21 Ara 2012

Şiddet ve Hukuk Boyutu


Şiddet
Şiddet, kabaca “temel dürtü” ve/veya “varoluş gereği” savunma veya karşı savunma dışında başkası/başkaları üzerinde otorite sağlamak için diğerinin/diğerlerinin varlığını tehdit unsuru görerek onu/onları sindirmek için uygulanan zarar vermeye yönelik psikolojik bir davranış türü olarak tanımlanıyor.
Şiddet, bizim toplumumuzun yabancısı olduğu bir görüntü olmamanın ötesinde yaşamın farklı alanlarında her gün yaşanan bir olgudur.
Şiddet, yaşandıkça, tanık oldukça “öğrenilen” ve “benimsenen” bir davranış biçimidir.

Toplumumuzda şiddet öğrenimi aile içinde başlayarak, okulda, kışlada, işyerinde, sokakta devam eden bir süreçtir. Bu sürecin kesintisiz yaşandığı toplumlarda bireylerin şiddeti olağan bir davranış biçimi olarak görmeleri doğaldır.
Toplumumuzdaki gibi şiddetin özdeyişlerle, atasözleriyle olağanlaştırıldığı bir başka ülke yeryüzünde yoktur sanırım.
“Dayak cennetten çıkmadır!”
“Kızını dövmeyen dizini döver!”
“Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!”
“Babanın/ananın vurduğu yerde gül biter!”
Öğretmene/ustaya: “Eti senin, kemiği benim!”
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı kötektir!”
“Testi kırıldıktan sonra dayak kaç para eder?”
Bu özdeyişler/atasözleri çoğaltılabilir. Buna gerek yoktur, çünkü şiddet uygulayıcılarının şiddet suçu işledikten sonra ileri sürdükleri gerekçelerin her biri bu dağarcığa yeni bir katkıdır.

Fakat anlaşılamaz olan aile içinde çocuğa, kadına; okulda öğrenciye, orduda askeri intihar etmeye kadar götüren şiddet ya da spor alanlarında, sokakta, karakolda tanık olunan şiddet karşısında duyulan şaşkınlıktır.
Toplumumuzun ezelden beri ayrılmazlarından biri olan şiddet gerçeği karşısında şaşkınlığa düşmek, kimse kusura bakmasın, insanın içinde var olan saklı şiddet duygusunu saklamaya yönelik bir sahtekârlıktır.

Bir davranış biçimi olarak toplumun derinliklerine uzanmış olan şiddet olgusunu köklerini kurutmak için sivil bir seferberliğe gereksinim vardır. Az sayıdaki sivil toplum kuruluşunun bu alandaki özverili çabaları toplum tarafından yeterince desteklenmemekte, dolayısıyla siyasal kurumlar bu yönde harekete geçirilememektedir. Bir toplumsal gerçeklik olarak şiddetten arınmak uygarlaşmanın ilk adımlarından biridir.

Türkiye gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelerde öncelikli olan bireyler/yurttaşlar değil, devlettir. Önceliğin devletin varlığı durumuna gelmesi, kuramsal olarak devletin amacı olan ideal düzeni sağlama işlevini uygulamada ortadan kaldırır ve yurttaşlardan toplumun “birleştirici öğesi” olarak görülen ortak değerleri benimsemesini bekler. Bu ortak değerler, devleti yöneten egemen gücün/onun siyasal örgütünün topluma biçtiği değerlerdir. Devlet, bu değerlerin dışındaki inanç, düşünce, ideoloji, hayat görüşü, gelenekler gibi değerlere bağlılığı yok sayar.
Bu yok sayma ise baskı yoluyla ya da çıkarılan yasa ve konulan kurallarla toplumun dönüştürülme sürecini de beraberinde getirir. Sürece karşı koyan kesimler ise ötekileştirilir.
Otoriter devlet, sıkça yinelediği “demokratiklik” savına karşın konumunu güçlendireceğini bildiğinden denetimi altına altığı hukuk sistemi, eğitim sistemi ve medya gibi kurumlar aracılığıyla kendi ideolojisini benimseyen “yandaş yurttaşlar” yaratır. Devlet ideolojisi “resmi ideoloji” ile eşanlamlıdır.

Günümüz Türkiye’sinde devletin ideolojisi kapitalist üretim ilişkileri temelinde dışa bağlı milliyetçilikle desteklenen Sünni-Hanefi İslamcılıktır. Devlet iktidarını elinde bulunduran güç, işbaşına geldiği günden itibaren kendi iktidar çıkarlarını güçlendirme doğrultusunda, yukarıda belirttiğimiz süreçte azımsanmayacak bir yol almıştır. Bu süreç kaçınılmaz olarak devlet kaynaklı şiddeti de beraberinde getirmektedir.
Türkiye örnek alınacak olursa bugün, iktidar sahipleri tarafından “öteki” olarak değerlendirilen kesimler Kürtler, Aleviler, sosyalistler, muhalif medya ve iktidar yandaşlığına direnen herkestir. İktidar, bu ötekileştirilmiş kesimler üzerinde dolaylı ve dolaysız her türlü baskıyı uygulamaktadır.
BDP çevrelerinin verdikleri bilgilere göre yalnızca KCK soruşturması/davası çerçevesinde tutuklanan Kürt sayısı 10bine ulaşmıştır.

Alevilerin cemevlerini ibadethane olarak kabul ettirme istemleri Sünni-Hanefi Diyanet İşleri Başkanlığı fetvasıyla sürekli geri çevrilmektedir.
Sol örgütlerden oldukları bilinen yüzlerce öğrenci salt anayasada belirtilen toplantı ve yürüyüş haklarını kullandıkları, demokratik protesto gösterilerine katıldıkları için tutuklanmış, sonuçlanan davalarda ağır cezalara çarptırılmışlardır.
Cezaevlerindeki gazeteci sayısı açısından Türkiye dünya birincisidir.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ne var ki devlet kaynaklı şiddet toplumda “gizilgüç” olarak var olan karşı şiddet damarlarını besler. Bu, diyalektik bir süreçtir; her olgunun kaçınılmaz olarak kendi karşıtını yarattığı gibi şiddet de kendi karşıtını yaratır. Gün gelir, polisin, jandarmanın eline verilen ve gelişigüzel kullanılan biber gazı da yetersiz kalır. Bu ise hiç arzu edilmeyen, sonuçları vahim bir gelişmedir.
Bizim görevimiz iktidarı uyarmaktır; burada da bunu yapıyoruz.

Hukuk Boyutu
Hukuk, modern toplumlarda hayatın vazgeçilmez öğelerindendir. Devletin yurttaşlar karşısındaki konumu, onu ülkede ve toplumda adaletin sağlanmasında yetkili kılmıştır. Adaleti evrensel hukuk değerlerini temel alarak sağlamak, modern devletlerin başlıca görevlerinden biridir.
20. yüzyılla birlikte hukuk zemininde adaleti ve insan haklarını temel alan, evrensel kabul edilmiş ortak değerlerin üretilmesi, devletlerin meşruiyet sağlamak ve güvenilirliğini göstermek adına bu değerleri benimsemesini beraberinde getirmiştir.
Modern bir devlet, evrensel hukuku savunarak, hukuk, adalet, vicdan gibi birbirleriyle ilintili kavramların içlerini doldurarak hem kendi yurttaşları hem de dünya ülkeleri karşısında saygınlık kazanır.

Ne var ki kuramsal olarak, modern bir devletin evrensel ölçütlerce ilke edinilen hukuku merkeze oturtan değerler sistemi, erk savaşımından kaynaklı olarak uygulamada her ülkede aynı biçimde işlememektedir.

Türkiye bunun somut örneklerinden biridir.

2012 yılı Türkiyesi’nde işlerliği açısından evrensel hukuktan söz etmek olası değildir.
Kendisi gibi düşünmeyen, kendisinin inandığına inanmayan, kendisi gibi davranmayan kesimleri ötekileştirerek siyasal alanın dışına çıkararak sahip olduğu iktidarını sağlamlaştırmak ve sürekli kılmak amacıyla AKP kendi çıkarları doğrultusunda özel bir hukuk sistemini hayata geçirmiştir.
Bu, adalet dağıtımında devlet erki ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerde yurttaşları değil devleti/iktidarı koruyan/gözeten bir sistemdir.
Yargılanan sanıkların kendilerine isnat edilen suçları işleyip işlemediklerinden bağımsız olarak, Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi davaların her biri işleyişleri açısından başlı başına birer hukuk skandalıdır.
Hukuk bir şiddet aracına dönüştürüldükçe gerek yurttaşların gerekse dünya kamuoyunun gözünde saygınlığını yitirmektedir.
Türkiye bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aleyhine açılmış olan 18 bin 500 dava ile Rusya’dan sonra ikinci sıradadır.

İktidar bu ülkeyi hukuk yoluyla bir korku imparatorluğu durumuna getirmiştir.
Fakat yapmak istediğini yapamamak, söylemek istediğini söyleyememek duygusu insanı içinde biriktirdikleri ölçüsünde kendinden beklenmeyen tepkisel davranışlara götürür. Bunun örnekleri ortadadır.
Kısaca söylemek gerekirse, bu gidiş hiç hayırlı bir gidiş değildir.

Hiç yorum yok: