Gazetede yayınlanan habere göre, sıralama en az yolsuzluktan
en çok yolsuzluğa göre aşağıya doğru iniyor. Yukardan aşağıya sıralama şöyle:
İsveç, Singapur, İsviçre, Avustralya, Norveç, Kanada, Holanda... Aralarında
hiçbir “Müslüman” ülke yok! Yolsuzluk açısından en kötü durumda olan ülkeler:
Somali, Afganistan, Kuzey Kore, Sudan, Myanmar, Özbekistan, Türkmenistan, Irak,
Venezuela, Suriye, Pakistan, Azerbeycan, İran, Mısır, Çin... Bunlardan 11’i “Müslüman”
ülke. 176 ülke arasında Türkiye 54’üncü. Hiçbir “Müslüman” ülkenin Türkiye’nin
üstünde yer aldığını sanmıyorum.
Soruyorum: Yolsuzluk “Müslüman” ülkelerde gelenek mi? Galiba
gelenek. Arap ülkelerinde “Bahşiş” bu geleneğin içinde yer alıyor.
Medeniyetlere dair
AKP’nin Başbakanı R.T. Erdoğan, Türkiye İhracatçılar
Meclisi’nin “İnnovasyon Haftası” etkinliklerinin açılışında konuşurken sözü
gene “Tarihimiz”e getirmiş. Hürriyet Gazetesi’nden (07.12.2012) aktarıyorum,
şöyle diyor:
“Birkaç yüzyıldır, bizim medeniyetimiz batı medeniyeti
karşısında gerilerken, maalesef, bizim insanımızın kendine güveni geriledi.
Medeniyetler, doğar, gelişir, büyür, ama dikkat edin, ölmez, yok olmaz.
Medeniyetler, olsa olsa duraklar, sönük hale gelir, uykuya yatar. Ama medeniyetler,
o medeniyetin mensupları yok olmadıkça yok olmazlar. Önce, bu medeniyetin
mensuplarını yok etmek istediler. İstiklal Savaşı’nı yaptık, bir varlık
mücadelesi verdik ve tarih sahnesinde güçlü şekilde yerimizi aldık. Ancak bizi,
milletimizi, medeniyetimizi yok etme konusunda başarı sağlayamayanlar bu sefer
de bizim elimizle medeniyetimizi yok etme çabasına girdiler.”
AKP Başbakanı’nın söylediklerinin çoğu yanlış:
Uygarlıklar, durakladığı, uykuya daldığı zaman ölür. Çünkü
zaman ve mekânla olan diyalektik ilişkisini yitirmiş, onu var eden siyasal,
toplumsal, ekonomik ve kültürel temelleri çökmüştür. Akıl, zekâ, bilgi
çökmüştür. Osmanlı düzeni de çökmüştür. Uykuya dalmış değil. Çökmüştür. Fetih
ve yağma düzeni, akıl, bilgi, bilim ve teknoloji düzeni karşısında bozguna
uğramıştır. Ölmüş olan uygarlığı, Çamlıca ve Taksim’e camiler dikerek, laik
eğitim-öğretim düzenini değiştirerek, kadınların elinden özgürlüğünü alarak, Arap
kültürüne öykünerek diriltemezsiniz.
2. Batı’nın yok etmek istediği “Bizim Medeniyetimiz”
değildi. Bizim siyasal egemenliğimizdi. Bu egemenliğin denetimi altında bulunan
zenginlikleri ele geçirmek için Osmanlı devletini yıkmak istediler. Kapitalist
emperyalizmin buna gereksinimi vardı. Zorunluydu. Batı’nın çağdaş düzeni,
Osmanlı’nın ortaçağ düzenini yıktı, parçaladı ve yok etti. Çünkü bunu başaracak
akla, bilgiye, bilim ve teknolojiye sahipti.
3. Osmanlı düzeni, Batı’ya karşı koyamadı. Ama o düzenin içinde
yer alan bir “parça” tarihsel kimliğinde var olan “deha” ile kendini kurtardı,
ayakta kaldı. Bu deha kurduğu Cumhuriyet düzeni için, kendisini, Osmanlı
düzenini yenen akıl, bilgi, bilim ve teknoloji ile aşıladı. Tarih sahnesindeki
yerimizi bir Osmanlı olarak değil, Cumhuriyet’in evrim ve devrimleriyle aldık.
4. AKP’nin başbakanı, Cumhuriyet’i değil, Osmanlı’yı
savunuyor ve bunu uyguladığı iç ve dış siyasetle kanıtlıyor.
5. “Milletimizi, medeniyetimizi yok etme konusunda başarı
sağlayamayanlar bu sefer de bizim elimizle medeniyetimizi yok etme çabasına”
girmiş değiller. Hedefleri, Osmanlı’nın temsil ettiği ve artık uykuya dalmış,
siyasal güçten yoksun uygarlık değil. Hedef, tam bağımsız, laik ve çağdaş bir
toplumun sahip olduğu devindirici güç! Aklı olan herkes, AKP iktidarının
Osmanlı’yı yıkan emperyalizmle birlikte yürüdüğünü görüyor.
AKP’nin Yeni Osmanlıcı tavır ve girişimleri olmasaydı, kimse
durup dururken Osmanlı tarihinin gerçekleriyle hesaplaşmak zorunda kalmazdı.
Tarih ve gerçek
Tübitak’ın canına okuyor, Bilimler Akademisi medreseye
çeviriyor.
Gününü (şimdiyi) anlayıp değerlendiremeyen bir kimsenin
geçmişi doğru anlaması ve değerlendirmesi mümkün değildir. O kişi, bir selefî
gibi, sadece, geçmişe tapar, geçmişi putlaştırır.
Başbakan, “Biz, eziklik, güvensizlik, pısırıklık, sinmişlik
içinde asla olmayacağız. Bizim başımız hiçbir zaman öne eğilmeyecek” diyor.
Başbakan bu gerçeği yeni görüyorsa çok yazık! Cumhuriyet,
Türk milletini 90 yıl önce Osmanlı’nın aşağılık duygusundan kurtarmıştı. Ama
AKP, Cumhuriyet’in kurucularına faşist diyor.
NOTA BENE: Arapça Hulyâ’nın Türkçe anlamı “kuruntu”dur. Yani
olmamış bir şeyin olacağını (olduğunu) sanmak: Yersiz ve yanlış düşünce. Ham
hayal!
AKP’nin Başbakanı R.T Erdoğan, Türkiye İhracatçılar
Meclisi’nden yaptığı konuşmada tarihe ve dilbilime eşsiz katkılarda bulunuyor.
Okuyup müstefit olalım, yani yararlanalım:
“Fetih dediğiniz kavram, kusura bakmayın, savaşarak,
birilerinin boynunu kopartarak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde
etme girişimi değildir. Fetih tam tersine, kapılardan önce kalpleri açma
girişimidir. Fetih, bir medeniyeti, sevgi medeniyetini yakın ya da uzak
diyarlara taşımaktır. Fetih kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır.
Onun için İstanbul’un fethinde Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i,
Akşemsettin’i karşılarken ‘başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı
görmeyi arzu ederiz’ demişlerdi. Çünkü birinde adalet vardı, birinde zulüm
vardı. Bunu çok iyi biliyorlardı.”
Tarihe tersinden yapılan değerli katkılar!
Acaba öyle mi?
1.Osmanlıca-Türkçe sözcüklerde “FETH” (Fütûh; Fütûhât) şu
anlamlara geliyor: 1. Açma, açılma; 2. Başlama; 3. Kuşatma, zapdetme.
“Feth”in kendi başına “Kalpleri açma girişimi” diye bir
anlamı yok. Ancak isim tamlaması yapılarak, belki, böyle bir anlam
üretilebilir.
Demek “Allah! Allah!” naralarıyla, yeri göğü inleterek,
Konstantiniyye, Viyana ve Budin kal’alarına saldıran yeniçeriler ellerinde
kalem tutuyormuş. Saptırma dediğin böyle olur işte!
2. Osmanlı, fethettiği topraklara herhangi bir uygarlık
değil, kadı, zaptiye ve yeniçeri götürmüş ve bunu yaparken kendi öz dili
Türkçeyi unutup Arapça-Farsça karışımı bir dil (Lisan-ı Osmanî) icat etmiş ve
Türkleri “Etrak-ı biidrak” (İdraksiz Türkler) olarak tanımlama lütfunda
bulunmuştur.
3. Tarih kitapları Osmanlı’nın gittiği yere rüşveti
götürdüğünü, rüşveti buralarda kurumsallaştırdığını yazıyor.
4. Bizans kadınlarının Fatih Sultan Mehmet ve Akşemsettin’i
karşılamasına gelince: Bizans kadınları neden işgalciyi karşılasınlar, olsa
olsa korkuyla bakmışlardır. Başbakan Bizans kadınlarına “Natasha” muamelesi
yapıyor. Başbakan’a göre Bizans “Aspasya”ları gönül ve bağırlarını Fatih Sultan
Mehmet’e açmışlar. Peki Akşemsettin’in orada işi ne? Bu da sahneye İslâmî hava
vermek için eklenmiş bir tevatür.
Başbakan sayesinde Bizanslı Aspasyaların Katolik
kardinalinin külahı yerine Osmanlı sarığını tercih ettiğini öğreniyoruz. Bizim
okuduğumuz laik okullarda bu cümleyi Ortodoks papazların söylediği yazıyordu.
Doğrusu: Efes Piskoposu Markos Evgenikos. Demek ki imam-hatip mekteplerinde bir
başka tarih okutuluyormuş.
5. Osmanlı eğer fethettiği ülkelere kendi uygarlığını, kendi
dilini, kendi kültürünü, kendinde olmayan adaleti götürmüş olsaydı, ne
Avrupa’dan, ne Arap memleketlerinden ne de Afrika’dan gerisin geri gelmezdi.
Bazı insanlar, kimi halklar, ya kılıç korkusundan ya da yerel çıkarlardan
dolayı Müslüman olmayı seçtiler. Tıpkı Ortodoks Sırpların zulmünden kurtulmak
için Müslüman olan Sırp Bogomiller gibi. Bunlara daha sonra “Boşnak” denildi.
Osmanlı kendisine haraç vereni, özel vergileri zamanında
ödeyenleri rahat bıraktı. İşte buna “Osmanlı adaleti” diyorlar.
En resmi Osmanlı dönemi tarihçileri bile Başbakan’ın
söylediklerini doğrulamıyor. Ben fakir Başbakan’a Koçi Bey’in iki risalesini
bulup okumasını tavsiye edeceğim:
Koçi Bey risalesi, Osmanlı Devleti’ndeki yozlaşmaları ele
alan, bozulmaların nedenleri ve çözümleri ile ilgili öneriler sunan, Koçi Bey
isimli Arnavut kökenli bir şahsın yazdığı ve padişaha sunduğu raporlardır. Bu
risalelerde, Osmanlı devlet düzeninin dayandığı esaslara değinilmekte ve
bozulmaların nedenleri, biçimleri ele alınmaktadır. Koçi Bey, XVII. Yüzyıl
eleştirisini yapmaktadır. Saray ve İstanbul’un durumu kötü, devlet idaresi
yozlaşmış, değersiz devlet adamlarının cirit attığı, isyanların ve iktisadi
çöküntünün kendini hissettirdiği bir dönem. Risaleler, IV. Murad ve Sultan
İbrahim’e sunulmuştur.
Koçibey’e göre: 1.Padişahın etrafında dalkavuk devlet adamları
vardır ve bu yüzden padişah, halkın sorunlarından uzaktır. 2.Tımar ve Zeamet
sistemi bozulmuş, topraklar verimsiz, halk rahatsızdır.3. Rüşvet artmış,
memuriyet alım satımı yapılmaya başlanmıştır. 4. Kuruluş felsefesi, disiplin ve
devletin bekası olan Yeniçeri ocağı artık silahını, padişah, devlet ve millete
çevirmiştir.
Günümüzden tavsiyeler
Başbakan’ın imam-hatip mektebinde, Milli Türk Talebe
Birliği’nde, İlim Yayma Cemiyeti’nde ve Komünizmle Mücadele derneklerinde
öğrendiği tarih gerçek bir tarih değil.
Kendisine ve hayranlarına birkaç kitap tavsiye edeceğim:
1. Prof.Dr.Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai
Tarihi. 1.Cilt: 1243/1453; 2. Cilt: 1453-1559. Cem Yayınevi; - Türk Halkının
Dirlik ve Düzenlik Kavgası, “Celali İsyanları”, Bilgi Yayınevi.
3. Prof.Dr.Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle
Adli Rüşvet), İnkilap Kitabevi; - Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Birey ve
Toplum Yayınları; - Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Birey ve Toplum
Yayınları.
Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi’nin 2. Cilt’inden bir
alıntı: “Bu padişahın (Yavuz Sultan Selim) son yıllarında, zamanının,
Türkiye’deki iç düzen yönünden pek kötü olduğunu, tarihçilerin önemle
kaydettikleri pek çok olaylar doğruluyor. Bu padişahın son yıllarında,
şehirlere ne zamandan beri yığıldıklarını söylediğimiz boş levendlerin
işledikleri hırsızlık, soygun, cinayet, fuhuş, sarhoşluk gibi suçların Bursa’da
sebep oldukları şikayetler...”(S.462).
Mustafa Akdağ’ın Aşıkpaşazade’ye dayanarak, Fatih döneminde
bile altın ve gümüş sıkıntısı çekildiği ve “akçe”nin sağlam para olmadığını
yazıyor. (2. Cilt. Sb395)
Arapça Hulyâ’nın Türkçe anlamı “kuruntu”dur. Yani olmamış
bir şeyin olacağını (olduğunu) sanmak; yersiz ve yanlış düşünce. Ham hayal!
Gerçekle, gerçeklikle ilgisi olmayan bir düş!..
Ham hayal kuranları, ayak üzerinde düş görenleri uyandırmak
bizim işimiz:
Başbakan ve benzerleri “Tarih”i fetihlerin övgüsü ve
güzellemesi sanırlar. Bunun üzerine İslâm’ın (olmayan) hoşgörüsünü, Müslüman
zorbanın adaletini, Aspasyaların Karaoğlanlar’a olan aşkını eklerler. Tam
anlamıyla “lümpen” edebiyatı. Oysa gerçek tarih bir dönemin toplumsal ve
ekonomik tarihidir. Örneğin, Muhteşem Süleyman’ın görkemli doğu seferi devletin
yıkılışını hızlandırmıştır. Aynen böyle olmuştur!
Gerçek tarih
“Gerçek Tarih”ten bir örnek vermek için, Prof.Dr. Mustafa
Akdağ’ın Cem Yayınevi tarafından 1974 yılında yayınlanan“Türkiye’nin İktisadî
ve İçtimaî Tarihi”nin 2.ciltinin (1453-1559) 395-474. sayfaları arasındaki
bölümden aktarmalar yapacağım:
Konya Selçuklu Devleti’nin 1250’den sonrası döneminde
Anadolu büyük bir geçim zorluğu yaşamaya başladı. Altın ve gümüş sıkıntısı
dayanılmaz bir durumdaydı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin en görkemli döneminde
bile sürdü. Fatih’in İstanbul’u almasına, devlet topraklarını Rumeli’de
genişletmesine, Yakın Doğu’da dünyanın en güçlü imparatorluğunu kurmasına
karşın, ekonomik ve özellikle de malî çarkın göstergesi olan akçe bir türlü
sağlam ve değeri kararlı para durumuna gelememişti. Devletin askerî ve siyasi
alanlarda o zamana kadar benzeri görülmemiş gelişmeler kaydetmesi, ekonomisini
de dünyada birinci yapmaya yetmemiş, dahası bir ara zengin gibi görünen devlet
hazinesi sık sık karşılaştığı altın ve gümüş darlığı belasını bir türlü
başından atamamıştır.
Bu bela Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar devam edecek,
borçları ödemek Cumhuriyet’e kalacaktır.
Bu nasıl yükselme
dönemi?
Muhteşem Süleyman döneminde de durum değişmedi, tam tersine
daha da kötüledi. Piyasada dirhemi değişik birkaç sikke vardı. Kimileri ağır
akçeleri toplayıp İran’a gönderiyordu. İstanbul’dan doğuya, Bağdat’a ve
Hindistan’a doğru gidildikçe gümüş, altın ve mücevherat eşyası Osmanlı
kentlerinden daha fazla ettiğinden, kimi açık gözler buralardan topladıkları bu
değerli madenleri Halep, Şam, Bağdat, Basra ve öteki doğu pazarlarında büyük
kârlarla satıyorlardı.
Kimileri de devlet sikkelerinin kenarlarını kırparak gümüş
elde ediyorlardı. Gündelik alışveriş yapan halk ve vergi ödeyiciler bu
hilelerden dolayı büyük zarar görmekteydiler.
Kanunî Süleyman saltanatının ilk yıllarından itibaren
başlayan akçe ve gümüş darlığını giderme çareleri aranırken, ülkeye dışarıdan
ve özellikle de İran’dan gelen ticari mal karşılığında, gümüş en çok bu yana
akmaktaydı. Bunun üzerine satıcıların sattıkları mal karşılığı olarak akçe ve
külçe gümüş götürmeleri yasaklandı. Bu da sökmedi. Kaçakçılık ve rüşvet yolu
vardı, daha çok işlemeye başladı.
1453-1559 döneminde dünyanın en kudretli siyasi gücü olan
Osmanlı devleti, kendi iç dünyasında çoktan çökmeye başlamıştı.
Her şey tersine
Toprak genişlemesine, nüfus artışına karşın, örneğin hububat
satışlarından ele geçen vergiler toplam olarak artmıyordu. Devlet hazinesinin
kaynaklarından elde edilen gelirler ekonomik durumun koşullarına bir türlü
uymuyordu. Bu nedenle malî darlığın yükü halkın omuzlarına biniyordu. Halkın
gözünde devlet artık bir soyguncu idi. Devlet hayatında doğal olarak sürmesi
gereken gelişme yerine, bunun tam tersi olarak, bir gerileme başlamıştı.
Kanunî’nin, malî darlık baskısı yüzünden aldığı kötü
önlemlerden biri de, ulûfesi yükselmiş yeniçerileri yüksek timarlara aktarmak
suretiyle kapıkullarına yeni bir yükselme yolu sağlamıştı. Ama Türk halkının
devlet hizmetine katılma olanağı olan timarlı sipahiliğe yeni bir darbe
indirmişti. Bu da Osmanlı’nın toprak düzenini bozmuş, çiftçi-köylüyü toprağını
terk etmeye zorlamış ve ortaya “çiftbozan” denilen topraksız köylü kitleleri
çıkmıştır. Çiftbozanlar’ın Celalî isyancılarına dönüştüğünü biliyoruz.
Osmanlı pazarlarının Avrupa ürünü malların istilasına
uğramasını, vergi toplamada yapılan yolsuzlukları, devlet yönetiminde ve
mahkemelerde saltanat kuran rüşvet düzenini sadece anacağız.
Peki çaresi?
Köylerde topraksız kalıp başta İstanbul olmak üzere büyük
kentlere göçen leventlerin sebep olduğu cinayet, hırsızlık, içki, fuhuş ve
benzeri olaylar halkta büyük bir korku ve güvensizlik duygusu yarattı. Bu
kötüye gidişin kökünde ekonomik nedenlerin yattığını düşünmek, tıpkı bugünkü
gibi, o günün yöneten kafalarınca mümkün değildi. Bu nedenle, tıpkı günümüzde
olduğu gibi, sorun dinsel yönden ele alındı. Ulema arasında İslâm dinini
yorumlama tartışmaları başladı. Bu bakımdan, dönemin yönetici ve ulemasının
R.T. Erdoğan’ın ecdadı olması çok doğal.
Muhteşem’in 1537 fermanı ile başlayan sıkı dinsel
kovuşturmalar halk için dayanılması güç bir baskı biçimine dönüştü. Hele,
1548’de, R.T. Erdoğan’ın büyük atası Ebussuud Efendi’nin şeyhülislâmlığa
getirilmesi, toplum hayatını dinsel baskı ile düzene sokma görüşünü sanki
yasalaştırdı.
Çıkan ders
Osmanlı’nın yaşadığı bozgun deneyimi, toplumsal ve malî
düzenin dinsel önlemlerle düzeltilemediğini gösteriyor. Bu nedenle mürteci
yetiştirmek için okulları imam-hatiplere ve medreselere çevirmenin bir yararı
yoktur. Halk önünde sonunda gerçeği görecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder