ve “korku kültürü” abesliğini bir yana bırakıp bir türlü “umut kültürüne”sarılamadıkları için; kitlelere gelecek vaat edemiyor, kaybetmeye mahkûm kalıyorlar...
‘Ayrıcalık’ değil... ‘hakları’ yitiriyoruz
“Korku imparatorluğu”; Batı’nın-Moisi’nin!-“korku kültürü” ile karşılaştırılabilir mi?
Bana göre hayır.
Batı’nın kaygıları, bizimkilerin yanında, çok görece kalıyor.
Batı’da düzen değişikliğinden duyulan kaygıların; Avro’nun sarsılmasından, göçmen işçi akımına, geleneksel siyasetin etkinliğini yitirmesine... Avrupa’nın liderliğini kaybetmesine dek uzanan... binbir nedeni var.
Türkiye’deki korkuların nedeni ise yalın ve tek: Bizler, baskıcı bir din devleti olmanın korkusunu yaşıyoruz.
Askeri vesayetten, sivil vesayete dönme korkusunu; kadın erkek eşitliği gibi çok yaşamsal hakları kaybetmenin korkusunu duyuyoruz.
Buradaki korkular genel geçer “ayrıcalıkları yitirmenin” korkusu değil...
Kazanılmış/kazanılmış olduğu düşünülen“hakları yitirmenin” korkusu!
Batı’da gökkuşağı gibi değişen/değişken korkularla; gece ve gündüz çizgisindeki farkı belirleyen Türkiye’deki korkuları karşılaştırmak olası değil.
Türkiye bir “rejim değişikliği” (Türkçesiyle“sivil darbe”) yaşıyor.
Batı’da, böyle bir sorun yok.
Bizde geleceği tutsak alan korkular, Batı’daki gibi, adı konulamayan “belirsizliklerden”kaynaklanmıyor; kaygılar bizde bilakis fazlasıyla belirgin olan ancak buna rağmen önü alınamayan bir gidişata yönelik...
Türkiye’de insanlar Avrupalılar gibi, önlerini göremedikleri için korkuya kapılmıyor.
Tersine...
Yönelinen istikameti gayet açık ve sarih kestirebildikleri için kâbus yaşıyorlar...
Badire, burada göre göre; göstere göstere geliyor...
Türkiye’nin “korku travmasını”, Batı’nın travmasıyla karşılaştırmak bu durumda bana göre -heyhat!- biraz oryantalist kaçıyor.
Hikâyenin önemi...
Türkiye Kime Kalacak?ta Ulagayın öne çıkardığı bir diğer husus, siyasi başarıyışartlayan hikâyenin” önemi...
Yazarın ısrarla vurguladığı görüşe göre; Erdoğanın başarısının sırrı etkileyici birhikâyeye sahip olmasındankaynaklanıyor.
Muhalefetin, güçlü bir hikâyeden yoksun olması; tamamıyla ters orantılı biçimde, başarısızlığın kaynağını oluşturuyor.
Muhalafet ve CHPnin bozuk plak gibi eski hikâyeye saplanıp kalmasının, kitleleri artık harekete geçiremediğini ve heyecan yaratmadığını söylüyor özetle Ulagay.
Hikâyenin önemi de, oldukça görece.
Kime ve neye göre hikâye”?
Hikâyenin önemine kim karar veriyor?
Küresel düzenin bol miktarda gaz verdiği Sarkozy ve Berlusconi gibi liderlerin degüçlü hikâyeleri” vardı örneğin...
Medyalar; hikâyesi olan bu liderlere, Erdoğana olduğu gibi vaktiyle küçümsenmeyecek oranda destek, güç ve gaz verdi.
Sonunda bu karşı konulmaz hikâyeler, büyük bir kriz konjonktüründe, patlamış balon misali, aniden sönüverdi.
Berlusconinin yerini Çizmede renksiz bir teknokrat; Sarkozynin tahtını da (ülkesinin eski cumhuriyet değerlerinesahip çıkan) hikâyesiz, normal, sıradan bir vatandaş kapıverdi...
Diyeceğim o ki... hikâyenin hikâyesi de aslında hikâyedir.
Küresel düzenin şartladığı koşullar ve bu koşullara karşı gösterilen direnç; son kertede daima daha belirleyici ağırlık taşıyor.
Biz gene laikler olarak tabii Nerede yanlış yaptık?ı düşünelim.
Ama yaşadığımız dünyanın gerçeği böyle.
NOT: Sevgili Ataola çok geçmiş olsun!

Hiç yorum yok: