Şiddet
Şiddet, bizim toplumumuzun yabancısı olduğu bir görüntü olmamanın
ötesinde yaşamın farklı alanlarında her gün yaşanan bir olgudur.
Şiddet, yaşandıkça, tanık oldukça “öğrenilen” ve “benimsenen” bir
davranış biçimidir.
Toplumumuzda şiddet öğrenimi aile içinde başlayarak, okulda, kışlada,
işyerinde, sokakta devam eden bir süreçtir. Bu sürecin kesintisiz yaşandığı
toplumlarda bireylerin şiddeti olağan bir davranış biçimi olarak görmeleri
doğaldır.
Toplumumuzdaki gibi şiddetin özdeyişlerle, atasözleriyle olağanlaştırıldığı
bir başka ülke yeryüzünde yoktur sanırım.
“Dayak cennetten çıkmadır!”
“Kızını dövmeyen dizini döver!”
“Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!”
“Babanın/ananın vurduğu yerde gül biter!”
Öğretmene/ustaya: “Eti senin, kemiği benim!”
“Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirden anlamayanın hakkı
kötektir!”
“Testi kırıldıktan sonra dayak kaç para eder?”
Bu özdeyişler/atasözleri çoğaltılabilir. Buna gerek yoktur, çünkü şiddet
uygulayıcılarının şiddet suçu işledikten sonra ileri sürdükleri gerekçelerin
her biri bu dağarcığa yeni bir katkıdır.
Fakat anlaşılamaz olan aile içinde çocuğa, kadına; okulda öğrenciye,
orduda askeri intihar etmeye kadar götüren şiddet ya da spor alanlarında,
sokakta, karakolda tanık olunan şiddet karşısında duyulan şaşkınlıktır.
Toplumumuzun ezelden beri ayrılmazlarından biri olan şiddet gerçeği
karşısında şaşkınlığa düşmek, kimse kusura bakmasın, insanın içinde var olan
saklı şiddet duygusunu saklamaya yönelik bir sahtekârlıktır.
Bir davranış biçimi olarak toplumun derinliklerine uzanmış olan şiddet
olgusunu köklerini kurutmak için sivil bir seferberliğe gereksinim vardır. Az
sayıdaki sivil toplum kuruluşunun bu alandaki özverili çabaları toplum
tarafından yeterince desteklenmemekte, dolayısıyla siyasal kurumlar bu yönde
harekete geçirilememektedir. Bir toplumsal gerçeklik olarak şiddetten arınmak
uygarlaşmanın ilk adımlarından biridir.
Bu yok sayma
ise baskı yoluyla ya da çıkarılan yasa ve konulan kurallarla toplumun dönüştürülme
sürecini de beraberinde getirir. Sürece karşı koyan kesimler ise
ötekileştirilir.
Otoriter
devlet, sıkça yinelediği “demokratiklik” savına karşın konumunu
güçlendireceğini bildiğinden denetimi altına altığı hukuk sistemi, eğitim
sistemi ve medya gibi kurumlar aracılığıyla kendi ideolojisini benimseyen “yandaş
yurttaşlar” yaratır. Devlet ideolojisi “resmi ideoloji” ile
eşanlamlıdır.
Günümüz
Türkiye’sinde devletin ideolojisi kapitalist üretim ilişkileri temelinde dışa
bağlı milliyetçilikle desteklenen Sünni-Hanefi İslamcılıktır. Devlet iktidarını
elinde bulunduran güç, işbaşına geldiği günden itibaren kendi iktidar
çıkarlarını güçlendirme doğrultusunda, yukarıda belirttiğimiz süreçte
azımsanmayacak bir yol almıştır. Bu süreç kaçınılmaz olarak devlet kaynaklı şiddeti
de beraberinde getirmektedir.
Türkiye örnek
alınacak olursa bugün, iktidar sahipleri tarafından “öteki” olarak
değerlendirilen kesimler Kürtler, Aleviler, sosyalistler, muhalif medya ve
iktidar yandaşlığına direnen herkestir. İktidar, bu ötekileştirilmiş kesimler
üzerinde dolaylı ve dolaysız her türlü baskıyı uygulamaktadır.
BDP
çevrelerinin verdikleri bilgilere göre yalnızca KCK soruşturması/davası
çerçevesinde tutuklanan Kürt sayısı 10bine ulaşmıştır.
Alevilerin
cemevlerini ibadethane olarak kabul ettirme istemleri Sünni-Hanefi Diyanet
İşleri Başkanlığı fetvasıyla sürekli geri çevrilmektedir.
Sol
örgütlerden oldukları bilinen yüzlerce öğrenci salt anayasada belirtilen
toplantı ve yürüyüş haklarını kullandıkları, demokratik protesto gösterilerine katıldıkları
için tutuklanmış, sonuçlanan davalarda ağır cezalara çarptırılmışlardır.
Cezaevlerindeki
gazeteci sayısı açısından Türkiye dünya birincisidir.
Bu örnekler
çoğaltılabilir. Ne var ki devlet kaynaklı şiddet toplumda “gizilgüç” olarak
var olan karşı şiddet damarlarını besler. Bu, diyalektik bir süreçtir; her
olgunun kaçınılmaz olarak kendi karşıtını yarattığı gibi şiddet de kendi
karşıtını yaratır. Gün gelir, polisin, jandarmanın eline verilen ve gelişigüzel
kullanılan biber gazı da yetersiz kalır. Bu ise hiç arzu edilmeyen, sonuçları
vahim bir gelişmedir.
Bizim
görevimiz iktidarı uyarmaktır; burada da bunu yapıyoruz.
Hukuk Boyutu
Hukuk, modern
toplumlarda hayatın vazgeçilmez öğelerindendir. Devletin yurttaşlar
karşısındaki konumu, onu ülkede ve toplumda adaletin sağlanmasında yetkili
kılmıştır. Adaleti evrensel hukuk değerlerini temel alarak sağlamak, modern
devletlerin başlıca görevlerinden biridir.
20. yüzyılla
birlikte hukuk zemininde adaleti ve insan haklarını temel alan, evrensel kabul
edilmiş ortak değerlerin üretilmesi, devletlerin meşruiyet sağlamak ve
güvenilirliğini göstermek adına bu değerleri benimsemesini beraberinde
getirmiştir.
Modern bir
devlet, evrensel hukuku savunarak, hukuk, adalet, vicdan gibi birbirleriyle
ilintili kavramların içlerini doldurarak hem kendi yurttaşları hem de dünya
ülkeleri karşısında saygınlık kazanır.
Ne var ki
kuramsal olarak, modern bir devletin evrensel ölçütlerce ilke edinilen hukuku
merkeze oturtan değerler sistemi, erk savaşımından kaynaklı olarak uygulamada
her ülkede aynı biçimde işlememektedir.
Türkiye bunun
somut örneklerinden biridir.
2012 yılı
Türkiyesi’nde işlerliği açısından evrensel hukuktan söz etmek olası değildir.
Kendisi gibi
düşünmeyen, kendisinin inandığına inanmayan, kendisi gibi davranmayan kesimleri
ötekileştirerek siyasal alanın dışına çıkararak sahip olduğu iktidarını
sağlamlaştırmak ve sürekli kılmak amacıyla AKP kendi çıkarları doğrultusunda
özel bir hukuk sistemini hayata geçirmiştir.
Bu, adalet
dağıtımında devlet erki ile yurttaşlar arasındaki ilişkilerde yurttaşları değil
devleti/iktidarı koruyan/gözeten bir sistemdir.
Yargılanan
sanıkların kendilerine isnat edilen suçları işleyip işlemediklerinden bağımsız
olarak, Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi davaların her biri işleyişleri
açısından başlı başına birer hukuk skandalıdır.
Hukuk bir
şiddet aracına dönüştürüldükçe gerek yurttaşların gerekse dünya kamuoyunun
gözünde saygınlığını yitirmektedir.
Türkiye bugün
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aleyhine açılmış olan 18 bin 500 dava ile
Rusya’dan sonra ikinci sıradadır.
İktidar bu
ülkeyi hukuk yoluyla bir korku imparatorluğu durumuna getirmiştir.
Fakat yapmak
istediğini yapamamak, söylemek istediğini söyleyememek duygusu insanı içinde
biriktirdikleri ölçüsünde kendinden beklenmeyen tepkisel davranışlara götürür.
Bunun örnekleri ortadadır.
Kısaca
söylemek gerekirse, bu gidiş hiç hayırlı bir gidiş değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder