15 Şubat 2013 tarihli, “Cehaletin Rönesansı” adlı yazıma
şöyle başlamıştım.
“Bu adamlarda kele sürülecek akıl yok. Yobazlardan söz
ediyorum ama kimi profesörcüler, çürümüş solcular ve gazete yazıcıları daha iyi
durumda değil!”
CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler gayet doğru ve haklı
olarak “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir”
dedi. Sonra bu cümlenin ne anlama geldiğini bir güzel açıkladı. Ben de, kalın
kafalılar anlasın diye “Türlü” yemeği metaforuyla anlattım vaziyeti. Aradan
bunca zaman geçmesine karşın hâlâ, “Türk ulusu ile Kürt milletinin eşit
olmadığı”nı söylediğini yazan kalemşorlar var. Yahu “Milliyet” nerede “Millet”
nerede?
Böylesine körlük ve bönlük ancak cehaletin Rönesans
dönemlerinde olur.
Prof.Dr. Birgül Ayman Güler’in konuşmasını fırsat bilip CHP
ve ulusalcılar üzerine sefere çıkan Başbakan, bir uyarı almış olmalı ki:“Mardin
Kızıltepe’de bir ifade kullandım. Aynı ifadeyi bugün İstanbul’da da söylüyorum:
Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar
altına almış bir iktidarız [...] Kızıltepe’de ayaklarımın altındadır’
dediğim milliyetçilik, etnik kökene dayalı milliyetçiliktir, ırkçılıktır,
kafatasçılıktır.” (Milliyet, 24.02.13) dedi
Hızını alamayan Başbakan Erdoğan, CHP’nin, Cumhuriyet’in
kurucularının ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ne mel’un ırkçılar
olduğunu kanıtlamak amacıyla, bu kez, eline (galiba) Türk Antropoloji Enstitüsü
tarafından yayınlanan bir kitap alıp kafatası fotoğrafları gösterdi. Güya
Cumhuriyet, Anadolu ve Trakya’dan binlerce kafatası toplattırıp ölçerek Türk
ırkçılığı yapıyormuş.
Bu zırvaya, A. M. Celâl Şengör, 1 Mart 2013 tarihli
Cumhuriyet Gazetesi’nde, hak ettiği cevabı görkemli bir bilimsel şiddetle
verdi.
İktidar ve akademiya
Türkiye medyasının kültür ve akıl düzeyi belli, ortalamanın
çok altında. Özellikle de düzeyleri sıfırın altında gezinen “tutma” köşemenler.
Adamdan sayılmadıkları, gelecekte hesap verecekleri herhangi bir standart
enstitüsü bulunmadığı için geçelim bunları.
Üniversite millet, ulus, milliyet, etnisite, ırk, ırkçılık,
antropoloji, etnografya gibi, akademinin ders, seminer ve doktora alanlarına
giren bu konularda nasıl susabilir?
Bu memlekette YÖK ve üniversitelerarası kurul yok mu?
Otorite olması gerektiği bilgi alanında neden susuyor? Başbakan ve iktidarından
korktukları için mi? Bence Başbakan’ın horozlandığı konularda, medrese
hocalarına benzeyen üniversite öğretim üyelerimiz de en azından onun kadar
bilgisiz.
İnsan, utanır, bu konularda ciddi bir kitap bulur okur,
internete bakar. Tıpkı benim yaptığım gibi. Beyin bilgi salgılamaz. Akü gibi dolduracaksın.
Yabancı “Etni” sözcüğünün ve türevlerinin (etnik, etnisite)
geldiği yer Grekçe “ethnos” sözcüğü. Ancak bu sözcük siyasal bir gösterge
değildir. Günümüzde grup, tür, ırk, kabile kavramlarını kapsamamakta ve
içermemektedir. Yani ve özetle, günümüzde, etniklik, etnisite ile ulus ve
millet arasında herhangi bir anlamdaşlık ilişkisi bulunmamaktadır.
Suavi Aydın’ın “Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik
Üzerine” (Özgür Üniversite Yayınları) adlı kitabından anlamlı ve kapsamlı bir
alıntı yapıp bu konuyu kapatacağım:
“Ulus büyüklüğünde bir tek kimlik referansının ve bu
büyüklükte türdeş, dayanışmacı ve ahenkli bir toplumsal örgütlenmenin hayatta
karşılığı yoktur. Böyle bir karşılık olmadığı içindir ki, Aydınlanma felsefesi
‘toplumsal sözleşme’ kuramına yönelmiştir.” (s.66)
Ulus kavramının varsayımsal olması biraz kafa karıştırabilir
ama yazar, bereket versin, toplumsal sözleşmeye atıfta bulunuyor.
Kayıtlı plak
Yeni Şafak (07.03.13) gazetesi, kendi tanımlamasıyla
“Anayasa Hukuku Uzmanı”, Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Serap Yazıcı
ile yapılan bir söyleşi yayınladı. Konu hazırlanmakta olan sivil (!) anayasa.
Prof.Dr. Yazıcı’nın yazıları ve konuşmaları güven vermez. Nesnellik ve
esneklikten uzak görünür. Sanki CD’ye kayıtlı bir tarzda konuşur.
Bu konuşmasında da aynı tavrı buluyoruz. Sadece bir tek
ilginç görüşü var: “Anayasa’da vatandaşlık tanımına gerek yok” diyor. Böyle bir
şey mümkün mü? Örnekleri varsa kuşkusuz mümkündür. Bu durumda, Anayasa uzmanı
olduğuna göre, vatandaşlık tanımının yer almadığı anayasalardan bazılarını
saymalı ki meslektaşlarının, ilgililerin ve ben fakir gibilerin inceleme
fırsatı olsun. Ama, bir üniversite öğretim üyesine yakışacak şekilde
konuşmuyor.
Kimliği ve niteliği belli gazete “Yeni anayasada
‘değiştirilmez’ denilen maddeler olmalı mı?” diye soruyor. Prof.Dr. Serap
Yazıcı şöyle cevap veriyor: “Sadece 1. Madde’de yer alan devlet şeklinin
Cumhuriyet olduğunu düzenleyen hükme değişmezlik izafe etmek yeterlidir.”
Böylece “laiklik” ilkesinin yer aldığı 2. Madde çöp
tenekesini boylamış oluyor.
Mevcut anayasanın ilk üç maddesine benzer maddeler Fransa
Anayasası’nın 89. Maddesi’nde yer alıyor:
“Ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan hiçbir değişiklik
dava konusu yapılamaz” diyor yani “Ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan hiçbir
değişiklik yapılamaz ve önerilemez” demek istiyor.
89. Madde’nin son fıkrası da şöyle: “Rejimin cumhuriyet
şekli değiştirilemez.”
Şimdi bizim açıkgözler, “laiklik” ilkesi değiştirilmez
maddelerde yer almıyor diye göbek atabilirler. Atsınlar! Ama kazın ayağı öyle
değil. “Rejimin Cumhuriyet şekli”nin nitelikleri Fransız Anayasası’nın 1.
Maddesi’nde yazıyor:
“Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyettir.”
Haydi kaldırın bakalım bu maddeyi. Bu maddeyi kimse
kaldıramaz ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üç maddesinin hiçbir insanoğlu
kaldıramaz. Velev ki karşı devrimci, yeni bir 31 Mart darbesi olmasın, TBMM’yi
dağıtıp, anayasayı ilga etmesin.
7 Mart 2013 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nin Prof.Dr. Serap
Yazıcı ile yaptığı söyleşiye devam ediyoruz:
Gazete adına Burcu Bulut soruyor: “Anadilde eğitim konusunda
uzlaşma olabilir mi?”
Her soruya ağzında hazır bir cevap bulunan Prof.Dr. Serap
Yazıcı konuşuyor: “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında. Ama
tabii böyle bir hakkın anayasada zikredilmesiyle doğrudan çözüm bulunamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olması gerçeğinden vazgeçecek
değiliz. Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine
bütünleşmeyi sağlar.”
Prof.Dr. Serap Yazıcı’ya olan borcumuzu ödemeden önce, 11
Eylül 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bu konuda yazdığım yazıyı birlikte
okuyalım. Aynı yazıyı “Direnen Cumhuriyet” (Destek Yayınları, S.294) adlı
kitabımda da okuyabilirsiniz:
Kürtçülük sorununun
tersi ve yüzü (7)
İşe ayrılıktan başlamak: Biri siyaset araştırmaları
koordinatörü, öteki araştırma direktörü olan iki zat Zaman Gazetesi’nde
(04.09.09) “Kürtler, Türkleri ayrı bir devlet kurmak istemediklerine ikna
edemiyorlar” diye bir başlık atmışlar. Bu türden örnekleri çoğaltabiliriz.
“İdraksız Türkleri” bir yana bırakın, tekil bir vatandaş
olarak ben bile neye inanacağımı şaşırmış durumdayım. Bunun nedenini şimdi arz
edeceğim:
Demokratik Toplum Partisi (DTP) Milletvekili Aysel Tuğluk
diyor ki:
“Tek devlet, tek bayrak, bunlarla bir sorunumuz yok. Ama
içindeki halkların barıştırılması ve onların haklarının güven altına alınması
gerekir. Eğer bu süreç de tıkanırsa, o zaman başka seçenekler de tartışılır.
Kürtler de ayrılığı tartışmaya başlayabilir.” (Milliyet, 02.09.09)
Aynı Aysel Tuğluk, Ruşen Çakır’a açıklama yapıyor: “Tuğluk
bana bu tesbitin bir ‘tehdit’ gibi sunulmasından çok üzüldüğünü belirtip şöyle
devam etti: ‘Bu bir öngörüdür ve halen aynı fikirdeyim. Bu seçenek politik Kürt
kitlesinin gündemindedir. Tartışılmaktadır. Yanlış bulunabilir, gerçekçi
değerlendirilmeyebilir ama bir seçenek olarak yedekte tutulmaktadır.”
(Vatan,04.09.09)
Bayan Tuğluk’un dediğine bakılırsa, Cumhurbaşkanı Gül bile
bu türden bir konuşma yapmış.
Kürtçülük cephesinde “ayrılıkçı” avına çıkılmasına gerek
yok. Bayan Tuğluk, bu seçeneğin politik Kürt kitlesinin gündeminde olduğunu
söylüyor.
Öte yandan, Zaman Gazetesi’ne göre, CHP Genel Başkanı
Baykal’ın da aralarında bulunduğu, okulda Kürt dilinde eğitime karşı çıkanlar
için “sivri zekâlı” deyimini kullanan Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel
Başkanı Ahmet Türk başka türlü konuşuyor:
“Yine bazı sivri zekâlılar çıktı ve ‘Eğitim, kültür ve dil
hakkı verirsek Türkiye bölünür’ dedi. Emin olun ki Kürtler Türkiye’yi bölmez.”
(Zaman, 04.09.09)
O sivri zekâlıların önde gideni benim, okullarda anadilde
eğitim-öğretimin ülkeyi böleceğini 2000 yılından bu yana yazıyorum. Ama
“Eğitim, kültür ve dil hakkı verirsek Türkiye bölünür” demedim. Böyle konuşanı
duymadım, yazanı okumadım. Ahmet Türk doğru konuşmuyor. Ahmet Türk’e bir sorum
var: Elbette bir torunu vardır. Bu torun anaokulunu, orta ve liseyi, hukuk
fakültesini Kürt dilinde okusa, nerede iş bulup çalışacak ? Yargıç ya da avukat
olsa yargı dili Kürtçe olmadan ne yapacak ? O zaman yargı dili de Kürtçe olsun
diye tutturacak. Bütün meslekler için de durum aynı. Torunu tıp fakültesini
üniter devlette Kürtçe mi okuyacak? Eğitim dili Kürtçe olursa, üniter yapı sona
erer. Bu konuda iyice düşünmeli!
Görüyorsunuz: Bir DTP’li ayrılık olasılığından söz ediyor.
Bir başkası böyle bir olasılığın olmadığını söylüyor. (“Bir”i bin ve on bin,
yüz bin olarak da düşünebiliriz!) İdrakli ve idraksiz insanlar kime inanacak?
Bence görüşmeler açık arttırma yöntemiyle değil, açık
eksiltme yöntemiyle yapılmalı. Görüşmelere ayrı devlet maddesinden başlayarak,
konfederal devlet, federal devlet, özerk devlet ve üniter devlet maddelerine
geçmeli. Üniter devlet dışındaki olasalıkta, kuşkusuz, Batı’da yaşayan Kürt
kökenli, Doğu’da yaşayan Kürt kökenli olmayan T.C vatandaşlarının durumu da
tartışma konusu olacaktır.
3 yıl 6 ay 18 gün sonra
Okuduğunuz yazının yayınlanmasından günümüze kadar 3 yıl 6
ay 18 gün geçmiş. 2000 yılından bu yana hemen hemen aynı şeyleri tekrarlıyorum.
Örneğin 09.08.2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde şunları
yazmışım:
“KİMSE bir şey öğrenmiyor: Kopenhag Kriterleri’nin
açıklanmasından bu yana yazıyorum: Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri
anadilde öğretimi değil, fakat anadilin özgürce öğrenilmesinin önündeki yasal
engellerin kaldırılmasını istiyor.”
Bizim elimizde, anadil konusunda sadece Kopenhag Kriterleri
var. Orada, bütün tedrisatın, (öğretimin) anadili devletin resmi dilinden başka
bir dil olması durumunda, bu dilde (örneğin Kürtçede) yapılması gibi bir hak
bulunmuyor. Ama, Kopenhag Kriterleri, o anadilin (örneğin Kürtçenin) özgürce
öğrenilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır, diyor.
“Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında” diyen
Prof.Dr. Serap Yazıcı bu iddiasını neye göre yapıyor? Bu sadece kendi düşüncesi
mi, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı herhangi bir uluslararası
sözleşmede mi yer alıyor?
“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”ne ve “İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi”ne baktım: Prof.Dr. Serap Yazıcı’nın dediği gibi “Anadilde
eğitim kişilerin en tabii hakları arasında” yer almıyor. Kendisinden özellikle
rica ediyorum: Bu hak adını andığım uluslararası iki temel belgede yer
almıyorsa, dayandığı belge ve kaynağı lütfen açıklasın; Kürtleri boş yere
umutlandırmasın.
Açıklamazsa, yazımın başlığı haklı olur!
Günümüzden 3 yıl 6 ay 23 gün önce, 18 Eylül 2009 günü
Hürriyet Gazetesi’nde “Anadilde Öğretim”i bir hak olarak görenlerle ilgili bir
yazı yayınlamışım. O günden bu yana değişen hiçbir şey yok. Herkes dediğim
dedik çaldığım düdük havasında. Düdük çalan arkadaşları okuyalım:
Kürtçülük sorununun tersi ve yüzü (10)
Cümlenin anlamı yazıcının karnında: Demokratik açılımın en
önemli ayağı anadilin öğrenilmesi‘dir. Buna karşı çıkıyorlar ve şöyle diyorlar
: “Kürtler anadillerini biliyorlar zaten. Öğrenip ne yapacaklar? Önemli olan
Kürtçenin öğretimde kullanılmasıdır.”
İtirazcılara söyleyecek bir şeyim yok. Sanırım, “Kürtçenin
öğrenimde (Türkçe gibi) kullanılmasının üniter devlet ilkesine aykırı olduğunu
biliyorlardır.
Ben yazıma bir giriş olarak Anadilde öğretim‘in anadili
öğrenmek anlamına değil, okul öğretimleri boyunca bütün derslerin anadilde
yapılacağı anlamına geldiğini 1001’ci defa yazacağım. Ama bu basit gerçeği
bilmeyenler ya da bilerek anlam karışıklığı yaratanlar var. Örnekleri birlikte
okuyalım:
Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu: “Kürtlerin ve anadili farklı
olan diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, anadillerini sadece öğrenme
değil, anadilleri ile eğitim alabilmeleri en temel haklarıdır.” (Radikal,
17.08.09)
Tahran Erdem: “Anadilde öğretim ve eğitim politikaları
belirlenmeli ve uygulanmalıdır.” (Radikal, 17.08.09)
İhsan Bal (Polis Akademisi Öğretim Üyesi) : “Bu ülke üniter
yapısını bozmayacak, toprağını bölmeyecek ve bayrağını değiştirmeyecek. Ama
yerel yönetimlerin haklarının genişletilmesi, Kürtçe dilinde eğitim hakkı gibi
demokratikleşme ve hukuk merkezli bir açılım yapabilecek.” (Taraf, 27.08.09)
Derya Sazak: Anadilde eğitim ‘bölünme’ nedeniyse İspanya
neden bölünmemiştir.” (Milliyet, 25.08.09)
Devlet Bakanı Hayati Yazıcı: “Kürtçe eğitim üniter yapıya
engel olamaz.” (Akşam, 29.08.09)
Kemal Burkay: “Kürtçe de Türkçenin yanı sıra ülkenin resmi
dili olmalı.” “BirGün, 01.09.09)
Prof. Dr. Levent Köker: “Kürtçenin ikinci (bölgesel) resmi
dil olarak kabûlünden Kürtçe anadilde eğitim hakkının tanınmasına, yerel
yönetimde özerklik taleplerine uzanan bir sıralama yapılabilir.” (Zaman,
13.08.09)
Ümit Fırat: “Anadilde eğitim hakkı tanınmalı.” (Yeni Şafak,
16.08.09)
Prof. Dr. Ahmet İnsel: “Niye Türkler, Kürtlerin kendi
okullarında Kürtçe eğitim görmeleri yaklaşımından ve ihtimalinden neden
rahatsız oluyorlar.” (Taraf, 03.08.09)
Prof. Dr. Mithat Sancar: “Şu alanlarda Anayasal ve yasal
düzenlemelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum: Anadilin eğitimde
kullanılması.....” (Milliyet, 05.08.09)
Oral Çalışlar: “Anadilde eğitim bir insan hakkıdır.”
(Radikal, 02.09.09)] (Bak: Özdemir İnce, Direnen Cumhuriyet, Destek Yayınları.
S.302)
Günümüze gelelim
Yazıda düşüncelerini alıntıladığım yazıcıların beşi öğretim
üyesi, akademisyen. Bunlar da sözlerinin doğruluğunu kanıtlayacak kaynak kanıt
vermiyorlar. İşkembe-i kübradan atıyorlar. Neden? Çünkü tamamı konunun cahili.
Okumuyorlar. Kendi kafalarına göre söylüyorlar. “Kendi kafasından söyleme”ye
argoda “sallamak” denir. Bilimde ve akademide sallamak yoktur.
Laik ve demokratik bir ülkede hakların kaynağı anayasa ve
yasalardır. Ülke devletinin altında imzası bulunan uluslararası anlaşmalardır.
Bunların dışında her ülkede Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek mahkemeler
var. Uluslararası planda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi falan var. Azınlık ve
birey haklarının kutsallaştığı günümüzde, anadilde öğretim (öğrenim) hakkının
dayandığı bir meşru bir kaynak olması gerekir. Kürtçe için böyle bir meşru
dayanak yok!
2000 yılından bu yana hafiye gibi izliyorum: Anadilde
öğretim sorununu benden başka kim doğru yazacak diye. 17.08.2009 tarihli
Milliyet’te Kadri Gürsel yazdı, başka kimse yaz(a)madı. Ama nihayet 8 Mart 2013
günü BirGün gazetesinde Ünal Özmen yazdı.
Kendi dili olmayan herhangi bir ethnos (ethni, etnisite,
etniklik gibi kavramlar bu sözcükten türemiştir) yoktur. Ethnos için somut ve
denetlenebilir bir varlık olan dil, varsayımsal bir kavram olan soy birliğinden
ve kandaşlıktan çok daha önemlidir. Dil ethnos’un temel direğidir. Ancak ve ne
yazik ki egemenlik ethnos’un değil ulusundur. Egemenliğin Allah’a ait olduğu
toplumlarda iş kolay. Egemenliğin ulusa ait olduğu yerlerde ethnosun ve dilinin
işi yaş. Bu nedenle değerli okurlar, Bay Öcalan, Barış ve Demokrasi Partisi’nin
militan ve lafazanları, bu nedenle dağa çıkmış PKK, anadilde öğretim hakkı
istemek ulusal egemenliğe aykırıdır, ulusal egemenliği bölmektir.
Federal devlet
Yıllardır, Prof.Dr.Oktay Uygun’un “Federal Devlet” (XII
Levha Yayınları. 3.Baskı 2007) adlı kitabından söz ederim. Günümüzde,
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bütün siyasetçilerin, milletvekillerinin;
İmralı’nın, Kandil’in, BDP lafazanlarının mutlaka okumaları gereken bir başucu
kitabı.
İşte bu kitabın 319.sayfasını açıyorum. Bölüm başlığı şu:
Bölünmezlik İlkesi Federalizmi Olanaksız Kılar:
“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi
(kısaca bölünmezlik ilkesi) bakımından federal sistemi değerlendirmek için
‘egemenlik’ kavramını incelemek gerekir. Çünkü bölünmezlik ilkesinin işaret
ettiği olgu ve bölünmez olarak gördüğü şey egemenliktir.”
Buna göre yeryüzü egemenliği Allah’a ait olmadığı gibi
ethnoslara da ait değildir; fakat ve sadece ulusa aittir. Egemenliğin
göstergelerinden en önemlisi de eğitim-öğretim dilidir. Bu da sadece ulusal
topluma ait bir haktır. Bu nedenle, çazgırların sandığı gibi, anadilde
eğitim-öğretim hakkı kişilerin (bireylerin) en doğal hakları arasında yer
almaz.
7 Mart 2013 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nin Prof.Dr. Serap
Yazıcı ile yaptığı söyleşiye devam ediyoruz:
Gazete adına Burcu Bulut soruyor: “Anadilde eğitim konusunda
uzlaşma olabilir mi?
Her soruya ağzında hazır bir cevap bulunan Prof.Dr. Serap
Yazıcı konuşuyor: “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında. Ama
tabii böyle bir hakkın anayasada zikredilmesiyle doğrudan çözüm bulunamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olması gerçeğinden vazgeçecek
değiliz. Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine
bütünleşmeyi sağlar.”
Dünkü yazımızda, anadilde eğitim-öğretim hakkının bireylere
değil ulusal toplumlara ait olduğunu ve ulusal egemenlik alanına girdiğini
okuduk. Egemenliğin bölünmezliği ilkesiyle yönetilen toplumlarda, bireylerin
kuşkusuz en önemli özgürlük ve hakkı anadillerini öğrenmedir. Öğrenme hakkı ile
öğretim dili olma hakkı arasındaki iki yakası bir araya gelmez uçurumu gözden
kaçırmayalım.
Bugünkü yazımızın konusu, Prof.Dr. Serap Yazıcı’nın
“Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine bütünleşmeyi
sağlar” iddiası.
Prof.Dr. Oktay Uygun’un dün sözünü ettiğim “Federal Devlet”
adlı kitabını, “Anayasa Uzmanı” öğretim üyesi okumamış galiba. Üniter
devletlerde, ulusal egemenlik gibi öğretim dili de bölünmezdir. Peki ne olacak
şimdi? Kürtçenin eğitim-öğretim dili olması için ulusal egemenlikten vaz mı
geçilecek? Bu sorunun cevabını Kürtçenin eğitim-öğretim dili olmasını
isteyenler verecek.
Örnekler
Akademik âdet olmasına karşın, bayan öğretim üyesi örnek
vermekten kaçınıyor. Örnekleri bulmak bizim işimiz (!) oluyor. Bazı sorular
soralım:
1. Quebec bölgesi Fransızca konuştuğu için Kanada’dan
ayrılmak istemiyor mu?
2. Çekoslovakya, Çekçe ve Slovakça yüzünden kolayca
bölünmedi mi?
3. Yugoslavya, Sırpça, Makedonca, Slovence. Arnavutça ve
Karadağ diline bölünmedi mi?
4. Belçika bölünürse Fransızca (Valonca) ve Flemenkçeye
bölünmeyecek mi?
Bu federal rejimle yönetilen ülkelerde eğitim federe
devletlerin kendi anadillerinde yapılıyordu. Aralarında tutkal olacak bir
“lingua franca” yoktu. Birbirlerine bir süre tahammül ettiler ve ilk fırsatta
ayrıldılar.
Böyle durumlarda, allamelerin aklına hemen İspanya gelir.
İspanya’da 17 özerk bölge varmış, her bölge kendi dilinde okuyup yazıyormuş ve
memleket mutlu ve müreffeh yaşıyormuş hikayesi... Özellikle “hikaye” diye yazdım,
çünkü durum hikaye.
Arkadaşlar, iyi dinleyin! İspanya 17 özerk bölgeye 1978
anayasası ile bölünmedi. Bu bölgeler 2000 yıldır zaten fiilen vardı: Aragon ve
Kastilya krallıkları ülkeyi birleştirdi. Birleşen krallıklar, kentler,
kontluklar varlıklarını korudular. Katalanca konuşan Katalonya “yönetim birimi”
olarak taa Roma döneminde bile vardı. Bir bölümü Fransa’da bulunan Bask Bölgesi
de öyle.
İspanya’ya heveslenip Osmanlı döneminde bir
Katalonya-Kürdistan özdeşliği aramak gayretkeşlik olur. Çünkü Osmanlı döneminde
Kürtler, ne yazık ki, etnik topluluktan millet toplumuna geçememişti. Bundan
dolayı suçu sadece Osmanlı devletinde aramamak gerek.
Aslına bakılırsa, bu konuda, günümüzü değerlendirirken
eskiye gitmek, dışarıdan örnekler aramak pek akıl kârı değil.
Gelelim yazımızın konusuna bulduğumuz tanığa, Nilgün
Cerrahoğlu’nun 7, 9 ve 10 Şubat 2013 günlerinde yayınlanan İspanya ile ilgili
yazılarına. Nilgün Cerrahoğlu özerkliklerin durumuyla ilgili bir sorusuna
İspanyol filozof ve siyasetçi Fernando Savater şöyle cevap veriyor:
“Örneğin eğitim sistemi problem oldu. Bugün İspanya’nın 17
özerk bölgesinde 17 tedrisat var. Her bölgenin tedrisatı ayrı. Bazı bölgelerde
resmi dil İspanyolca ile eğitim yapılamıyor. Avrupa’da başka böyle bir ülke
yok.”
“Katalonya’da İspanyolca tedrisat yapılamıyor. Bask’ta,
Galisya’da, Balear adalarında zorlukla yapılıyor. Çocuklarının İspanyolca
öğrenmesini isteyen velinin, bu hizmeti alabilmesi için paralı okul seçmesi
lazım. İngilizceyi orada çocuk nasıl öğreniyorsa; İspanyolcayı da öyle
öğreniyor. (Özerk) kamu okulları bu hizmeti vermiyor.”
“Özerk bölgeler, devletin adem-i merkeziyetçilikle daha iyi
çalışması için kurulmamış mıydı? Bu neticeye ulaşılmadığına göre mantıklı olan
eğitim gibi bazı yetkilerin geri alınması.”
“Ne var ki milliyetçilik tüm özerk bölgelere yayıldığında,
geri dönüş olanaksız oluyor. Tavizler, alanın yanında kalıyor. Üstüne hep daha
çok isteniyor. Bunun geri dönüşü yok. Hiçbir yolcunun olmadığı, kervan geçmez
yerlere hızlı tren istasyonu yapıyorlar. Uçakların inmediği kuş uçmaz yerlere
havaalanı konduruyorlar. Profesör ya da öğrencinin bulunmadığı, beş bin nüfuslu
kente üniversite yapıyorlar. Milyarlar havaya gidiyor. Niye? Özerk bölge var.
Bende de olacak. Mantık bu!”
Nilgün Cerrahoğlu bu üç yazıyı yayınlayarak sevaba girdi.
Bölgesel özerklik ve (Osmanlı Ahrar fırkasının kurucusu, Hürriyet ve İtilaf
Fırkası’nın kurucularından, 31 Mart’ın kışkırtıcısı) Prens Sahabattin’in
“Adem-i Merkeziyetçik”inin bir ülkeyi nasıl rezil ettiğinin en güzel örneği
İspanya’dır. Üstelik söz konusu özerklik, durup dururken bir anayasa ile icat
edilmemişti. Demek ki özerklik yerine “birlik”in tercih edilmesi gerekirmiş.
Özerklik, Adem-i Merkeziyetçilik, Anadilde Öğretim kaprisi,
isteyen için de, verecek olan için de çok tehlikeli şeyler. Konfeksiyondan
elbise almıyorsun!
Kürtleri temsil ettiklerini iddia edenler yedi dereden su
getirmeyi bıraksınlar; açıkça ayrılık ve bağımsızlık istesinler. Çünkü anadilde
öğretim hakkı ve özerkliğin sonu federasyon ve bağımsız devlettir.
NOTA BENE: Anayasada “Türk ulusu” deyişi yer almazsa, Ermeni
Soykırımı’nın (!) faturası Kürt aşiretlerine çıkar.
Son Güncelleme: Çarşamba, 03 Nisan 2013 23:39
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder