6 Nis 2013

Akademik sefalet üzerine..


15 Şubat 2013 tarihli, “Cehaletin Rönesansı” adlı yazıma şöyle başlamıştım.
“Bu adamlarda kele sürülecek akıl yok. Yobazlardan söz ediyorum ama kimi profesörcüler, çürümüş solcular ve gazete yazıcıları daha iyi durumda değil!”

CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler gayet doğru ve haklı olarak “Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir” dedi. Sonra bu cümlenin ne anlama geldiğini bir güzel açıkladı. Ben de, kalın kafalılar anlasın diye “Türlü” yemeği metaforuyla anlattım vaziyeti. Aradan bunca zaman geçmesine karşın hâlâ, “Türk ulusu ile Kürt milletinin eşit olmadığı”nı söylediğini yazan kalemşorlar var. Yahu “Milliyet” nerede “Millet” nerede?
Böylesine körlük ve bönlük ancak cehaletin Rönesans dönemlerinde olur.



Prof.Dr. Birgül Ayman Güler’in konuşmasını fırsat bilip CHP ve ulusalcılar üzerine sefere çıkan Başbakan, bir uyarı almış olmalı ki:“Mardin Kızıltepe’de bir ifade kullandım. Aynı ifadeyi bugün İstanbul’da da söylüyorum: Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almış bir iktidarız [...] Kızıltepe’de ayaklarımın altındadır’ dediğim milliyetçilik, etnik kökene dayalı milliyetçiliktir, ırkçılıktır, kafatasçılıktır.” (Milliyet, 24.02.13) dedi


Hızını alamayan Başbakan Erdoğan, CHP’nin, Cumhuriyet’in kurucularının ve özellikle Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ne mel’un ırkçılar olduğunu kanıtlamak amacıyla, bu kez, eline (galiba) Türk Antropoloji Enstitüsü tarafından yayınlanan bir kitap alıp kafatası fotoğrafları gösterdi. Güya Cumhuriyet, Anadolu ve Trakya’dan binlerce kafatası toplattırıp ölçerek Türk ırkçılığı yapıyormuş.

Bu zırvaya, A. M. Celâl Şengör, 1 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, hak ettiği cevabı görkemli bir bilimsel şiddetle verdi.

İktidar ve akademiya

Türkiye medyasının kültür ve akıl düzeyi belli, ortalamanın çok altında. Özellikle de düzeyleri sıfırın altında gezinen “tutma” köşemenler. Adamdan sayılmadıkları, gelecekte hesap verecekleri herhangi bir standart enstitüsü bulunmadığı için geçelim bunları.

Üniversite millet, ulus, milliyet, etnisite, ırk, ırkçılık, antropoloji, etnografya gibi, akademinin ders, seminer ve doktora alanlarına giren bu konularda nasıl susabilir?

Bu memlekette YÖK ve üniversitelerarası kurul yok mu? Otorite olması gerektiği bilgi alanında neden susuyor? Başbakan ve iktidarından korktukları için mi? Bence Başbakan’ın horozlandığı konularda, medrese hocalarına benzeyen üniversite öğretim üyelerimiz de en azından onun kadar bilgisiz.

İnsan, utanır, bu konularda ciddi bir kitap bulur okur, internete bakar. Tıpkı benim yaptığım gibi. Beyin bilgi salgılamaz. Akü gibi dolduracaksın.

Yabancı “Etni” sözcüğünün ve türevlerinin (etnik, etnisite) geldiği yer Grekçe “ethnos” sözcüğü. Ancak bu sözcük siyasal bir gösterge değildir. Günümüzde grup, tür, ırk, kabile kavramlarını kapsamamakta ve içermemektedir. Yani ve özetle, günümüzde, etniklik, etnisite ile ulus ve millet arasında herhangi bir anlamdaşlık ilişkisi bulunmamaktadır.

Suavi Aydın’ın “Türk Kimliğinin Yaratılması ve Ulusal Kimlik Üzerine” (Özgür Üniversite Yayınları) adlı kitabından anlamlı ve kapsamlı bir alıntı yapıp bu konuyu kapatacağım:
“Ulus büyüklüğünde bir tek kimlik referansının ve bu büyüklükte türdeş, dayanışmacı ve ahenkli bir toplumsal örgütlenmenin hayatta karşılığı yoktur. Böyle bir karşılık olmadığı içindir ki, Aydınlanma felsefesi ‘toplumsal sözleşme’ kuramına yönelmiştir.” (s.66)
Ulus kavramının varsayımsal olması biraz kafa karıştırabilir ama yazar, bereket versin, toplumsal sözleşmeye atıfta bulunuyor.

Kayıtlı plak

Yeni Şafak (07.03.13) gazetesi, kendi tanımlamasıyla “Anayasa Hukuku Uzmanı”, Şehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Serap Yazıcı ile yapılan bir söyleşi yayınladı. Konu hazırlanmakta olan sivil (!) anayasa. Prof.Dr. Yazıcı’nın yazıları ve konuşmaları güven vermez. Nesnellik ve esneklikten uzak görünür. Sanki CD’ye kayıtlı bir tarzda konuşur.
Bu konuşmasında da aynı tavrı buluyoruz. Sadece bir tek ilginç görüşü var: “Anayasa’da vatandaşlık tanımına gerek yok” diyor. Böyle bir şey mümkün mü? Örnekleri varsa kuşkusuz mümkündür. Bu durumda, Anayasa uzmanı olduğuna göre, vatandaşlık tanımının yer almadığı anayasalardan bazılarını saymalı ki meslektaşlarının, ilgililerin ve ben fakir gibilerin inceleme fırsatı olsun. Ama, bir üniversite öğretim üyesine yakışacak şekilde konuşmuyor.

Kimliği ve niteliği belli gazete “Yeni anayasada ‘değiştirilmez’ denilen maddeler olmalı mı?” diye soruyor. Prof.Dr. Serap Yazıcı şöyle cevap veriyor: “Sadece 1. Madde’de yer alan devlet şeklinin Cumhuriyet olduğunu düzenleyen hükme değişmezlik izafe etmek yeterlidir.”
Böylece “laiklik” ilkesinin yer aldığı 2. Madde çöp tenekesini boylamış oluyor.

Mevcut anayasanın ilk üç maddesine benzer maddeler Fransa Anayasası’nın 89. Maddesi’nde yer alıyor:
“Ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan hiçbir değişiklik dava konusu yapılamaz” diyor yani “Ülkenin toprak bütünlüğünü hedef alan hiçbir değişiklik yapılamaz ve önerilemez” demek istiyor.
89. Madde’nin son fıkrası da şöyle: “Rejimin cumhuriyet şekli değiştirilemez.”
Şimdi bizim açıkgözler, “laiklik” ilkesi değiştirilmez maddelerde yer almıyor diye göbek atabilirler. Atsınlar! Ama kazın ayağı öyle değil. “Rejimin Cumhuriyet şekli”nin nitelikleri Fransız Anayasası’nın 1. Maddesi’nde yazıyor:
“Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir Cumhuriyettir.”
Haydi kaldırın bakalım bu maddeyi. Bu maddeyi kimse kaldıramaz ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üç maddesinin hiçbir insanoğlu kaldıramaz. Velev ki karşı devrimci, yeni bir 31 Mart darbesi olmasın, TBMM’yi dağıtıp, anayasayı ilga etmesin.
7 Mart 2013 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nin Prof.Dr. Serap Yazıcı ile yaptığı söyleşiye devam ediyoruz:
Gazete adına Burcu Bulut soruyor: “Anadilde eğitim konusunda uzlaşma olabilir mi?”
Her soruya ağzında hazır bir cevap bulunan Prof.Dr. Serap Yazıcı konuşuyor: “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında. Ama tabii böyle bir hakkın anayasada zikredilmesiyle doğrudan çözüm bulunamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olması gerçeğinden vazgeçecek değiliz. Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine bütünleşmeyi sağlar.”
Prof.Dr. Serap Yazıcı’ya olan borcumuzu ödemeden önce, 11 Eylül 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde bu konuda yazdığım yazıyı birlikte okuyalım. Aynı yazıyı “Direnen Cumhuriyet” (Destek Yayınları, S.294) adlı kitabımda da okuyabilirsiniz:
Kürtçülük sorununun    tersi ve yüzü (7)
İşe ayrılıktan başlamak: Biri siyaset araştırmaları koordinatörü, öteki araştırma direktörü olan iki zat Zaman Gazetesi’nde (04.09.09) “Kürtler, Türkleri ayrı bir devlet kurmak istemediklerine ikna edemiyorlar” diye bir başlık atmışlar. Bu türden örnekleri çoğaltabiliriz.

“İdraksız Türkleri” bir yana bırakın, tekil bir vatandaş olarak ben bile neye inanacağımı şaşırmış durumdayım. Bunun nedenini şimdi arz edeceğim:

Demokratik Toplum Partisi (DTP) Milletvekili Aysel Tuğluk diyor ki:

“Tek devlet, tek bayrak, bunlarla bir sorunumuz yok. Ama içindeki halkların barıştırılması ve onların haklarının güven altına alınması gerekir. Eğer bu süreç de tıkanırsa, o zaman başka seçenekler de tartışılır. Kürtler de ayrılığı tartışmaya başlayabilir.” (Milliyet, 02.09.09)
Aynı Aysel Tuğluk, Ruşen Çakır’a açıklama yapıyor: “Tuğluk bana bu tesbitin bir ‘tehdit’ gibi sunulmasından çok üzüldüğünü belirtip şöyle devam etti: ‘Bu bir öngörüdür ve halen aynı fikirdeyim. Bu seçenek politik Kürt kitlesinin gündemindedir. Tartışılmaktadır. Yanlış bulunabilir, gerçekçi değerlendirilmeyebilir ama bir seçenek olarak yedekte tutulmaktadır.” (Vatan,04.09.09)

Bayan Tuğluk’un dediğine bakılırsa, Cumhurbaşkanı Gül bile bu türden bir konuşma yapmış.
Kürtçülük cephesinde “ayrılıkçı” avına çıkılmasına gerek yok. Bayan Tuğluk, bu seçeneğin politik Kürt kitlesinin gündeminde olduğunu söylüyor.

Öte yandan, Zaman Gazetesi’ne göre, CHP Genel Başkanı Baykal’ın da aralarında bulunduğu, okulda Kürt dilinde eğitime karşı çıkanlar için “sivri zekâlı” deyimini kullanan Demokratik Toplum Partisi (DTP) Genel Başkanı Ahmet Türk başka türlü konuşuyor:
“Yine bazı sivri zekâlılar çıktı ve ‘Eğitim, kültür ve dil hakkı verirsek Türkiye bölünür’ dedi. Emin olun ki Kürtler Türkiye’yi bölmez.” (Zaman, 04.09.09)
O sivri zekâlıların önde gideni benim, okullarda anadilde eğitim-öğretimin ülkeyi böleceğini 2000 yılından bu yana yazıyorum. Ama “Eğitim, kültür ve dil hakkı verirsek Türkiye bölünür” demedim. Böyle konuşanı duymadım, yazanı okumadım. Ahmet Türk doğru konuşmuyor. Ahmet Türk’e bir sorum var: Elbette bir torunu vardır. Bu torun anaokulunu, orta ve liseyi, hukuk fakültesini Kürt dilinde okusa, nerede iş bulup çalışacak ? Yargıç ya da avukat olsa yargı dili Kürtçe olmadan ne yapacak ? O zaman yargı dili de Kürtçe olsun diye tutturacak. Bütün meslekler için de durum aynı. Torunu tıp fakültesini üniter devlette Kürtçe mi okuyacak? Eğitim dili Kürtçe olursa, üniter yapı sona erer. Bu konuda iyice düşünmeli!

Görüyorsunuz: Bir DTP’li ayrılık olasılığından söz ediyor. Bir başkası böyle bir olasılığın olmadığını söylüyor. (“Bir”i bin ve on bin, yüz bin olarak da düşünebiliriz!) İdrakli ve idraksiz insanlar kime inanacak?

Bence görüşmeler açık arttırma yöntemiyle değil, açık eksiltme yöntemiyle yapılmalı. Görüşmelere ayrı devlet maddesinden başlayarak, konfederal devlet, federal devlet, özerk devlet ve üniter devlet maddelerine geçmeli. Üniter devlet dışındaki olasalıkta, kuşkusuz, Batı’da yaşayan Kürt kökenli, Doğu’da yaşayan Kürt kökenli olmayan T.C vatandaşlarının durumu da tartışma konusu olacaktır.

3 yıl 6 ay 18 gün sonra
Okuduğunuz yazının yayınlanmasından günümüze kadar 3 yıl 6 ay 18 gün geçmiş. 2000 yılından bu yana hemen hemen aynı şeyleri tekrarlıyorum.
Örneğin 09.08.2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde şunları yazmışım:
“KİMSE bir şey öğrenmiyor: Kopenhag Kriterleri’nin açıklanmasından bu yana yazıyorum: Avrupa Birliği ve Kopenhag Kriterleri anadilde öğretimi değil, fakat anadilin özgürce öğrenilmesinin önündeki yasal engellerin kaldırılmasını istiyor.”
Bizim elimizde, anadil konusunda sadece Kopenhag Kriterleri var. Orada, bütün tedrisatın, (öğretimin) anadili devletin resmi dilinden başka bir dil olması durumunda, bu dilde (örneğin Kürtçede) yapılması gibi bir hak bulunmuyor. Ama, Kopenhag Kriterleri, o anadilin (örneğin Kürtçenin) özgürce öğrenilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır, diyor.


“Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında” diyen Prof.Dr. Serap Yazıcı bu iddiasını neye göre yapıyor? Bu sadece kendi düşüncesi mi, yoksa Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı herhangi bir uluslararası sözleşmede mi yer alıyor?
“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”ne ve “İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi”ne baktım: Prof.Dr. Serap Yazıcı’nın dediği gibi “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında” yer almıyor. Kendisinden özellikle rica ediyorum: Bu hak adını andığım uluslararası iki temel belgede yer almıyorsa, dayandığı belge ve kaynağı lütfen açıklasın; Kürtleri boş yere umutlandırmasın.
Açıklamazsa, yazımın başlığı haklı olur!

Günümüzden 3 yıl 6 ay 23 gün önce, 18 Eylül 2009 günü Hürriyet Gazetesi’nde “Anadilde Öğretim”i bir hak olarak görenlerle ilgili bir yazı yayınlamışım. O günden bu yana değişen hiçbir şey yok. Herkes dediğim dedik çaldığım düdük havasında. Düdük çalan arkadaşları okuyalım:
Kürtçülük sorununun tersi ve yüzü (10)

Cümlenin anlamı yazıcının karnında: Demokratik açılımın en önemli ayağı anadilin öğrenilmesi‘dir. Buna karşı çıkıyorlar ve şöyle diyorlar : “Kürtler anadillerini biliyorlar zaten. Öğrenip ne yapacaklar? Önemli olan Kürtçenin öğretimde kullanılmasıdır.”
İtirazcılara söyleyecek bir şeyim yok. Sanırım, “Kürtçenin öğrenimde (Türkçe gibi) kullanılmasının üniter devlet ilkesine aykırı olduğunu biliyorlardır.

Ben yazıma bir giriş olarak Anadilde öğretim‘in anadili öğrenmek anlamına değil, okul öğretimleri boyunca bütün derslerin anadilde yapılacağı anlamına geldiğini 1001’ci defa yazacağım. Ama bu basit gerçeği bilmeyenler ya da bilerek anlam karışıklığı yaratanlar var. Örnekleri birlikte okuyalım:

Prof. Dr. Mehmet Bekaroğlu: “Kürtlerin ve anadili farklı olan diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, anadillerini sadece öğrenme değil, anadilleri ile eğitim alabilmeleri en temel haklarıdır.” (Radikal, 17.08.09)
Tahran Erdem: “Anadilde öğretim ve eğitim politikaları belirlenmeli ve uygulanmalıdır.” (Radikal, 17.08.09)
İhsan Bal (Polis Akademisi Öğretim Üyesi) : “Bu ülke üniter yapısını bozmayacak, toprağını bölmeyecek ve bayrağını değiştirmeyecek. Ama yerel yönetimlerin haklarının genişletilmesi, Kürtçe dilinde eğitim hakkı gibi demokratikleşme ve hukuk merkezli bir açılım yapabilecek.” (Taraf, 27.08.09)
Derya Sazak: Anadilde eğitim ‘bölünme’ nedeniyse İspanya neden bölünmemiştir.” (Milliyet, 25.08.09)


Devlet Bakanı Hayati Yazıcı: “Kürtçe eğitim üniter yapıya engel olamaz.” (Akşam, 29.08.09)
Kemal Burkay: “Kürtçe de Türkçenin yanı sıra ülkenin resmi dili olmalı.” “BirGün, 01.09.09)
Prof. Dr. Levent Köker: “Kürtçenin ikinci (bölgesel) resmi dil olarak kabûlünden Kürtçe anadilde eğitim hakkının tanınmasına, yerel yönetimde özerklik taleplerine uzanan bir sıralama yapılabilir.” (Zaman, 13.08.09)
Ümit Fırat: “Anadilde eğitim hakkı tanınmalı.” (Yeni Şafak, 16.08.09)
Prof. Dr. Ahmet İnsel: “Niye Türkler, Kürtlerin kendi okullarında Kürtçe eğitim görmeleri yaklaşımından ve ihtimalinden neden rahatsız oluyorlar.” (Taraf, 03.08.09)
Prof. Dr. Mithat Sancar: “Şu alanlarda Anayasal ve yasal düzenlemelere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum: Anadilin eğitimde kullanılması.....” (Milliyet, 05.08.09)
Oral Çalışlar: “Anadilde eğitim bir insan hakkıdır.” (Radikal, 02.09.09)] (Bak: Özdemir İnce, Direnen Cumhuriyet, Destek Yayınları. S.302)

Günümüze gelelim
Yazıda düşüncelerini alıntıladığım yazıcıların beşi öğretim üyesi, akademisyen. Bunlar da sözlerinin doğruluğunu kanıtlayacak kaynak kanıt vermiyorlar. İşkembe-i kübradan atıyorlar. Neden? Çünkü tamamı konunun cahili. Okumuyorlar. Kendi kafalarına göre söylüyorlar. “Kendi kafasından söyleme”ye argoda “sallamak” denir. Bilimde ve akademide sallamak yoktur.
Laik ve demokratik bir ülkede hakların kaynağı anayasa ve yasalardır. Ülke devletinin altında imzası bulunan uluslararası anlaşmalardır. Bunların dışında her ülkede Anayasa Mahkemesi, Danıştay gibi yüksek mahkemeler var. Uluslararası planda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi falan var. Azınlık ve birey haklarının kutsallaştığı günümüzde, anadilde öğretim (öğrenim) hakkının dayandığı bir meşru bir kaynak olması gerekir. Kürtçe için böyle bir meşru dayanak yok!
2000 yılından bu yana hafiye gibi izliyorum: Anadilde öğretim sorununu benden başka kim doğru yazacak diye. 17.08.2009 tarihli Milliyet’te Kadri Gürsel yazdı, başka kimse yaz(a)madı. Ama nihayet 8 Mart 2013 günü BirGün gazetesinde Ünal Özmen yazdı.

Kendi dili olmayan herhangi bir ethnos (ethni, etnisite, etniklik gibi kavramlar bu sözcükten türemiştir) yoktur. Ethnos için somut ve denetlenebilir bir varlık olan dil, varsayımsal bir kavram olan soy birliğinden ve kandaşlıktan çok daha önemlidir. Dil ethnos’un temel direğidir. Ancak ve ne yazik ki egemenlik ethnos’un değil ulusundur. Egemenliğin Allah’a ait olduğu toplumlarda iş kolay. Egemenliğin ulusa ait olduğu yerlerde ethnosun ve dilinin işi yaş. Bu nedenle değerli okurlar, Bay Öcalan, Barış ve Demokrasi Partisi’nin militan ve lafazanları, bu nedenle dağa çıkmış PKK, anadilde öğretim hakkı istemek ulusal egemenliğe aykırıdır, ulusal egemenliği bölmektir.

Federal devlet
Yıllardır, Prof.Dr.Oktay Uygun’un “Federal Devlet” (XII Levha Yayınları. 3.Baskı 2007) adlı kitabından söz ederim. Günümüzde, Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, bütün siyasetçilerin, milletvekillerinin; İmralı’nın, Kandil’in, BDP lafazanlarının mutlaka okumaları gereken bir başucu kitabı.
İşte bu kitabın 319.sayfasını açıyorum. Bölüm başlığı şu: Bölünmezlik İlkesi Federalizmi Olanaksız Kılar:
“Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi (kısaca bölünmezlik ilkesi) bakımından federal sistemi değerlendirmek için ‘egemenlik’ kavramını incelemek gerekir. Çünkü bölünmezlik ilkesinin işaret ettiği olgu ve bölünmez olarak gördüğü şey egemenliktir.”
Buna göre yeryüzü egemenliği Allah’a ait olmadığı gibi ethnoslara da ait değildir; fakat ve sadece ulusa aittir. Egemenliğin göstergelerinden en önemlisi de eğitim-öğretim dilidir. Bu da sadece ulusal topluma ait bir haktır. Bu nedenle, çazgırların sandığı gibi, anadilde eğitim-öğretim hakkı kişilerin (bireylerin) en doğal hakları arasında yer almaz.

7 Mart 2013 tarihli Yeni Şafak Gazetesi’nin Prof.Dr. Serap Yazıcı ile yaptığı söyleşiye devam ediyoruz:
Gazete adına Burcu Bulut soruyor: “Anadilde eğitim konusunda uzlaşma olabilir mi?
Her soruya ağzında hazır bir cevap bulunan Prof.Dr. Serap Yazıcı konuşuyor: “Anadilde eğitim kişilerin en tabii hakları arasında. Ama tabii böyle bir hakkın anayasada zikredilmesiyle doğrudan çözüm bulunamaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olması gerçeğinden vazgeçecek değiliz. Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine bütünleşmeyi sağlar.”

Dünkü yazımızda, anadilde eğitim-öğretim hakkının bireylere değil ulusal toplumlara ait olduğunu ve ulusal egemenlik alanına girdiğini okuduk. Egemenliğin bölünmezliği ilkesiyle yönetilen toplumlarda, bireylerin kuşkusuz en önemli özgürlük ve hakkı anadillerini öğrenmedir. Öğrenme hakkı ile öğretim dili olma hakkı arasındaki iki yakası bir araya gelmez uçurumu gözden kaçırmayalım.

Bugünkü yazımızın konusu, Prof.Dr. Serap Yazıcı’nın “Anadilde eğitim iki toplumlu bir ülke yaratmaz, tam tersine bütünleşmeyi sağlar” iddiası.
Prof.Dr. Oktay Uygun’un dün sözünü ettiğim “Federal Devlet” adlı kitabını, “Anayasa Uzmanı” öğretim üyesi okumamış galiba. Üniter devletlerde, ulusal egemenlik gibi öğretim dili de bölünmezdir. Peki ne olacak şimdi? Kürtçenin eğitim-öğretim dili olması için ulusal egemenlikten vaz mı geçilecek? Bu sorunun cevabını Kürtçenin eğitim-öğretim dili olmasını isteyenler verecek.

Örnekler
Akademik âdet olmasına karşın, bayan öğretim üyesi örnek vermekten kaçınıyor. Örnekleri bulmak bizim işimiz (!) oluyor. Bazı sorular soralım:
1. Quebec bölgesi Fransızca konuştuğu için Kanada’dan ayrılmak istemiyor mu?
2. Çekoslovakya, Çekçe ve Slovakça yüzünden kolayca bölünmedi mi?
3. Yugoslavya, Sırpça, Makedonca, Slovence. Arnavutça ve Karadağ diline bölünmedi mi?
4. Belçika bölünürse Fransızca (Valonca) ve Flemenkçeye bölünmeyecek mi?

Bu federal rejimle yönetilen ülkelerde eğitim federe devletlerin kendi anadillerinde yapılıyordu. Aralarında tutkal olacak bir “lingua franca” yoktu. Birbirlerine bir süre tahammül ettiler ve ilk fırsatta ayrıldılar.

Böyle durumlarda, allamelerin aklına hemen İspanya gelir. İspanya’da 17 özerk bölge varmış, her bölge kendi dilinde okuyup yazıyormuş ve memleket mutlu ve müreffeh yaşıyormuş hikayesi... Özellikle “hikaye” diye yazdım, çünkü durum hikaye.
Arkadaşlar, iyi dinleyin! İspanya 17 özerk bölgeye 1978 anayasası ile bölünmedi. Bu bölgeler 2000 yıldır zaten fiilen vardı: Aragon ve Kastilya krallıkları ülkeyi birleştirdi. Birleşen krallıklar, kentler, kontluklar varlıklarını korudular. Katalanca konuşan Katalonya “yönetim birimi” olarak taa Roma döneminde bile vardı. Bir bölümü Fransa’da bulunan Bask Bölgesi de öyle.
İspanya’ya heveslenip Osmanlı döneminde bir Katalonya-Kürdistan özdeşliği aramak gayretkeşlik olur. Çünkü Osmanlı döneminde Kürtler, ne yazık ki, etnik topluluktan millet toplumuna geçememişti. Bundan dolayı suçu sadece Osmanlı devletinde aramamak gerek.
Aslına bakılırsa, bu konuda, günümüzü değerlendirirken eskiye gitmek, dışarıdan örnekler aramak pek akıl kârı değil.

Gelelim yazımızın konusuna bulduğumuz tanığa, Nilgün Cerrahoğlu’nun 7, 9 ve 10 Şubat 2013 günlerinde yayınlanan İspanya ile ilgili yazılarına. Nilgün Cerrahoğlu özerkliklerin durumuyla ilgili bir sorusuna İspanyol filozof ve siyasetçi Fernando Savater şöyle cevap veriyor:
“Örneğin eğitim sistemi problem oldu. Bugün İspanya’nın 17 özerk bölgesinde 17 tedrisat var. Her bölgenin tedrisatı ayrı. Bazı bölgelerde resmi dil İspanyolca ile eğitim yapılamıyor. Avrupa’da başka böyle bir ülke yok.”

“Katalonya’da İspanyolca tedrisat yapılamıyor. Bask’ta, Galisya’da, Balear adalarında zorlukla yapılıyor. Çocuklarının İspanyolca öğrenmesini isteyen velinin, bu hizmeti alabilmesi için paralı okul seçmesi lazım. İngilizceyi orada çocuk nasıl öğreniyorsa; İspanyolcayı da öyle öğreniyor. (Özerk) kamu okulları bu hizmeti vermiyor.”

“Özerk bölgeler, devletin adem-i merkeziyetçilikle daha iyi çalışması için kurulmamış mıydı? Bu neticeye ulaşılmadığına göre mantıklı olan eğitim gibi bazı yetkilerin geri alınması.”
“Ne var ki milliyetçilik tüm özerk bölgelere yayıldığında, geri dönüş olanaksız oluyor. Tavizler, alanın yanında kalıyor. Üstüne hep daha çok isteniyor. Bunun geri dönüşü yok. Hiçbir yolcunun olmadığı, kervan geçmez yerlere hızlı tren istasyonu yapıyorlar. Uçakların inmediği kuş uçmaz yerlere havaalanı konduruyorlar. Profesör ya da öğrencinin bulunmadığı, beş bin nüfuslu kente üniversite yapıyorlar. Milyarlar havaya gidiyor. Niye? Özerk bölge var. Bende de olacak. Mantık bu!”

Nilgün Cerrahoğlu bu üç yazıyı yayınlayarak sevaba girdi. Bölgesel özerklik ve (Osmanlı Ahrar fırkasının kurucusu, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurucularından, 31 Mart’ın kışkırtıcısı) Prens Sahabattin’in “Adem-i Merkeziyetçik”inin bir ülkeyi nasıl rezil ettiğinin en güzel örneği İspanya’dır. Üstelik söz konusu özerklik, durup dururken bir anayasa ile icat edilmemişti. Demek ki özerklik yerine “birlik”in tercih edilmesi gerekirmiş.
Özerklik, Adem-i Merkeziyetçilik, Anadilde Öğretim kaprisi, isteyen için de, verecek olan için de çok tehlikeli şeyler. Konfeksiyondan elbise almıyorsun!
Kürtleri temsil ettiklerini iddia edenler yedi dereden su getirmeyi bıraksınlar; açıkça ayrılık ve bağımsızlık istesinler. Çünkü anadilde öğretim hakkı ve özerkliğin sonu federasyon ve bağımsız devlettir.
NOTA BENE: Anayasada “Türk ulusu” deyişi yer almazsa, Ermeni Soykırımı’nın (!) faturası Kürt aşiretlerine çıkar.
Son Güncelleme: Çarşamba, 03 Nisan 2013 23:39

Hiç yorum yok: