22 Ara 2012

Başbakan’ın Osmanlı hülyası


“Muhteşem Süleyman Ne Kadar Muhteşem” (3.12.2012) başlıklı yazımdan sonra Osmanlı Devleti’nde rüşvet geleneği üzerine bir yazı yazmayı düşünmeye başlamıştım. Bir AKP milletvekilinin “tarihe mal olmuş büyüklerimiz”e dokunulmazlık isteyen yasa tasarısından ve 6 Aralık tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Yolsuzluk Raporu’nda Türkiye 54.sırayı aldı” haberinden sonra bu yazıyı yazmak artık farz oldu. Bir de Başbakan’ın tarihe yeni katkıları var.
Gazetede yayınlanan habere göre, sıralama en az yolsuzluktan en çok yolsuzluğa göre aşağıya doğru iniyor. Yukardan aşağıya sıralama şöyle: İsveç, Singapur, İsviçre, Avustralya, Norveç, Kanada, Holanda... Aralarında hiçbir “Müslüman” ülke yok! Yolsuzluk açısından en kötü durumda olan ülkeler: Somali, Afganistan, Kuzey Kore, Sudan, Myanmar, Özbekistan, Türkmenistan, Irak, Venezuela, Suriye, Pakistan, Azerbeycan, İran, Mısır, Çin... Bunlardan 11’i “Müslüman” ülke. 176 ülke arasında Türkiye 54’üncü. Hiçbir “Müslüman” ülkenin Türkiye’nin üstünde yer aldığını sanmıyorum.

Soruyorum: Yolsuzluk “Müslüman” ülkelerde gelenek mi? Galiba gelenek. Arap ülkelerinde “Bahşiş” bu geleneğin içinde yer alıyor.

Medeniyetlere dair
AKP’nin Başbakanı R.T. Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin “İnnovasyon Haftası” etkinliklerinin açılışında konuşurken sözü gene “Tarihimiz”e getirmiş. Hürriyet Gazetesi’nden (07.12.2012) aktarıyorum, şöyle diyor:
“Birkaç yüzyıldır, bizim medeniyetimiz batı medeniyeti karşısında gerilerken, maalesef, bizim insanımızın kendine güveni geriledi. Medeniyetler, doğar, gelişir, büyür, ama dikkat edin, ölmez, yok olmaz. Medeniyetler, olsa olsa duraklar, sönük hale gelir, uykuya yatar. Ama medeniyetler, o medeniyetin mensupları yok olmadıkça yok olmazlar. Önce, bu medeniyetin mensuplarını yok etmek istediler. İstiklal Savaşı’nı yaptık, bir varlık mücadelesi verdik ve tarih sahnesinde güçlü şekilde yerimizi aldık. Ancak bizi, milletimizi, medeniyetimizi yok etme konusunda başarı sağlayamayanlar bu sefer de bizim elimizle medeniyetimizi yok etme çabasına girdiler.”

AKP Başbakanı’nın söylediklerinin çoğu yanlış:
1. “Bizim Medeniyetimiz” hangi medeniyet? Başbakan “Bizim Medeniyetimiz” diyerek, kurnazlık yapıyor. Onun aklındaki medeniyet “İslam Medeniyeti”! Türkiye Cumhuriyeti, sadece İslam medeniyetinin değil, Anadolu’da var olmuş bütün uygarlıkların mirasçısıdır.
Uygarlıklar, durakladığı, uykuya daldığı zaman ölür. Çünkü zaman ve mekânla olan diyalektik ilişkisini yitirmiş, onu var eden siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel temelleri çökmüştür. Akıl, zekâ, bilgi çökmüştür. Osmanlı düzeni de çökmüştür. Uykuya dalmış değil. Çökmüştür. Fetih ve yağma düzeni, akıl, bilgi, bilim ve teknoloji düzeni karşısında bozguna uğramıştır. Ölmüş olan uygarlığı, Çamlıca ve Taksim’e camiler dikerek, laik eğitim-öğretim düzenini değiştirerek, kadınların elinden özgürlüğünü alarak, Arap kültürüne öykünerek diriltemezsiniz.

2. Batı’nın yok etmek istediği “Bizim Medeniyetimiz” değildi. Bizim siyasal egemenliğimizdi. Bu egemenliğin denetimi altında bulunan zenginlikleri ele geçirmek için Osmanlı devletini yıkmak istediler. Kapitalist emperyalizmin buna gereksinimi vardı. Zorunluydu. Batı’nın çağdaş düzeni, Osmanlı’nın ortaçağ düzenini yıktı, parçaladı ve yok etti. Çünkü bunu başaracak akla, bilgiye, bilim ve teknolojiye sahipti.

3. Osmanlı düzeni, Batı’ya karşı koyamadı. Ama o düzenin içinde yer alan bir “parça” tarihsel kimliğinde var olan “deha” ile kendini kurtardı, ayakta kaldı. Bu deha kurduğu Cumhuriyet düzeni için, kendisini, Osmanlı düzenini yenen akıl, bilgi, bilim ve teknoloji ile aşıladı. Tarih sahnesindeki yerimizi bir Osmanlı olarak değil, Cumhuriyet’in evrim ve devrimleriyle aldık.

4. AKP’nin başbakanı, Cumhuriyet’i değil, Osmanlı’yı savunuyor ve bunu uyguladığı iç ve dış siyasetle kanıtlıyor.

5. “Milletimizi, medeniyetimizi yok etme konusunda başarı sağlayamayanlar bu sefer de bizim elimizle medeniyetimizi yok etme çabasına” girmiş değiller. Hedefleri, Osmanlı’nın temsil ettiği ve artık uykuya dalmış, siyasal güçten yoksun uygarlık değil. Hedef, tam bağımsız, laik ve çağdaş bir toplumun sahip olduğu devindirici güç! Aklı olan herkes, AKP iktidarının Osmanlı’yı yıkan emperyalizmle birlikte yürüdüğünü görüyor.

AKP’nin Yeni Osmanlıcı tavır ve girişimleri olmasaydı, kimse durup dururken Osmanlı tarihinin gerçekleriyle hesaplaşmak zorunda kalmazdı.

Tarih ve gerçek
Osmanlı tarihi elbette haremden ibaret değil! Bu tarihte, bilim adamlarının, sanatçıların, düşünürlerin büyük katkıları var. Evet! Yunus Emre’ye, Mevlana’ya, Piri Reis’e, Ali Kuşçu’ya aşkla sahip çıkan Başbakan günümüz sanatçılarına., düşünürlerine, bilim adamlarına en küçük saygı duymuyor. Çağdaş sanatçıların yaptığı heykelleri yıktırıyor,
Tübitak’ın canına okuyor, Bilimler Akademisi medreseye çeviriyor.
Gününü (şimdiyi) anlayıp değerlendiremeyen bir kimsenin geçmişi doğru anlaması ve değerlendirmesi mümkün değildir. O kişi, bir selefî gibi, sadece, geçmişe tapar, geçmişi putlaştırır.

Başbakan, “Biz, eziklik, güvensizlik, pısırıklık, sinmişlik içinde asla olmayacağız. Bizim başımız hiçbir zaman öne eğilmeyecek” diyor.

Başbakan bu gerçeği yeni görüyorsa çok yazık! Cumhuriyet, Türk milletini 90 yıl önce Osmanlı’nın aşağılık duygusundan kurtarmıştı. Ama AKP, Cumhuriyet’in kurucularına faşist diyor.
NOTA BENE: Arapça Hulyâ’nın Türkçe anlamı “kuruntu”dur. Yani olmamış bir şeyin olacağını (olduğunu) sanmak: Yersiz ve yanlış düşünce. Ham hayal!

AKP’nin Başbakanı R.T Erdoğan, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nden yaptığı konuşmada tarihe ve dilbilime eşsiz katkılarda bulunuyor. Okuyup müstefit olalım, yani yararlanalım:
“Fetih dediğiniz kavram, kusura bakmayın, savaşarak, birilerinin boynunu kopartarak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde etme girişimi değildir. Fetih tam tersine, kapılardan önce kalpleri açma girişimidir. Fetih, bir medeniyeti, sevgi medeniyetini yakın ya da uzak diyarlara taşımaktır. Fetih kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır. Onun için İstanbul’un fethinde Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemsettin’i karşılarken ‘başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz’ demişlerdi. Çünkü birinde adalet vardı, birinde zulüm vardı. Bunu çok iyi biliyorlardı.”

Tarihe tersinden yapılan değerli katkılar!
Acaba öyle mi?
1.Osmanlıca-Türkçe sözcüklerde “FETH” (Fütûh; Fütûhât) şu anlamlara geliyor: 1. Açma, açılma; 2. Başlama; 3. Kuşatma, zapdetme.
“Feth”in kendi başına “Kalpleri açma girişimi” diye bir anlamı yok. Ancak isim tamlaması yapılarak, belki, böyle bir anlam üretilebilir.
Demek “Allah! Allah!” naralarıyla, yeri göğü inleterek, Konstantiniyye, Viyana ve Budin kal’alarına saldıran yeniçeriler ellerinde kalem tutuyormuş. Saptırma dediğin böyle olur işte!

2. Osmanlı, fethettiği topraklara herhangi bir uygarlık değil, kadı, zaptiye ve yeniçeri götürmüş ve bunu yaparken kendi öz dili Türkçeyi unutup Arapça-Farsça karışımı bir dil (Lisan-ı Osmanî) icat etmiş ve Türkleri “Etrak-ı biidrak” (İdraksiz Türkler) olarak tanımlama lütfunda bulunmuştur.

3. Tarih kitapları Osmanlı’nın gittiği yere rüşveti götürdüğünü, rüşveti buralarda kurumsallaştırdığını yazıyor.

4. Bizans kadınlarının Fatih Sultan Mehmet ve Akşemsettin’i karşılamasına gelince: Bizans kadınları neden işgalciyi karşılasınlar, olsa olsa korkuyla bakmışlardır. Başbakan Bizans kadınlarına “Natasha” muamelesi yapıyor. Başbakan’a göre Bizans “Aspasya”ları gönül ve bağırlarını Fatih Sultan Mehmet’e açmışlar. Peki Akşemsettin’in orada işi ne? Bu da sahneye İslâmî hava vermek için eklenmiş bir tevatür.

Başbakan sayesinde Bizanslı Aspasyaların Katolik kardinalinin külahı yerine Osmanlı sarığını tercih ettiğini öğreniyoruz. Bizim okuduğumuz laik okullarda bu cümleyi Ortodoks papazların söylediği yazıyordu. Doğrusu: Efes Piskoposu Markos Evgenikos. Demek ki imam-hatip mekteplerinde bir başka tarih okutuluyormuş.

5. Osmanlı eğer fethettiği ülkelere kendi uygarlığını, kendi dilini, kendi kültürünü, kendinde olmayan adaleti götürmüş olsaydı, ne Avrupa’dan, ne Arap memleketlerinden ne de Afrika’dan gerisin geri gelmezdi. Bazı insanlar, kimi halklar, ya kılıç korkusundan ya da yerel çıkarlardan dolayı Müslüman olmayı seçtiler. Tıpkı Ortodoks Sırpların zulmünden kurtulmak için Müslüman olan Sırp Bogomiller gibi. Bunlara daha sonra “Boşnak” denildi.
Osmanlı kendisine haraç vereni, özel vergileri zamanında ödeyenleri rahat bıraktı. İşte buna “Osmanlı adaleti” diyorlar.

Tarih uydurmak
En resmi Osmanlı dönemi tarihçileri bile Başbakan’ın söylediklerini doğrulamıyor. Ben fakir Başbakan’a Koçi Bey’in iki risalesini bulup okumasını tavsiye edeceğim:
Koçi Bey risalesi, Osmanlı Devleti’ndeki yozlaşmaları ele alan, bozulmaların nedenleri ve çözümleri ile ilgili öneriler sunan, Koçi Bey isimli Arnavut kökenli bir şahsın yazdığı ve padişaha sunduğu raporlardır. Bu risalelerde, Osmanlı devlet düzeninin dayandığı esaslara değinilmekte ve bozulmaların nedenleri, biçimleri ele alınmaktadır. Koçi Bey, XVII. Yüzyıl eleştirisini yapmaktadır. Saray ve İstanbul’un durumu kötü, devlet idaresi yozlaşmış, değersiz devlet adamlarının cirit attığı, isyanların ve iktisadi çöküntünün kendini hissettirdiği bir dönem. Risaleler, IV. Murad ve Sultan İbrahim’e sunulmuştur.

Koçibey’e göre: 1.Padişahın etrafında dalkavuk devlet adamları vardır ve bu yüzden padişah, halkın sorunlarından uzaktır. 2.Tımar ve Zeamet sistemi bozulmuş, topraklar verimsiz, halk rahatsızdır.3. Rüşvet artmış, memuriyet alım satımı yapılmaya başlanmıştır. 4. Kuruluş felsefesi, disiplin ve devletin bekası olan Yeniçeri ocağı artık silahını, padişah, devlet ve millete çevirmiştir.

Günümüzden tavsiyeler
Başbakan’ın imam-hatip mektebinde, Milli Türk Talebe Birliği’nde, İlim Yayma Cemiyeti’nde ve Komünizmle Mücadele derneklerinde öğrendiği tarih gerçek bir tarih değil.

Kendisine ve hayranlarına birkaç kitap tavsiye edeceğim:
1. Prof.Dr.Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi. 1.Cilt: 1243/1453; 2. Cilt: 1453-1559. Cem Yayınevi; - Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, “Celali İsyanları”, Bilgi Yayınevi.
3. Prof.Dr.Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle Adli Rüşvet), İnkilap Kitabevi; - Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Birey ve Toplum Yayınları; - Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, Birey ve Toplum Yayınları.

Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi’nin 2. Cilt’inden bir alıntı: “Bu padişahın (Yavuz Sultan Selim) son yıllarında, zamanının, Türkiye’deki iç düzen yönünden pek kötü olduğunu, tarihçilerin önemle kaydettikleri pek çok olaylar doğruluyor. Bu padişahın son yıllarında, şehirlere ne zamandan beri yığıldıklarını söylediğimiz boş levendlerin işledikleri hırsızlık, soygun, cinayet, fuhuş, sarhoşluk gibi suçların Bursa’da sebep oldukları şikayetler...”(S.462).

Mustafa Akdağ’ın Aşıkpaşazade’ye dayanarak, Fatih döneminde bile altın ve gümüş sıkıntısı çekildiği ve “akçe”nin sağlam para olmadığını yazıyor. (2. Cilt. Sb395)

Arapça Hulyâ’nın Türkçe anlamı “kuruntu”dur. Yani olmamış bir şeyin olacağını (olduğunu) sanmak; yersiz ve yanlış düşünce. Ham hayal! Gerçekle, gerçeklikle ilgisi olmayan bir düş!..

Ham hayal kuranları, ayak üzerinde düş görenleri uyandırmak bizim işimiz:
Başbakan ve benzerleri “Tarih”i fetihlerin övgüsü ve güzellemesi sanırlar. Bunun üzerine İslâm’ın (olmayan) hoşgörüsünü, Müslüman zorbanın adaletini, Aspasyaların Karaoğlanlar’a olan aşkını eklerler. Tam anlamıyla “lümpen” edebiyatı. Oysa gerçek tarih bir dönemin toplumsal ve ekonomik tarihidir. Örneğin, Muhteşem Süleyman’ın görkemli doğu seferi devletin yıkılışını hızlandırmıştır. Aynen böyle olmuştur!

Gerçek tarih
“Gerçek Tarih”ten bir örnek vermek için, Prof.Dr. Mustafa Akdağ’ın Cem Yayınevi tarafından 1974 yılında yayınlanan“Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi”nin 2.ciltinin (1453-1559) 395-474. sayfaları arasındaki bölümden aktarmalar yapacağım:
Konya Selçuklu Devleti’nin 1250’den sonrası döneminde Anadolu büyük bir geçim zorluğu yaşamaya başladı. Altın ve gümüş sıkıntısı dayanılmaz bir durumdaydı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin en görkemli döneminde bile sürdü. Fatih’in İstanbul’u almasına, devlet topraklarını Rumeli’de genişletmesine, Yakın Doğu’da dünyanın en güçlü imparatorluğunu kurmasına karşın, ekonomik ve özellikle de malî çarkın göstergesi olan akçe bir türlü sağlam ve değeri kararlı para durumuna gelememişti. Devletin askerî ve siyasi alanlarda o zamana kadar benzeri görülmemiş gelişmeler kaydetmesi, ekonomisini de dünyada birinci yapmaya yetmemiş, dahası bir ara zengin gibi görünen devlet hazinesi sık sık karşılaştığı altın ve gümüş darlığı belasını bir türlü başından atamamıştır.
Bu bela Osmanlı devleti yıkılıncaya kadar devam edecek, borçları ödemek Cumhuriyet’e kalacaktır.
Bu nasıl yükselme dönemi?
Yavuz Sultan Selim’in tahta geçtiği sırada akçenin değeri iyice karıştı. Saltanat yönetimi piyasadaki altınların akçe değerlerini belli sayıda tutamaz oldu. Yavuz Sultan Selim’in paraya gücü yetmedi, hükmü geçmedi.
Muhteşem Süleyman döneminde de durum değişmedi, tam tersine daha da kötüledi. Piyasada dirhemi değişik birkaç sikke vardı. Kimileri ağır akçeleri toplayıp İran’a gönderiyordu. İstanbul’dan doğuya, Bağdat’a ve Hindistan’a doğru gidildikçe gümüş, altın ve mücevherat eşyası Osmanlı kentlerinden daha fazla ettiğinden, kimi açık gözler buralardan topladıkları bu değerli madenleri Halep, Şam, Bağdat, Basra ve öteki doğu pazarlarında büyük kârlarla satıyorlardı.
Kimileri de devlet sikkelerinin kenarlarını kırparak gümüş elde ediyorlardı. Gündelik alışveriş yapan halk ve vergi ödeyiciler bu hilelerden dolayı büyük zarar görmekteydiler.
Kanunî Süleyman saltanatının ilk yıllarından itibaren başlayan akçe ve gümüş darlığını giderme çareleri aranırken, ülkeye dışarıdan ve özellikle de İran’dan gelen ticari mal karşılığında, gümüş en çok bu yana akmaktaydı. Bunun üzerine satıcıların sattıkları mal karşılığı olarak akçe ve külçe gümüş götürmeleri yasaklandı. Bu da sökmedi. Kaçakçılık ve rüşvet yolu vardı, daha çok işlemeye başladı.
1453-1559 döneminde dünyanın en kudretli siyasi gücü olan Osmanlı devleti, kendi iç dünyasında çoktan çökmeye başlamıştı.

Her şey tersine
Toprak genişlemesine, nüfus artışına karşın, örneğin hububat satışlarından ele geçen vergiler toplam olarak artmıyordu. Devlet hazinesinin kaynaklarından elde edilen gelirler ekonomik durumun koşullarına bir türlü uymuyordu. Bu nedenle malî darlığın yükü halkın omuzlarına biniyordu. Halkın gözünde devlet artık bir soyguncu idi. Devlet hayatında doğal olarak sürmesi gereken gelişme yerine, bunun tam tersi olarak, bir gerileme başlamıştı.
Kanunî’nin, malî darlık baskısı yüzünden aldığı kötü önlemlerden biri de, ulûfesi yükselmiş yeniçerileri yüksek timarlara aktarmak suretiyle kapıkullarına yeni bir yükselme yolu sağlamıştı. Ama Türk halkının devlet hizmetine katılma olanağı olan timarlı sipahiliğe yeni bir darbe indirmişti. Bu da Osmanlı’nın toprak düzenini bozmuş, çiftçi-köylüyü toprağını terk etmeye zorlamış ve ortaya “çiftbozan” denilen topraksız köylü kitleleri çıkmıştır. Çiftbozanlar’ın Celalî isyancılarına dönüştüğünü biliyoruz.
Osmanlı pazarlarının Avrupa ürünü malların istilasına uğramasını, vergi toplamada yapılan yolsuzlukları, devlet yönetiminde ve mahkemelerde saltanat kuran rüşvet düzenini sadece anacağız.

Peki çaresi?
Köylerde topraksız kalıp başta İstanbul olmak üzere büyük kentlere göçen leventlerin sebep olduğu cinayet, hırsızlık, içki, fuhuş ve benzeri olaylar halkta büyük bir korku ve güvensizlik duygusu yarattı. Bu kötüye gidişin kökünde ekonomik nedenlerin yattığını düşünmek, tıpkı bugünkü gibi, o günün yöneten kafalarınca mümkün değildi. Bu nedenle, tıpkı günümüzde olduğu gibi, sorun dinsel yönden ele alındı. Ulema arasında İslâm dinini yorumlama tartışmaları başladı. Bu bakımdan, dönemin yönetici ve ulemasının R.T. Erdoğan’ın ecdadı olması çok doğal.
Muhteşem’in 1537 fermanı ile başlayan sıkı dinsel kovuşturmalar halk için dayanılması güç bir baskı biçimine dönüştü. Hele, 1548’de, R.T. Erdoğan’ın büyük atası Ebussuud Efendi’nin şeyhülislâmlığa getirilmesi, toplum hayatını dinsel baskı ile düzene sokma görüşünü sanki yasalaştırdı.
Çıkan ders
Osmanlı’nın yaşadığı bozgun deneyimi, toplumsal ve malî düzenin dinsel önlemlerle düzeltilemediğini gösteriyor. Bu nedenle mürteci yetiştirmek için okulları imam-hatiplere ve medreselere çevirmenin bir yararı yoktur. Halk önünde sonunda gerçeği görecektir.

Hiç yorum yok: