Milliyet gazetesinde 3 Mart günü başlayan 9 Mart günü sona
eren, “12 Mart’ın Gizli Tarihi” başlıklı 7 günlük bir yazı dizisi yayımlandı.
12 Mart Muhtırasının 42. yıldönümünde yayımlanan dizide, dönemin MİT Müsteşarı
Korg. Fuat Doğu ile Teşkilatın (MİT’in) darbede oynadığı rolü ortaya koyan bazı
belgeler açıklandı. Bu belgeler bugün sahnelenen ve yine Teşkilatın
kullanıldığı başka bir darbeye ışık tutmaktadır.
Türkiye’de Amerikancı darbelerin 12 Mart’tan Balyoz’a uzanan
evrimini anlamak için gelin biz de bir 12 Mart tarihi sunalım size…
ABD’NİN 27 MAYIS’TAN ÇIKARDIĞI DERS: ORDUYA SÜREKLİ TIRPAN
27 Mayıs, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in faşizme varan
uygulamalarına karşı halktan da destek bulan bir askeri darbeydi. Askerler,
ülkeyi kaosa ve çıkmaza sürüklediğini düşündükleri Demokrat Parti (DP)
iktidarını devirdiler. Türkiye’de 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmaya
çalışılmış çok partili demokratik düzeni güvenceye alan yeni bir anayasa
yaptıktan hemen sonra ülkeyi seçime götürdüler. Ancak 15 Ekim 1961 günü yapılan
seçimlerden, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenleri ve onun hedeflediği demokratik,
çağdaş, ileri Türkiye için mücadele edenleri hayal kırıklığına uğratan bir
sonuç çıktı. Demokrat Parti yerine kurulan Adalet Partisi seçimde % 34,79 oy
alarak, % 36,74 oy alan CHP’nin hemen arkasında ikinci parti oldu. Yine DP
kökenli bir parti olan YTP’nin de %14 civarında oy aldığı düşünüldüğünde, 27
Mayısçıların hayal kırıklığını anlamak mümkündü.
27 Mayıs yönetiminden 2 yıl sonra (1963) 2 defa darbe
teşebbüsünde bulunan Alb. Talat Aydemir gibi birçok subay, aynı zamanda
anti-emperyalist bir darbe olarak düşündükleri 27 Mayıs’ın ülkeyi arzu
ettikleri çizgiye getiremediğini düşünüyorlardı. Onlara göre CHP de anti-emperyalist
bir parti değildi. Atatürk’ün partisi olma özelliğini yitirmişti.
1965’de ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinde Askeri Ataşe olarak
görev yapan Albay Dickson, görevdeyken Washington'daki “Ordu Karargâh Dairesi”
ile CIA Başkanlığı'na "Gizli" kaydıyla bir rapor göndermişti. 1966
yılında 27 Mayısçı Tabii Senatör ve E. Alb. Haydar Tunçkanat tarafından TBMM
Cumhuriyeti Senatosu’nda açıklanan ve o günden beri ABD’li albayın adıyla
anılır olan bu raporda şöyle deniyordu: “Rejime sadık olmayan devlet memurları
ve subaylardan en tehlikelileri bir program dâhilinde tasfiye edilmek üzere tespit
edilmektedir...”
Aydemir’in ilk darbe girişiminden sonra bu çizgideki
subayların önemli bir kısmı hemen emekli edildi. Fakat ordu içindeki “Kemalist
bağımsızlıkçılık ve halkçılığa” özlem duyan ve tekrar o çizgiye dönülmesini
savunan eğilim kaybolmuyordu. Örneğin 1963 yılında Aydemir’in darbe girişimi
bahane edilerek anti-emperyalist düşünceye sahip birçok subay ve Harp Okulu
öğrencilerinin tamamı ordudan atıldı. Fakat tasfiye edilenlerin yerine yenileri
geliyordu. Daha sonra da birçok tasfiye yapılmasına rağmen, göreceğiz ki, Türk
ordusundaki bu damar yok edilemedi. Çünkü Harp Okulunda yetişen genç subaylar,
Atatürk’ün kurduğu “tam bağımsız Türkiye”nin her geçen gün daha çok dışa
bağımlı olduğunu, giderek sömürgeleştiğini görüyorlardı.
Fakat Devlet, onlarla aynı düşüncede değildi. Soğuk Savaşın
kızıştığı o günlerde, ABD’nin Türk devleti içinde NATO üzerinden örgütlediği
“Derin Devlet”, Türkiye için en büyük tehlikeyi “komünizm”, dolayısıyla
Sovyetler Birliği olarak tespit etmişti. “Ülkeyi nükleer silahlara sahip,
yayılmacı Sovyet komünizmine karşı ancak ABD koruyabilirdi. Türkiye’yi NATO
ekseninden koparmak bir felaket olurdu”. İsmet İnönü’nün CHP’si de aynı
fikirdeydi.
“YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ”DAN “BU ANAYASAYLA TÜRKİYE
YÖNETİLEMEZ”E
1965 yılına gelindiğinde ise, Türkiye’nin siyaset sahnesine
yeni ve beklenmedik bir aktör çıktı. 27 Mayısçıların yaptığı seçim kanunu ve
getirdikleri “milli bakiye” denen seçim sistemiyle yapılan seçimlerde Türkiye
İşçi Partisi (TİP) 15 milletvekiliyle meclise girdi. Bu partinin kurucularının
neredeyse tamamı, ya sendika lideri ya da sendika yöneticisiydi. O dönemde
sanayinin çok da gelişmemiş olduğu Türkiye’de işçi sınıfı, büyük şehirlerde
toplanmış bir azınlık olarak büyük oy potansiyeline sahip değildi. Fakat sanayinin
motor gücü ve örgütlü eylem yapama yeteneği çok yüksek olan işçi sınıfının
ekonomi ve sokak üzerindeki etkisi çok büyüktü. İşçilere dayanan sosyalist bir
partinin yarattığı tehlikeyi gören AP ve CHP daha sonra seçim sistemini, 1969
seçimlerinde TİP’in meclis gücünün 2 milletvekiline düşmesine yol açacak
şekilde değiştirdiler.
Ancak bu sokaktaki hareketliliği durdurmaya yetmedi. Çünkü
1960’ların sonunda kapitalist sistem, 1929’dan sonra yaşanan ikinci büyük
krizine girmişti. Bu kriz Türkiye’ye katlanarak yansımış ve AP hükümetini
1970’teki, Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük devalüasyonunu yapmaya zorladı
(birincisini 1958’de Menderes yapmıştı). Çalışan sınıfların omuzuna
devaülasyonun bindirdiği yük, sokağı daha da hareketlendirdi.
1969’a kadar yükselen antiemperyalist ve sol muhalefete
karşı “Yollar yürümekle aşınmaz” rahatlığı ve “hoş görüsü” içinde olan Süleyman
Demirel, 1969’dan itibaren ekonominin sıkışmaya başlaması ve yükselen
antiemperyalist sol hareket konusunda ABD baskısının artması üzerine, ağız
değiştirdi. 6. Filo’ya Türkiye limanlarını kapattıran ve ODTÜ’de Commer’in
arabasının yakılmasına kadar varan antiemperyalist eylemler, ABD’yi harekete
geçirmişti. Türkiye gibi kritik bir jeopolitiğe sahip bir ülkede işçi ve
gençlik hareketlerinin büyümesi, soğuk savaşın dengelerini alt üst edebilirdi.
Demirel yeni tutumu, sonradan birincisi kadar ünlenecek olan
“Bu anayasa ile memleket idare edilmez” sözüyle açıkladı.
MİT’İN “BALON
HAREKATI”
ABD ve Türkiye’deki sistem açısından daha da vahimi, gelişen
antiemperyalist hareketin orduda içinde de taban buluyor olmasıydı. Ordunun
askeri darbe biçiminde veya başka biçimde antiemperyalist bir inisiyatif ortaya
koyması ve bunun da işçi ve gençlik hareketi ile birleşmesi, “büyük müttefik”
bakımından Türkiye’nin kesin olarak kaybedilmesine yol açar, bu durum da “büyük müttefik”in bölgedeki hegemonyasının
sonunu getirebilirdi. Yapılması gereken, bu hareketlerin önderlerini ve
subayları darbeye teşvik ederek tespit etmek ve sonra da tasfiye etmekti.
İşte Milliyet’teki yazı dizisinde sözü edilen MİT Müsteşarı
Korg. Fuat Doğu’nun “Balon Harekâtı” adını verdiği plan buydu. Bu planda başrol
oyuncularından biride Mahir Kaynak’tı. MİT Müsteşarı Korg. Fuat Doğu, Muhtıra
öncesi, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’i istifaya ikna etmek için yaptığı
telefon görüşmesinde, “Demokrasiyi zatıâliniz bu istifa ile kurtaracaksınız,
aksi takdirde sol demokrasiyi zaten ortadan kaldıracak. Durum çok vahim bir
vaziyete gelmiştir. İstifanız ve Milli Koalisyona gidilmesi hiç olmazsa
demokrasiyi ve Türkiye’yi ortadan kaldırmak isteyen Sol’u ezme bakımından büyük
ölçüde fırsat verecektir” diyordu.
“9 MARTÇILARA KARŞI 12 MARTÇILAR” KILIFIYLA YAPILAN CIA
DARBESİ
O dönemde ordu içindeki antiemperyalist ve solcu subayların
gerçekten bir darbe yapıp yapamayacağını bilemeyiz. Ama tarih, Sol’a karşı
MİT’in tezgâhıyla bir Amerikancı Darbe (12 Mart Muhtırası) yapıldığını
gösteriyor. Muhtıradan sonra ilk yapılan iş, ordu içindeki fişlenmiş subayları
tasfiye etmek oldu. Süleyman Demirel, istifa mektubunu yeni göndermişti ki,
kapısına dayanan bir albay, emekli edilecek subayların isimlerini oracıkta
devrik başbakana imzalattı. Arkasından yüzlerce subay hakkında soruşturmalar
başlatılarak orduyla ilişkileri kesildi. Bu arada kurulan teknokrat hükümet,
hem de CHP’li Nihat Erim’in Başbakanlığında tam da planlandığı gibi Sol’u ezdi;
TİP kapatıldı; tutuklamalar, hapis cezaları ve işkenceler sol güçlere büyük
darbe indirdi. Böylece Türkiye, bir sonraki darbeye kadar ABD’ye tekrar sıkıca
bağlanmış oldu.
Devamını gelecek yazıda anlatacağız.
Yazımızın ilk bölümünde, anti-emperyalist sol bir darbeyi
önleme adı altında yapılan 12 Mart 1971 CIA darbesinin perde arkasını
aydınlatmaya çalışmıştık. Bu ikinci yazıda 12 Mart Muhtırası ile günümüzün
darbelerini arasındaki bağı ortaya koyacağız
TÜRKİYE İÇİN SOĞUK SAVAŞ SONRASININ KİLİT SORUNU
Soğuk Savaşın bitimiyle (1991) Türk Ordusunun tehdit
değerlendirmesi de değişmeye başlamıştı. Sovyetler Birliğinin dağılması,
komünizm öcüsünü yok etmişti. Tek süper güç olarak ayakta kalan ABD, dünya
hâkimiyet projesine hız verdi. Dünya hâkimiyeti için küresel sermayenin önüne
set çeken büyük devletler, küçük küçük devletçiklere bölünmeye başladı ve ilk
uygulamalardan birinde Yugoslavya çok kanlı bir şekilde paramparça oldu.
Aynı projede Türkiye de, Kürt meselesiyle parçalanmak
isteniyordu. Batı desteğiyle azan PKK terörüyle dağlarda mücadele eden Türk
subayı, bir süre sonra oyunun perde arkasında ABD’nin olduğunu tüm
çıplaklığıyla gördü. Artık Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemine dayalı tehdit algılamasını
değiştirmesi gerekiyordu. Kilit nokta burasıydı.
SİLAH TEDARİKİNDE TEK BİR ODAĞA BAĞIMLIYSANIZ, BAĞIMSIZ
EKONOMİ VE DIŞ POLİTİKA İMKÂNSIZDIR
O döneme kadar tehdit algılaması NATO aracılığıyla ülkelere
dikte ettiriliyordu. NATO’nun tehdit algılamasını yazan da ABD idi. Ancak
ülkenin, tehdit algılamasını değiştirmek hiç de kolay değildi. Eğer siz; silah,
teçhizat, mühimmat ve doktrin açısından tek bir ülkeye (ABD) bağımlıysanız,
tehdit algılamanızı kolay kolay değiştiremezsiniz. Çünkü olası bir kriz veya
savaş durumunda ülkenize uygulanacak ambargo, çok zayıf bir güç karşısında
perişan olmanıza sebep olur. Silah sistemlerinde dışa bağımlılığı azaltmadan,
bağımsız bir dış politika izlemek mümkün değildir. Bunun farkına varan
askerler, 1990’lı yılların sonundan itibaren, ordunun silah sistemlerini
maksimum oranda yurt içinde üretmek için bir çaba içine girdiler. Artık hiçbir
general hazır alım yapmak istemiyor, yazılım ve kaynak kodları bize ait olmayan
bir projenin altına imza atmıyordu. (Ali Toron ekleme :Aselsan çalışanlarının öldürülme ihtimalleri yüksek
2006 yılından bu yana ASELSAN’da görev yapan 5 mühendis hayatını kaybetti. Mühendislerin ortak noktası ise stratejik nitelikli askeri proje ve araştırmalar üzerinde çalışmalar yapması.
Mühendislerden Hüseyin Başbilen 7 Ağustos 2006’da boğazı kesilerek aracının içinde ölü bulunmuş, Halim Ünal 16 Ocak 2007’de başına ateş edilerek öldürülmüş, Evrim Yançeken 24 Ocak 2007’de 6. kattaki evinden düşerek can vermiş, Burhaneddin Volkan 9 Ekim 2007’de askerdeyken nöbet sırasında şüpheli bir şekilde ölmüş, Zafer Oluk da 5 Mayıs 2008’de askerdeyken elektrik çarpması sonucu ölmüştü. Hüseyin Başbilen’in adli Tıp raporunda 10 üyeden 7 si intihar, 3 ü cinayet derken daha sonra alınan bilirkişi raporunda ölümün kesinlikle cinayet olduğu saptandı. Başbilen’in aracının içinde başka kişilere ait parmak izleri de bulundu. Çalıştığı projeye ait belgelerin çantasından alınmış olduğu belirtildi.)
Bu çalışmalar sonucu başta Deniz Kuvvetleri olmak üzere,
Hava ve Kara Kuvvetleri milli projeler geliştirmeye başladılar. Denizciler
kendi gemisini, Havacılar nokta vuruşu yapabilen silah sistemlerini, Karacılar
orta menzilli füzeleri geliştirmeyi başardı. Bu sürecin devam etmesi Türkiye’yi
ABD güdümünden kopartabilirdi. Ayrıca subaylar arasında antiemperyalist bir
yaklaşım filizlenmeye başlamıştı.
Bir ordunun antiemperyalist olması, siyasete karışması
anlamına gelmez. Ama doğrudan doğruya siyaseti etkiler. Çünkü antiemperyalist
ordu, silah, mühimmat ve doktrin açısından dışa bağımlılığını kestiğinde,
siyasiler daha bağımsız bir dış politika izleme imkânına kavuşurlar. Bu süreç
kaçınılmaz olarak ülkenin izlediği ekonomi politikalarını da etkiler ve ülke
giderek bağımsızlaşır. Sömürge olmanın yolu otomatikman kapanır.
“BALON HAREKÂTI”IN 2000’LERİN BAŞINDA BİR KEZ DAHA SAHNEYE KONMASI:“BALYOZ” TERTİBİ
1990’larda başlayan bu süreç devam etseydi, Türkiye ABD’nin
ellerinden kayıp gidecekti. Türk ordusu içindeki antiemperyalist düşüncedeki
subayların temizlenmesi, yerine ise ABD’ye biat etmiş, her türlü Amerikan
projesinin altına imza atacak Cemaatçi subayların geçmesi gerekiyordu.
Antiemperyalist kurmay subayların temizlenmesi, sivil
kanattaki benzer düşüncede olan aydınların temizlenmesinden çok daha önemliydi.
Çünkü tekrar altını çiziyorum, ordudaki dönüşüm, iktidarda hangi siyasi
görüşten insanlar olursa olsun, ülkenin politikasının değişmesini sağlayacaktı.
Bu arada 1970’lerde olduğu gibi günümüzde de kapitalizmin üçüncü ve en büyük
krizini yaşadığını ve bu krizin zaman içinde halkı sokağa dökerek neoliberal
politikalara son vereceğini unutmayalım. ABD bu süreci durdurmak için hiç
gecikmeden düğmeye bastı ve 12 Mart Muhtırası öncesinde başlatılan “Balon
Harekâtı”nın neredeyse tıpa tıp bir benzeri, bu sefer “Balyoz” adı altında
sahneye kondu.
Ordudaki antiemperyalist düşüncedeki subayların tasfiye edilmesine,
sadece hükümeti razı etmek yetmezdi. Aynı zamanda bu operasyona, halkı da
inandırmak gerekiyordu. Senaryo; aynı 12 Mart Muhtırasında olduğu gibi bir
darbe planı üzerine oturtuldu. Hikâyeye göre; “demokrasi ve din düşmanı
askerler”, İslami kökenden gelen AKP Hükümetini devirecekti. Böylece hem
AKP’nin siyasi kadrosu, hem de ona oy veren mütedeyyin insanlar ikna edilmiş
olacaktı.
Tertip planlandığı gibi işledi, darbecileri temizliyoruz
görüntüsüyle, “Balyoz” adında yeni bir CIA darbesi başladı. Bu darbeyle
gelecekte TSK’nın komuta kademesini oluşturacak 300 kadar kurmay subay hapse
atıldı, bir o kadarı da çeşitli davalarda sorgulandı ve tutuksuz yargılanmaya
başlandı. Bu arada geride kalanlar da, sıra bize ne zaman gelecek korkusuyla
birer birer istifa etmeye başladılar. Böylece postmodern yeni CIA darbesinin
tasfiye bacağı tamamlanmış oldu. Fakat darbe daha tamamlanmadı. Her darbe
sonrasında yeni bir anayasa yapılır veya mevcut anayasada darbenin amacına
ulaşmasına hizmet edecek önemli değişiklikler hayata geçirilir. Şimdi bu
safhadayız.
CIA YENİ ANAYASAYI YAPMAYI BAŞARIRSA BALYOZ DARBESİ
TAMAMLANMIŞ OLACAK
Yeni anayasadan Atatürk çıkartılmadan, Türk kimliğini silip,
Kürt kardeşlerimizi ayrılığa zorlayacak yeni düzenlemeler konmadan bu darbe
tamamlanamayacak. Bu noktada darbeciler duvara tosladılar. Zannettiler ki 25
kuruşluk 11’nolu çakma CD’ye bu millet inanacak. Şimdi dindar kesim de bunun
bir tezgâh olduğunu görüyor. Gözü açılanların sayısı her geçen gün artıyor,
artacak. CIA’nın aklıyla darbe yapmaya kalkanlar, kaş yapayım derken göz
çıkardıklarının farkına varacaklar. Türkiye’yi tekrar ABD güdümüne sokmak
isteyenler, tertibin açığa çıkmasıyla ülkeyi tamamen ABD’den koparmış
olacaklar. Balyoz Darbecileri, özel mahkemelerde yaşanan zulmün bir “Silivri
Edebiyatı” doğuracağını hesaba katmamışlar. Bu zulüm devam ettikçe, Silivri
edebiyatı halkın iliklerine kadar işleyecek.
BALYOZ DARBESİYLE TÜRKİYE’Yİ ABD’YE MAHKÛM ETMEK KİMİN İŞİNE
YARAYACAK?
Peki, bu darbeye kimler alet oldu? Niçin hala Türkiye’nin
ABD’ye körü körüne bağlı olmasını istiyorlar? Bu sorunun cevabını bulmakta
zorlanıyorum. Aklım bir türlü almıyor. 1960, 1971 ve 1980 darbelerini yapanları
bir nebze olsun anlayabiliyorum. Soğuk Savaşın yaşandığı, nükleer tehdidin
kapıda olduğu iki kutuplu dünyada, içinde CHP’nin de yer aldığı o zamanki Derin
Devlet, Türkiye’nin ABD’den kopmasını istememişti. Ya bugün? Soğuk Savaş bitti.
Dünya hızla değişiyor. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Venezüella ve İran gibi
yeni güç odakları ortaya çıktı. Artık çok kutuplu bir dünyadayız. ABD ise her
geçen gün zayıflıyor.
Dünyada neoliberal politikalar terk ediliyor. Washington
bile kendi ülkesi için bu politikalardan vazgeçmeye başladı. Biz niye hâlâ bir
sömürge ülkesi gibi, neoliberal dayatmaları uygulamaya devam ediyoruz? Kendi
elimizle niçin devletimizi satıp, tasfiye ediyoruz? Bunu anlayamıyorum. Eğer
amaç, ABD’nin gücüne dayanarak “Yeni Osmanlı” projesini hayata geçirmekse,
bunun gerçekleşmesinin imkânsız bir hayal olduğunu görelim. Müslüman dünyadaki
Şii-Sünni kutuplaşması kimin işine yarayacak? Bu eksende hangi Müslüman ülke
bize biat edecek? Mısır mı? Suriye mi? Irak mı? Libya mı? Olası bir Kürt
devletinin bizim güdümümüzde mi (havuç deyimle “himayemizde” mi) olacağı
zannediliyor? Havuç sopa politikasının ucundaki Osmanlı hayaline inanacak kadar
aptal mıyız? Derin Devletin kafası bu kadar mı çalışıyor?
BALYOZ DARBESİ, İÇİNDEKİ GLADYO İLE MİT’İN ROL ALDIĞI BİR
OPERASYONDUR
Yazının sonunda can alıcı soruya geldik. Bu tertibi kim
yapıyor? Ben yaşadığımız bu postmodern CIA darbesinin başrol oyuncusu olarak,
MİT’i görüyorum. CIA, içinde MİT olmadan yargı, polis ve TSK’dan destek de
görse böyle bir darbeyi yapamaz.
Peki, bu darbenin neresi milli? Kime hizmet ediyor? Başında
“Milli” kelimesi olan bir kurum nasıl böyle bir tezgâhın içinde yer alabilir?
Eğer MİT, bizden çok Amerikan çıkarlarını düşünüyorsa, o zaman başındaki
“Milli” kelimesine ne gerek var? Faaliyetini yine aynı temelde sürdürecekse,
baştaki “M”yi çıkartalım öyle sürdürsün. Çünkü baştaki “M” artık “Milli”nin
M’si olmaktan çıkmış, gayri milli işleri Maskesinin M’si olmuştur.
Soğuk Savaş dönemiyle birlikte CIA ile içi içe geçmiş, onun
yetiştirdiği kadrolarla düşünen “(M)İT”, 1826 yılında yozlaşmış Yeniçeri
Ocağının lağvedilmesi gibi yeni bir “Vaka-i Hayriye” olayıyla lağvedilip sil
baştan, başına “Milli” kelimesi eklenerek yeniden kurulmadıkça AKP dâhil bu
ülkede hiçbir hükümet iktidar olamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder