20 Aralık 2012 tarihli, “Çağdaşlaşma ve Cumhuriyet Travması”
başlıklı yazımdan aktarma yaparak başlayacağım yazıma:
[Deli Hapa, annemin halasının kızıydı. Mersin Torosları’nda
1500 metre yükseklikte, Demirışık Köyü’nde yaşardı. Hapa elbette gerçek bir
deli değildi. Dobraydı, “cüvere” (sigara) içerdi. Peki siz hiç Hapa diye bir ad
duydunuz mu?
Büyük güneş tanrıça Arinna’nın adı Hitit yazıtlarında Hepa,
Hepat ya da Hepatu olarak geçer. “Hepa” ile başlayan bu üç ad Hebe olarak
Yunanlaşmıştır. Tevrat’ta Hepa, ilk insan olan Adem’in karısı Havva olmuştur.
Adem de Lübnan tanrısı Adama’dur. (Adamo) Yani “Adam”.
Demek oluyor ki annemin hala kızı Hapa’nın adı Hitit’ten
gelmektedir. Bu nasıl oluyor?]
“Bilim ve Ütopya” Dergisi’nin Aralık 2012 sayısında, Binnur
Çelebi’nin yazısında okudum:
“Büyük Kral I.Şuppiyuyiuma’nın Duduhepa, Hinti ve Tavanna
adını taşıyan üç eşinin olduğu...” diye yazıyor. Duduhepa = Dudu + Hepa. (Hapa)
Demek oluyor ki, annemin halasının kızı Deli Hapa’nın adı kesinlikle
Hititlerden geliyor. Hapa adının annemin ailesinde kullanıldığı anlaşılıyor. Ve
ana tarafından Hititlerle bir ilişkimiz olduğunu düşünmek, sanırım, saçma
olmaz.
20 Aralık 2012 tarihli yazımda, geniş okumalarımdan
özetleyerek, Anadolu halkının nasıl oluşmuş olduğunu yazmıştım.
Bugün adresi belli bir kaynaktan, Doğan Avcıoğlu’nun
“Türklerin Tarihi” (I. Kitap,Tekin Yayınevi) kitabından aynı konuda bir alıntı
yapacağım:
“Anadolu’nun Türkleşmesi”
“Anadolu’nun fethini, savaşmaktan çok yerleşmek için
karıları, çocukları ve sürüleriyle dağınık gruplar hâlinde gelen ve aralarında
da savaşan bu Türkmenler yapar.
Anadolu, geçmişte bir ‘diller ve yazılar’ ülkesidir: Hitit,
Urartu, Frigya, Lidya, Likya, Karya, Kapadokya, İsauria, Ermeni, Kürt, Grek,
Yahudi, Kimmer, Pers vb. Anadolu’da yaşamış, ayrı diller konuşan çeşitli
gruplardır. Kalıntıları yaşarsa da, zamanla bu dillerin bir kısmı unutulur, o
dilleri konuşanlar, öteki gruplar içinde erirler. Bâzı tarihçilerimiz, örneğin
Mükrimin Halil Yinanç, Türkmenler geldiklerinde Hititlerin eskisi gibi var
olduğunu düşünürse de, herhangi bir kanıt getiremez. Anadolu’da Türkçe konuşan
Hıristiyanların 4 bin yıllık ‘Turan’ halkı olduğu iddiası da herhangi bir
temele dayanmaz.
Türkmen geldiğinde, Batı ve Orta Anadolu’da Kapadokya’ya
kadar, Grek dil ve kültürü egemen gözükür. Doğuda ise, Ermeni, Süryani, Kürt,
Gürcü, Arap, Laz dilleri çoğunluğun konuştuğu dillerdir. Sürekli dinsel
kavgalar ve toplumsal çalkantılar olmakla birlikte, Hıristiyanlık yaygındır.”
(S.42)
Kaç kişi geldiler?
“XI. ve XII. yüzyıllarda Türkmenler Anadolu’ya milyonlarca
kişi olarak gelmediler. Mükrimin Halil Yinanç, 1 milyon der. Prof. Kafesoğlu
550 ilâ 600 bin rakamını ileri sürer. C. Cahen 200 ilâ 300 binden fazla
olamayacağına kesinlikle inanır. O tarihteki Anadolu nüfusu 8 milyon
hesaplanır. Mogol istilâsıyla Anadolu’ya yeni bir akın olur. Türkmenlerin
dışında Kıpçak, Peçenek, Harzemli vb. öteki Türkçe konuşan boylar ile Mogollar
Anadolu’ya yerleşirler. Türk, İran vb. kökenli ulema, zenaat sâhipleri,
bürokrat vb. Anadolu kentlerine gelir. Bu kentli nüfus, Anadolu Selçuklu
Devleti’nin iskeletini teşkil eder.
Anadolu’da hızlı bir İslâmlaşma görülür. Kentlerde ahîlik ve
mevlevîlik yoluyla, Hıristiyan yüksek tabaka İslâmlaşır. Kırsal bölgelerde ise,
göçebe Türkmenler, Türkmen gâzileri ve Orta Asya şaman geleneğini sürdüren
dervişler etkin olur. Mucizeler gösteren, açları doyuran Bektaşi babaları,
Hıristiyan köylüleri İslâmlaştırmakta önemli rol oynarlar.
Kırsal bölgenin İslâmlaşması, Türk dilinin egemen oluşuyla
birlikte gider. Dağlar, ovalar, nehirler ve köylerin eski Grekçe adları
unutulur. Türkçe adlar yerleşir. Hıristiyan kalan nüfusun büyük çoğunluğu bile
kendi ana dilini bırakır, Türkçe onların ana dili olur. Kentlerde ise, Selçuklu
soyu Farsçayı egemen kılar. Fakat kırsal bölgenin Türkçeye yönelmesi ve devletin
çöküp beyliklerin kurulmasıyla, Türkçe kentlerde de üstünlük sağlar. Doğu
Anadolu’da Uzun Hasan, Kur’an’ı bile Türkçeye çevirtir. Osmanlı, Germiyan vb.
beylikleri, Arapça ve Farsça önemli yapıtları Türkçeye kazandırırlar.
Anadolu’da Türkçe edebiyat gelişir.” (S.43)
(Yarın, kaldığımız yerden aktarmaya devam edeceğiz.)
Bu harmana, XIX. yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya gelen
göçmen ve sığınmacıları; 1808 Sırp ve 1821 Yunan (Mora) ayaklanmalarından
başlayarak Balkanlardan sürgün edilen Müslümanlaşmış (Türkleşmiş) yerli
halkları ekleyelim.
Günümüz Anadolu halkı, Anadolu yerli halkları ile Balkanlar,
Kafkasya ve Kuzey Karadeniz havalisinden gelen halkların bireşimi, (sentezi)
karışımı ve kaynaşmasıdır.
Bunları 80’lerde yazdığım zaman, ırkçı milliyetçiler küplere
binmişlerdi. Onlara göre günümüz Türklerinin atalarının tamamı Orta Asya’dan
gelmişti. Onlar geldiği zaman Anadolu toprakları bomboştu, insan minsan yoktu.
Peki, Anadolu toprakları boştu da 1071’de Malazgirt Savaşı cinlere karşı mı
yapılmıştı?
Ya da gelen Türkmenler ile yerli halklar harman olmamıştı.
Bu ahalinin büyük bir bölümü 200 yıl içinde Müslüman dininin
Sünni mezhebini kabul ederek, Türkçe öğrenerek Türkleşti. Anadolu’ya gelen
Türklerin büyük bir bölümü Alevî idi ve Alevî kaldı.
Rusya’da “Rus’u biraz kazısan altından ya Türk ya da Tatar
çıkar!” diye bir atasözü varmış.
Anadolu Türk’ünü kazısak altından kim bilir neler çıkar!
Kim ve ne çıkarsa çıksın, çıkan “biz” oluruz. “Biz” oluruz
da - olduk zaten - bize adımızı başkaları verdi. Onlara da bir başkaları
vermişti adını!...
Doğan Avcıoğlu’nun “Türklerin Tarihi” (Tekin Yayınevi,
I.cilt) okumayı sürdürelim:
[İslâmlaşma ve Dilde Türkçeleşme süreci, 400 yıl kadar
sürer. Vergi kayıtlarına göre, XVI. yüzyıl başında, vergi ödeyen hânelerin
yüzde 92’si İslâm ancak yüzde 7,9’u Hıristiyandır. Öte yandan göçebe Türkmenler
giderek yerleşikliğe geçer. Prof.Barkan’ın hesaplarına göre, 1520-1535
döneminde Anadolu İslâm nüfusunun ancak yüzde 16,29’u göçebedir. 1691’de
kapsamlı bir göçebeyi yerleştirme siyasası izlenir, göçebe nüfus daha da
azalır.
Göçebelikten yerleşik yaşama geçiş, boy ve oymak
dayanışmasının yok olması, arazi komşuluğuna bağlı yeni dayanışmaların meydana
çıkması ve böylece uluslaşma sürecinde hızla yol alınmasında etkin bir yöntem
olur. İslâmlaşan Rum, Ermeni vb. ile Türkmen karışımı olan ve Türkçe konuşan
Anadolu köylüsü, bu süreç içinde gelişir. Tarım ve zanaatla ilgili birçok deyim
(düğen, kiremit, tuğla vs. gibi) Türkçeye geçer. Doğu Akdeniz uygarlığının
börek, baklava ve şiş kebabı, Türk mutfağının seçkin yemekleri arasına girer.]
(s.43,44)
Soy başka ulus başka
Daha önceki yazılarımda, Anadolu’nun yerli halkının (Hitit,
Frigya, Lidya, Likya, Karya, Kapadokya...) Grek kolonizasyonu sırasında Grekçe
öğrenerek Grekleştiğini; bu Grekleşmiş yerli halkın daha sonra
Hıristiyanlaştığını ve Türkmenlerin Anadolu’ya gelmesiyle de İslâmlaştığını
yazmıştım. Ama Anadolu Hıristiyanlarının tamamı Müslüman olmadı, Hıristiyan
olarak kaldı. Ama Müslüman ve Hıristiyan akrabalar arasındaki soy ve kan
bağları ortadan kalkmadı. Türkleşmiş Hıristiyanların, Hıristiyan kalan Ermeni,
Rum,vb. gibi amca, dayı, hala ve teyzeleri varlıklarını sürdürdüler.
Bu nedenle, Türkiye topraklarında ırkçılık, ırkçı
milliyetçilik mümkün değildir. Bu konuyla ilgilenenlere, Dr. Georgios Nakracas’ın
“Anadolu ve Rum Göçmenlerinin Kökeni” (Belge Yayınları, 2003) adlı kitabını
tavsiye ederim. Bu durum ve olguyu ele almaktadır.
Nakracas’ın kitabının boş birinci sayfasına şunları
yazmışım: “Tarihi ve tarihteki insan hareketlerini anlamak için soy ve ulus
kavramlarını birbirinden ayıracağız. Tarihsel zaman içinde hiçbir soy sürekli
değildir. Yunan milliyetçileri günümüz Yunan’ının antik dönem Grek’inin devamı
olduğu ileri sürerler. Oysa Alman tarihçi Jacob Philip Fallmerayer’e göre eski
Yunan (Grek) soyu kaybolmuş ve onun yerini Hellenleşmiş Slavlar ve öteki
soyların karışımı almıştır.”
Ön uluslaşma süreci
Doğan Avcıoğlu’nu okumayı sürdürelim: [Uluslaşma sürecinde,
yerleşikliğe geçişin yanı sıra, bir merkezî devletin varlığı da önemli rol
oynar. Devlet aygıtını elinde tutan egemen sınıf, Anadolu’da bir ölçüde
ekonomik birlik sağlar. Daha Selçuklular zamanında, XIII. yüzyılın ilk
yarısında, Sinop ve Alanya limanları alınarak ve kervansaraylar kurarak
ticaretin gelişmesine, kentlerin belli zanaatlarında ihtisaslaşmasına, köy ve
kent arasında alış-verişin çoğaltılmasına çalışılır. Osmanlı’nın yükselme
döneminde, bu ekonomik birlik daha da derinleşir.
Toplumsal mücadeleler, savaşlar, dil ve kültür ortaklığını
giderek pekiştirir. XVIII. yüzyılda Hıristiyan devşirme ordu ve kapıkuluna
dayalı Osmanlı bürokrasisi çöker. XVII. yüzyılın başlarından beri köylü
topraklarını ele geçirerek ve daha başka çeşitli yollardan zenginleşerek
çiftlik, han, hamam vb. sahibi olan yöresel aileler, 1726 yılından sonra
illerde ve sancaklarda yönetici atanır. ‘Ayanlar rejimi’ doğar. Prof. Akdağ’a
göre, devletin kapıkulunun tekelinden çıkıp Anadolu’nun yönetime katılması,
ekonomik bakımdan gerileme, Türkleşme yolunda ise ileri bir adımdır.
Devlet yönetiminde Anadolu ve Rumeli’nin güçlü Türk
ailelerinin ağırlığının artması, Arabistan’da da yöresel eşrafın politik güç ve
önemini arttırır. Merkezkaç isyanlar ve hareketler meydana çıkar. Örneğin Suudi
Arabistan’da egemen Vahabilik, bir dinsel reform hareketi gibi gözükmekle
birlikte, Osmanlı Türküne düşman nitelik kazanır ve Arap devletine dönüşür
(1744-1818). Onu Mısır’daki Mehmet Ali’nin Arabistan (1816) ve Suriye fethi
(1832-1840) izler. Rumeli’den gitme Mehmet Ali ve oğlu İbrahim bir Arap devleti
kurma çabasındadır. Bu gelişmeler, Maxime Rodinson’a göre, Avrupa devlet
adamları ve özellikle Fransızlar ile Arap ileri gelenleri arasında, Arap özerkliği
fikrini yaratır.
Osmanlı Devleti ise, Kütahya’ya kadar ilerleyen ve
Çukurova’ya pamuk ekimini getiren İbrahim’den kurtulmak için İngiltere’ye
sığınır ve ünlü 1838 İngiliz-Osmanlı Ticaret Anlaşması, biraz da bu nedenle
imzalanır. Osmanlı arazisi, Avrupa kapitalizmine en avantajlı biçimde açılır,
ticareti köstekleyen iç gümrükler engeli, dış gümrükler gibi etkisiz kılınır.]
(S.44-46)
Türkler ne yapsın?
Birkaç yazıdır, Doğan Avcıoğlu’nun çok değerli yardımıyla,
Osmanlı’nın son 150 yılında Rumeli ve Anadolu’da olan-biteni anlatmaya
çalışıyorum. Bu yazıların özeti şudur: Anadolu’yu Türkleştiren Türkmenler,
Osmanlı devletini kurmuşlar; ama devlet anlayışını fetih ve yağma ekonomisi
üzerine kuran Osmanlı devleti, fethettiği topraklarda yaşayan Hıristiyan ve
Müslüman halkları Osmanlılaştırmayı başaramamıştır. Bunu Osmanlı’nın
“hoşgörüsü”ne bağlamak doğru olmaz.
Osmanlı, Avrupa’daki topraklarını 1908’de iktidara gelen
İttihat ve Terakki’nin siyasal ihtiras ve ırkçı milliyetçiliğinden (!) dolayı
yitirmemiştir. Onlar olmasaydı da, Birinci Dünya savaşı çıkacak ve sonunda
Balkanlar da Sèvres Antlaşması dosyasına girecekti.
Cumhuriyet hiçbir zaman ırkçı bir siyaset izlemedi. Anadolu
Türklüğü gerçeğinden hareketle bir ulus bilinci yarattı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder