14 Mar 2013

12 Mart’ın “Balon Harekâtı”ndan günümüzün “Balyoz” tertibine (1)


Milliyet gazetesinde 3 Mart günü başlayan 9 Mart günü sona eren, “12 Mart’ın Gizli Tarihi” başlıklı 7 günlük bir yazı dizisi yayımlandı. 12 Mart Muhtırasının 42. yıldönümünde yayımlanan dizide, dönemin MİT Müsteşarı Korg. Fuat Doğu ile Teşkilatın (MİT’in) darbede oynadığı rolü ortaya koyan bazı belgeler açıklandı. Bu belgeler bugün sahnelenen ve yine Teşkilatın kullanıldığı başka bir darbeye ışık tutmaktadır.

Türkiye’de Amerikancı darbelerin 12 Mart’tan Balyoz’a uzanan evrimini anlamak için gelin biz de bir 12 Mart tarihi sunalım size…

ABD’NİN 27 MAYIS’TAN ÇIKARDIĞI DERS:  ORDUYA SÜREKLİ TIRPAN

27 Mayıs, dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in faşizme varan uygulamalarına karşı halktan da destek bulan bir askeri darbeydi. Askerler, ülkeyi kaosa ve çıkmaza sürüklediğini düşündükleri Demokrat Parti (DP) iktidarını devirdiler. Türkiye’de 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmaya çalışılmış çok partili demokratik düzeni güvenceye alan yeni bir anayasa yaptıktan hemen sonra ülkeyi seçime götürdüler. Ancak 15 Ekim 1961 günü yapılan seçimlerden, 27 Mayıs’ı gerçekleştirenleri ve onun hedeflediği demokratik, çağdaş, ileri Türkiye için mücadele edenleri hayal kırıklığına uğratan bir sonuç çıktı. Demokrat Parti yerine kurulan Adalet Partisi seçimde % 34,79 oy alarak, % 36,74 oy alan CHP’nin hemen arkasında ikinci parti oldu. Yine DP kökenli bir parti olan YTP’nin de %14 civarında oy aldığı düşünüldüğünde, 27 Mayısçıların hayal kırıklığını anlamak mümkündü.

27 Mayıs yönetiminden 2 yıl sonra (1963) 2 defa darbe teşebbüsünde bulunan Alb. Talat Aydemir gibi birçok subay, aynı zamanda anti-emperyalist bir darbe olarak düşündükleri 27 Mayıs’ın ülkeyi arzu ettikleri çizgiye getiremediğini düşünüyorlardı. Onlara göre CHP de anti-emperyalist bir parti değildi. Atatürk’ün partisi olma özelliğini yitirmişti.

1965’de ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinde Askeri Ataşe olarak görev yapan Albay Dickson, görevdeyken Washington'daki “Ordu Karargâh Dairesi” ile CIA Başkanlığı'na "Gizli" kaydıyla bir rapor göndermişti. 1966 yılında 27 Mayısçı Tabii Senatör ve E. Alb. Haydar Tunçkanat tarafından TBMM Cumhuriyeti Senatosu’nda açıklanan ve o günden beri ABD’li albayın adıyla anılır olan bu raporda şöyle deniyordu: “Rejime sadık olmayan devlet memurları ve subaylardan en tehlikelileri bir program dâhilinde tasfiye edilmek üzere tespit edilmektedir...”

Aydemir’in ilk darbe girişiminden sonra bu çizgideki subayların önemli bir kısmı hemen emekli edildi. Fakat ordu içindeki “Kemalist bağımsızlıkçılık ve halkçılığa” özlem duyan ve tekrar o çizgiye dönülmesini savunan eğilim kaybolmuyordu. Örneğin 1963 yılında Aydemir’in darbe girişimi bahane edilerek anti-emperyalist düşünceye sahip birçok subay ve Harp Okulu öğrencilerinin tamamı ordudan atıldı. Fakat tasfiye edilenlerin yerine yenileri geliyordu. Daha sonra da birçok tasfiye yapılmasına rağmen, göreceğiz ki, Türk ordusundaki bu damar yok edilemedi. Çünkü Harp Okulunda yetişen genç subaylar, Atatürk’ün kurduğu “tam bağımsız Türkiye”nin her geçen gün daha çok dışa bağımlı olduğunu, giderek sömürgeleştiğini görüyorlardı.

Fakat Devlet, onlarla aynı düşüncede değildi. Soğuk Savaşın kızıştığı o günlerde, ABD’nin Türk devleti içinde NATO üzerinden örgütlediği “Derin Devlet”, Türkiye için en büyük tehlikeyi “komünizm”, dolayısıyla Sovyetler Birliği olarak tespit etmişti. “Ülkeyi nükleer silahlara sahip, yayılmacı Sovyet komünizmine karşı ancak ABD koruyabilirdi. Türkiye’yi NATO ekseninden koparmak bir felaket olurdu”. İsmet İnönü’nün CHP’si de aynı fikirdeydi.

“YOLLAR YÜRÜMEKLE AŞINMAZ”DAN “BU ANAYASAYLA TÜRKİYE YÖNETİLEMEZ”E

1965 yılına gelindiğinde ise, Türkiye’nin siyaset sahnesine yeni ve beklenmedik bir aktör çıktı. 27 Mayısçıların yaptığı seçim kanunu ve getirdikleri “milli bakiye” denen seçim sistemiyle yapılan seçimlerde Türkiye İşçi Partisi (TİP) 15 milletvekiliyle meclise girdi. Bu partinin kurucularının neredeyse tamamı, ya sendika lideri ya da sendika yöneticisiydi. O dönemde sanayinin çok da gelişmemiş olduğu Türkiye’de işçi sınıfı, büyük şehirlerde toplanmış bir azınlık olarak büyük oy potansiyeline sahip değildi. Fakat sanayinin motor gücü ve örgütlü eylem yapama yeteneği çok yüksek olan işçi sınıfının ekonomi ve sokak üzerindeki etkisi çok büyüktü. İşçilere dayanan sosyalist bir partinin yarattığı tehlikeyi gören AP ve CHP daha sonra seçim sistemini, 1969 seçimlerinde TİP’in meclis gücünün 2 milletvekiline düşmesine yol açacak şekilde değiştirdiler.

Ancak bu sokaktaki hareketliliği durdurmaya yetmedi. Çünkü 1960’ların sonunda kapitalist sistem, 1929’dan sonra yaşanan ikinci büyük krizine girmişti. Bu kriz Türkiye’ye katlanarak yansımış ve AP hükümetini 1970’teki, Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük devalüasyonunu yapmaya zorladı (birincisini 1958’de Menderes yapmıştı). Çalışan sınıfların omuzuna devaülasyonun bindirdiği yük, sokağı daha da hareketlendirdi.

1969’a kadar yükselen antiemperyalist ve sol muhalefete karşı “Yollar yürümekle aşınmaz” rahatlığı ve “hoş görüsü” içinde olan Süleyman Demirel, 1969’dan itibaren ekonominin sıkışmaya başlaması ve yükselen antiemperyalist sol hareket konusunda ABD baskısının artması üzerine, ağız değiştirdi. 6. Filo’ya Türkiye limanlarını kapattıran ve ODTÜ’de Commer’in arabasının yakılmasına kadar varan antiemperyalist eylemler, ABD’yi harekete geçirmişti. Türkiye gibi kritik bir jeopolitiğe sahip bir ülkede işçi ve gençlik hareketlerinin büyümesi, soğuk savaşın dengelerini alt üst edebilirdi.

Demirel yeni tutumu, sonradan birincisi kadar ünlenecek olan “Bu anayasa ile memleket idare edilmez” sözüyle açıkladı.

 MİT’İN “BALON HAREKATI”

ABD ve Türkiye’deki sistem açısından daha da vahimi, gelişen antiemperyalist hareketin orduda içinde de taban buluyor olmasıydı. Ordunun askeri darbe biçiminde veya başka biçimde antiemperyalist bir inisiyatif ortaya koyması ve bunun da işçi ve gençlik hareketi ile birleşmesi, “büyük müttefik” bakımından Türkiye’nin kesin olarak kaybedilmesine yol açar, bu durum da  “büyük müttefik”in bölgedeki hegemonyasının sonunu getirebilirdi. Yapılması gereken, bu hareketlerin önderlerini ve subayları darbeye teşvik ederek tespit etmek ve sonra da tasfiye etmekti.

İşte Milliyet’teki yazı dizisinde sözü edilen MİT Müsteşarı Korg. Fuat Doğu’nun “Balon Harekâtı” adını verdiği plan buydu. Bu planda başrol oyuncularından biride Mahir Kaynak’tı. MİT Müsteşarı Korg. Fuat Doğu, Muhtıra öncesi, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’i istifaya ikna etmek için yaptığı telefon görüşmesinde, “Demokrasiyi zatıâliniz bu istifa ile kurtaracaksınız, aksi takdirde sol demokrasiyi zaten ortadan kaldıracak. Durum çok vahim bir vaziyete gelmiştir. İstifanız ve Milli Koalisyona gidilmesi hiç olmazsa demokrasiyi ve Türkiye’yi ortadan kaldırmak isteyen Sol’u ezme bakımından büyük ölçüde fırsat verecektir” diyordu.

“9 MARTÇILARA KARŞI 12 MARTÇILAR” KILIFIYLA YAPILAN CIA DARBESİ 

O dönemde ordu içindeki antiemperyalist ve solcu subayların gerçekten bir darbe yapıp yapamayacağını bilemeyiz. Ama tarih, Sol’a karşı MİT’in tezgâhıyla bir Amerikancı Darbe (12 Mart Muhtırası) yapıldığını gösteriyor. Muhtıradan sonra ilk yapılan iş, ordu içindeki fişlenmiş subayları tasfiye etmek oldu. Süleyman Demirel, istifa mektubunu yeni göndermişti ki, kapısına dayanan bir albay, emekli edilecek subayların isimlerini oracıkta devrik başbakana imzalattı. Arkasından yüzlerce subay hakkında soruşturmalar başlatılarak orduyla ilişkileri kesildi. Bu arada kurulan teknokrat hükümet, hem de CHP’li Nihat Erim’in Başbakanlığında tam da planlandığı gibi Sol’u ezdi; TİP kapatıldı; tutuklamalar, hapis cezaları ve işkenceler sol güçlere büyük darbe indirdi. Böylece Türkiye, bir sonraki darbeye kadar ABD’ye tekrar sıkıca bağlanmış oldu.

Devamını gelecek yazıda anlatacağız.


Yazımızın ilk bölümünde, anti-emperyalist sol bir darbeyi önleme adı altında yapılan 12 Mart 1971 CIA darbesinin perde arkasını aydınlatmaya çalışmıştık. Bu ikinci yazıda 12 Mart Muhtırası ile günümüzün darbelerini arasındaki bağı ortaya koyacağız

TÜRKİYE İÇİN SOĞUK SAVAŞ SONRASININ KİLİT SORUNU

Soğuk Savaşın bitimiyle (1991) Türk Ordusunun tehdit değerlendirmesi de değişmeye başlamıştı. Sovyetler Birliğinin dağılması, komünizm öcüsünü yok etmişti. Tek süper güç olarak ayakta kalan ABD, dünya hâkimiyet projesine hız verdi. Dünya hâkimiyeti için küresel sermayenin önüne set çeken büyük devletler, küçük küçük devletçiklere bölünmeye başladı ve ilk uygulamalardan birinde Yugoslavya çok kanlı bir şekilde paramparça oldu.

Aynı projede Türkiye de, Kürt meselesiyle parçalanmak isteniyordu. Batı desteğiyle azan PKK terörüyle dağlarda mücadele eden Türk subayı, bir süre sonra oyunun perde arkasında ABD’nin olduğunu tüm çıplaklığıyla gördü. Artık Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemine dayalı tehdit algılamasını değiştirmesi gerekiyordu. Kilit nokta burasıydı.

SİLAH TEDARİKİNDE TEK BİR ODAĞA BAĞIMLIYSANIZ, BAĞIMSIZ EKONOMİ VE DIŞ POLİTİKA İMKÂNSIZDIR

O döneme kadar tehdit algılaması NATO aracılığıyla ülkelere dikte ettiriliyordu. NATO’nun tehdit algılamasını yazan da ABD idi. Ancak ülkenin, tehdit algılamasını değiştirmek hiç de kolay değildi. Eğer siz; silah, teçhizat, mühimmat ve doktrin açısından tek bir ülkeye (ABD) bağımlıysanız, tehdit algılamanızı kolay kolay değiştiremezsiniz. Çünkü olası bir kriz veya savaş durumunda ülkenize uygulanacak ambargo, çok zayıf bir güç karşısında perişan olmanıza sebep olur. Silah sistemlerinde dışa bağımlılığı azaltmadan, bağımsız bir dış politika izlemek mümkün değildir. Bunun farkına varan askerler, 1990’lı yılların sonundan itibaren, ordunun silah sistemlerini maksimum oranda yurt içinde üretmek için bir çaba içine girdiler. Artık hiçbir general hazır alım yapmak istemiyor, yazılım ve kaynak kodları bize ait olmayan bir projenin altına imza atmıyordu. (Ali Toron ekleme :Aselsan çalışanlarının öldürülme ihtimalleri yüksek

2006 yılından bu yana ASELSAN’da görev yapan 5 mühendis hayatını kaybetti. Mühendislerin ortak noktası ise stratejik nitelikli askeri proje ve araştırmalar üzerinde çalışmalar yapması.
Mühendislerden Hüseyin Başbilen 7 Ağustos 2006’da boğazı kesilerek aracının içinde ölü bulunmuş, Halim Ünal 16 Ocak 2007’de başına ateş edilerek öldürülmüş, Evrim Yançeken 24 Ocak 2007’de 6. kattaki evinden düşerek can vermiş, Burhaneddin Volkan 9 Ekim 2007’de askerdeyken nöbet sırasında şüpheli bir şekilde ölmüş, Zafer Oluk da 5 Mayıs 2008’de askerdeyken elektrik çarpması sonucu ölmüştü. Hüseyin Başbilen’in adli Tıp raporunda 10 üyeden 7 si intihar, 3 ü cinayet derken daha sonra alınan bilirkişi raporunda ölümün kesinlikle cinayet olduğu saptandı. Başbilen’in aracının içinde başka kişilere ait parmak izleri de bulundu. Çalıştığı projeye ait belgelerin çantasından alınmış olduğu belirtildi.)

Bu çalışmalar sonucu başta Deniz Kuvvetleri olmak üzere, Hava ve Kara Kuvvetleri milli projeler geliştirmeye başladılar. Denizciler kendi gemisini, Havacılar nokta vuruşu yapabilen silah sistemlerini, Karacılar orta menzilli füzeleri geliştirmeyi başardı. Bu sürecin devam etmesi Türkiye’yi ABD güdümünden kopartabilirdi. Ayrıca subaylar arasında antiemperyalist bir yaklaşım filizlenmeye başlamıştı.

Bir ordunun antiemperyalist olması, siyasete karışması anlamına gelmez. Ama doğrudan doğruya siyaseti etkiler. Çünkü antiemperyalist ordu, silah, mühimmat ve doktrin açısından dışa bağımlılığını kestiğinde, siyasiler daha bağımsız bir dış politika izleme imkânına kavuşurlar. Bu süreç kaçınılmaz olarak ülkenin izlediği ekonomi politikalarını da etkiler ve ülke giderek bağımsızlaşır. Sömürge olmanın yolu otomatikman kapanır.

“BALON HAREKÂTI”IN 2000’LERİN BAŞINDA BİR KEZ DAHA SAHNEYE   KONMASI:“BALYOZ” TERTİBİ

1990’larda başlayan bu süreç devam etseydi, Türkiye ABD’nin ellerinden kayıp gidecekti. Türk ordusu içindeki antiemperyalist düşüncedeki subayların temizlenmesi, yerine ise ABD’ye biat etmiş, her türlü Amerikan projesinin altına imza atacak Cemaatçi subayların geçmesi gerekiyordu.

Antiemperyalist kurmay subayların temizlenmesi, sivil kanattaki benzer düşüncede olan aydınların temizlenmesinden çok daha önemliydi. Çünkü tekrar altını çiziyorum, ordudaki dönüşüm, iktidarda hangi siyasi görüşten insanlar olursa olsun, ülkenin politikasının değişmesini sağlayacaktı. Bu arada 1970’lerde olduğu gibi günümüzde de kapitalizmin üçüncü ve en büyük krizini yaşadığını ve bu krizin zaman içinde halkı sokağa dökerek neoliberal politikalara son vereceğini unutmayalım. ABD bu süreci durdurmak için hiç gecikmeden düğmeye bastı ve 12 Mart Muhtırası öncesinde başlatılan “Balon Harekâtı”nın neredeyse tıpa tıp bir benzeri, bu sefer “Balyoz” adı altında sahneye kondu.
Ordudaki antiemperyalist düşüncedeki subayların tasfiye edilmesine, sadece hükümeti razı etmek yetmezdi. Aynı zamanda bu operasyona, halkı da inandırmak gerekiyordu. Senaryo; aynı 12 Mart Muhtırasında olduğu gibi bir darbe planı üzerine oturtuldu. Hikâyeye göre; “demokrasi ve din düşmanı askerler”, İslami kökenden gelen AKP Hükümetini devirecekti. Böylece hem AKP’nin siyasi kadrosu, hem de ona oy veren mütedeyyin insanlar ikna edilmiş olacaktı.

Tertip planlandığı gibi işledi, darbecileri temizliyoruz görüntüsüyle, “Balyoz” adında yeni bir CIA darbesi başladı. Bu darbeyle gelecekte TSK’nın komuta kademesini oluşturacak 300 kadar kurmay subay hapse atıldı, bir o kadarı da çeşitli davalarda sorgulandı ve tutuksuz yargılanmaya başlandı. Bu arada geride kalanlar da, sıra bize ne zaman gelecek korkusuyla birer birer istifa etmeye başladılar. Böylece postmodern yeni CIA darbesinin tasfiye bacağı tamamlanmış oldu. Fakat darbe daha tamamlanmadı. Her darbe sonrasında yeni bir anayasa yapılır veya mevcut anayasada darbenin amacına ulaşmasına hizmet edecek önemli değişiklikler hayata geçirilir. Şimdi bu safhadayız.

CIA YENİ ANAYASAYI YAPMAYI BAŞARIRSA BALYOZ DARBESİ TAMAMLANMIŞ OLACAK

Yeni anayasadan Atatürk çıkartılmadan, Türk kimliğini silip, Kürt kardeşlerimizi ayrılığa zorlayacak yeni düzenlemeler konmadan bu darbe tamamlanamayacak. Bu noktada darbeciler duvara tosladılar. Zannettiler ki 25 kuruşluk 11’nolu çakma CD’ye bu millet inanacak. Şimdi dindar kesim de bunun bir tezgâh olduğunu görüyor. Gözü açılanların sayısı her geçen gün artıyor, artacak. CIA’nın aklıyla darbe yapmaya kalkanlar, kaş yapayım derken göz çıkardıklarının farkına varacaklar. Türkiye’yi tekrar ABD güdümüne sokmak isteyenler, tertibin açığa çıkmasıyla ülkeyi tamamen ABD’den koparmış olacaklar. Balyoz Darbecileri, özel mahkemelerde yaşanan zulmün bir “Silivri Edebiyatı” doğuracağını hesaba katmamışlar. Bu zulüm devam ettikçe, Silivri edebiyatı halkın iliklerine kadar işleyecek.

BALYOZ DARBESİYLE TÜRKİYE’Yİ ABD’YE MAHKÛM ETMEK KİMİN İŞİNE YARAYACAK?

Peki, bu darbeye kimler alet oldu? Niçin hala Türkiye’nin ABD’ye körü körüne bağlı olmasını istiyorlar? Bu sorunun cevabını bulmakta zorlanıyorum. Aklım bir türlü almıyor. 1960, 1971 ve 1980 darbelerini yapanları bir nebze olsun anlayabiliyorum. Soğuk Savaşın yaşandığı, nükleer tehdidin kapıda olduğu iki kutuplu dünyada, içinde CHP’nin de yer aldığı o zamanki Derin Devlet, Türkiye’nin ABD’den kopmasını istememişti. Ya bugün? Soğuk Savaş bitti. Dünya hızla değişiyor. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Venezüella ve İran gibi yeni güç odakları ortaya çıktı. Artık çok kutuplu bir dünyadayız. ABD ise her geçen gün zayıflıyor.
Dünyada neoliberal politikalar terk ediliyor. Washington bile kendi ülkesi için bu politikalardan vazgeçmeye başladı. Biz niye hâlâ bir sömürge ülkesi gibi, neoliberal dayatmaları uygulamaya devam ediyoruz? Kendi elimizle niçin devletimizi satıp, tasfiye ediyoruz? Bunu anlayamıyorum. Eğer amaç, ABD’nin gücüne dayanarak “Yeni Osmanlı” projesini hayata geçirmekse, bunun gerçekleşmesinin imkânsız bir hayal olduğunu görelim. Müslüman dünyadaki Şii-Sünni kutuplaşması kimin işine yarayacak? Bu eksende hangi Müslüman ülke bize biat edecek? Mısır mı? Suriye mi? Irak mı? Libya mı? Olası bir Kürt devletinin bizim güdümümüzde mi (havuç deyimle “himayemizde” mi) olacağı zannediliyor? Havuç sopa politikasının ucundaki Osmanlı hayaline inanacak kadar aptal mıyız? Derin Devletin kafası bu kadar mı çalışıyor?

BALYOZ DARBESİ, İÇİNDEKİ GLADYO İLE MİT’İN ROL ALDIĞI BİR OPERASYONDUR

Yazının sonunda can alıcı soruya geldik. Bu tertibi kim yapıyor? Ben yaşadığımız bu postmodern CIA darbesinin başrol oyuncusu olarak, MİT’i görüyorum. CIA, içinde MİT olmadan yargı, polis ve TSK’dan destek de görse böyle bir darbeyi yapamaz.

Peki, bu darbenin neresi milli? Kime hizmet ediyor? Başında “Milli” kelimesi olan bir kurum nasıl böyle bir tezgâhın içinde yer alabilir? Eğer MİT, bizden çok Amerikan çıkarlarını düşünüyorsa, o zaman başındaki “Milli” kelimesine ne gerek var? Faaliyetini yine aynı temelde sürdürecekse, baştaki “M”yi çıkartalım öyle sürdürsün. Çünkü baştaki “M” artık “Milli”nin M’si olmaktan çıkmış, gayri milli işleri Maskesinin M’si olmuştur.

Soğuk Savaş dönemiyle birlikte CIA ile içi içe geçmiş, onun yetiştirdiği kadrolarla düşünen “(M)İT”, 1826 yılında yozlaşmış Yeniçeri Ocağının lağvedilmesi gibi yeni bir “Vaka-i Hayriye” olayıyla lağvedilip sil baştan, başına “Milli” kelimesi eklenerek yeniden kurulmadıkça AKP dâhil bu ülkede hiçbir hükümet iktidar olamaz.

Hiç yorum yok: