Yeryüzünün lanetlileri efkâra gark olmuştu. Arabistan’ın
batısında, Serat’ta Habeş’li cariyenin küçük bebeği ağlıyordu. Gözyaşlarından
başka hiçbirşeyi olmayanların arasında gözlerini açmış, ve ilk iş olarak göz
pınarlarından damlayan yaş ile ıslatmıştı yüzünü. Siyah bir çocuk...
O günlerde Mekke, Hicaz’ın gözbebeğiydi. Ulaşımın kolaylığı;
bu ekin bitmez ve kayalıklar üzerine kurulmuş şehri cazip kılıyordu. Şirkin
Tanrıları tarafından işgal edilen şehir, zilletin ve izzete tecavüzün meslek
addedildiği bir cehennem misali vicdanları kasıp kavuran bir zulmün kalesine
dönmüştü...
Tahta tanrıların sahte otoritesine sığınmış servet
sahipleri, toprağa acı ve zillet ekmişlerdi. Öyle ya, Alemlerin Rabbi;
Mekke’nin toprağını kurutmuş, ekin bitmez ve kurak bir çilehaneye
dönüştürmüştü...
Çölden korkan yoksullar geceleri uzayıp giden dağları
gözlüyordu. Dağlardan gelen seslerin ürperttiği bedenler, kandilin ışığına
sığınır ve dua ederdi. O günlerde çok meşhur bir efsane, arap topraklarının
hikayesini anlatıyordu. Efsaneye göre “Alemin Yaratıcısı olan Allah bu dünyayı
yaratırken, kayaları ve suları, vadileri ve otlakları en adil şekilde dağıtmış.
Her ülke Yaradan’ın lütfundan payına düşeni hakça almış. Arabistan’da... Sonra
Alemin yaratıcısı, insanın işine yarayabilir düşüncesiyle her ülkeye biraz kum
vermeye karar vermiş. Kumu almış, bir çuvala doldurmuş ve hakça paylaştırması
için Cebrail’e vermiş. Ama Şeytan, o kötü melek; insanlığa büyük bir kıskançlık
besliyormuş. Cebrail Arabistan’ın üzerinden geçerken Şeytan O’na gizlice
yaklaşmış ve çuvalın altını kesmiş; kumlar Arabistan’ın üzerine yağmış,
denizleri kurutmuş, nehirlerin suyunu içmiş.” İşte çöl böyle oluşmuş...
Sonra Yaradan bu işe çok kızmış ve şöyle demiş; “Ah
Arabistan’ım sefalete boğuldu. Ben de onu saracağım.” Bunun üzerine, çölü geceleri
dahi aydınlatacak, altından, pırıl pırıl parlayan, görkemli bir kubbe ihsan
etmiş. Ama o kötü melek, insanoğlunu bu kubbeden de mahrum etmeye kararlıymış.
Hemen yardımcılarını çağırmış; yardımcıları bu semavi altını kapkara örtülere
sarmış. Alemlerin Yaratıcısı elbette bunun altında kalmamış. O’da meleklerini
çağırmış; melekler mızraklarıyla, Şeytan’ın kara örtülerinde delikler açmışlar.
Arabistan’ın yıldızları, uykusuz gecelerde çadırın girişinde oturanlara
gülümseyen o ilahi altın parçaları işte böyle oluşmuş. Ama gündüzleri bu
topraklar o kötü meleğin insafına kalmış...
Onda dokuzu ıssız çöllerden ibaret topraklarda efsaneler
kuşatmıştı gönülleri. Karanlık çöktüğünde, çölün bittiği yerde iblislerin
oturduğu kayaların olduğu konuşulur, mağaralardan İblislerin seslerinin
işitildiği anlatılırdı. Hıra mağarasına giden perhizkar isyancıların daldığı
derin düşüncelerin korkuttuğu şairler, mağaralarda İblislerin olduğunu
anlatıyordu. Yaşamın sillesini yemiş yoksullar, o mağaralardan gelenlerin
cinlendiğine iman eder, sözlerine şüphe ile yaklaşırlardı...
Cariye Hemame’nin oğlu Bilal, Cumahoğulları kabilesinin
içinde doğmuştu. Kabileci şirkin cahiliye karanlığında; Ümeyye bin Halef’in
yitik cariyesi Hemame’nin kucaklarında açtı gözlerini...
Henüz gözlerini açar açmaz kölelik zinciri ile sarılmış
bedeni, ırzı üç kuruşluk edilmiş Habeş’li kölelerin nasırlı ellerinde dolaşır
olmuştu. Bilal... Öyle ya, akbabalar diyarının yitik çocuğu. Ekin vermez
toprakların “siyah ötekisi..”
O günlerde Mekke, önemli bir ticaret durağıydı. Ulaşım
kolaylığı açısından merkezi bir konum teşkil ediyor ve Allah’ın Evi Kabe’nin
varlığını çok iyi kullanan varlıklı ailelere ev sahipliği yapıyordu.
Cesaretin bayrağı olarak bilinen Kusay’ın kurduğu bu şehir,
Allah’ın evi Kabe’nin etrafına dizilmiş tahta tanrıların gölgesine sığınmış pis
eşrafın karargahı olmuştu. Müşrikler, Allah’a inanan, Allah’a ibadet eden,
lakin Allah’ın birtakım ortakları olduğunu, O’na yaklaşmak için vesileler tayin
edilmesi gerektiğini söyleyen kişilerdi.
Mekke’de; tacirler, genelev sahipleri ve köleler ile
birlikte, din adamları ve seçkinlerden oluşan bir üst aristokrat sınıfın
hanedanlığı söz konusuydu. Bu hanedanlık, meşruiyetini; Darü’nnedve denilen
meclise dayandırıyor, her kabilenin temsil edildiği bu demokratik parlamento
üzerinden adalet mesajları veriyordu. Evet! Bütün seçkin ve soylu kabilelerin
temsil edildiği bu mecliste, bir tek kölenin temsilcisi yoktu. Köleler, yeryüzünün
eli kanlı ilahları karşısında boyun eğmiş kimsesizlerdi. Çaresizlik ve
muhtaçlık; evlatlarını diri diri toprağa gömen babaları türetmişti...
Hüda sizin Hurma bizim sloganıyla yola çıkan egemenler,
ellerinin altındaki kölelerin kız çocukları olduğunda, o kızları cariye
yapıyor; Ukaz panayırına “ticaret adını verdikleri” ihtiras yarışına katılmaya
gelen zenginlerin şehvet malzemesine dönüştürüyordu. Bu durumdan kurtuluş ümidi
kalmayan “mazlumlar” yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye başlamış,
bu durum başlı başına bir ritüele dönüşmüştü.
Sınıf atlamak, ya da geçinebilmek için iki seçeneğe sahipti.
Ellerinin altındaki kız çocuklarını ya da hanımlarını, kapısında uzun beyaz
bayraklar asılı olan genelevlere satmalı, ya da bir tefeciden borç
almalıydılar. Lakin tefeciye borçlarını ödemediklerinde, hanımları ve kızları
geneleve satılıyordu. Evli olmayana hiçbir tefeci borç vermiyor, izzet ve namus
her halükarda ayaklar altına alınıyordu.
Genelevler, şehre gelen ticaret kervanlarını memnun etmenin
en önemli yoluydu. Kâbe’nin dibi; mübaşir misali yan yana dizilmiş
soybilimcilerle doluydu. Her gelen kabilenin soy ağacının çıkartıldığı bu tezgâhlar,
ırkçılığın ve soya tapıcılığın kokusuna boğmuştu şehri...
O gün “köle” demek, işçi demekti. Lakin Mekke’nin yerli
kabilelerine mensup olanların çalıştırıldığı işler daha rahat işlerdi. Ağır
işler için kullanılanlar, ekseriyetle yabancılardı. Habeş’li köleler,
kuyulardan su çekme, hurma toplama, yük taşıma işleri yapıyordu. Güneşin sıcağı
altında simsiyah bedenlerinde dahi, vücutlarında “su çekmekten oluşmuş” izler
seçilebilen siyah köleler, Mekke meydanında yük taşırken, rahat ve sefahatın
içine doğmuş çocukların alay konusu oluyorlardı.
Ötekilerin “neden doğdum ki?” diye sorduğu zamanlardı...
Mekke avlusuna kalabalık toplanır, şehrin “muhafazakâr
sayılan önderlerinin” huzurunda, bilge sayılanlar fetvalar okurdu. Hacc
mevsiminde tüm bu müşrikler; Allah’ın evi olarak tanımladıkları Kâbe etrafında
tavaf eder, “Lebbeyk Allahumme Lebbeyk” diye telbiye okurlardı.
Çırılçıplak namaz kılan, İbrahim’in dinine mensup olduğunu
iddia eden ve her yıl “Allah’ın evi” olduğuna inandıkları Kâbe’nin örtüsünü
değiştirmek için birbirini yiyen bu yiyici topluluklar; elleriyle yonttukları
ve Allah’a yaklaştırdığı iddia edilen taş ve tahta putları saçmıştı etrafa.
Lat, Uzza, Menat ve en büyükleri Hubel!
Putların önüne koyulmuş fal okları, kaderleri tahta
tanrılara havale edilmiş insanlığın düştüğü içler acısı durumun resmiydi.
Kimsenin kimseye güvenmediği, hayatta kalmak için tek yolun
boyun eğmek olduğu o zulüm çağı; isyankâr yürekleri alevlendiriyordu...
Ve birgün;
Günlerin en sıcağında “Kâbe avlusunda bir gariplik yaşanıyor
gibiydi...”
“Ey Alemleri yaradan Rabbim! Senin yarattıklarının zulmünden
sana sığınırım...”
Genç adam böyle bağırdı Kabe’nin avlusunda. Etrafta şaşkın
gözler donakaldılar. Hıra mağarasından inen genç adam devam etti;
“Ey Kabe’nin Rabbi, İbrahim’in Rabbi. Bugün Senin dinin
zilletin ve zulmün bayrağı olmuştur. Yarattıklarının İbrahim’in dinine
ettiklerinden daha kötüsü görülmemiştir...”
Kalabalıklar fısıldaşmaya başladı; “Amr bu, evet evet
cinlenmiş bu adam. Hira’dan gelmiş zaten, orası iblislerin konağıdır...”
Perhiz ve tefekkürden yorgun düşen genç adam dizlerinin
üstüne çöktü. Ağlayarak bağırdı; “Ya Rabbi! İmdadına düştük yetiş! Yetiş ve
mazlumları kolla!”
Kalabalık irkildi. İçlerinden yaşlıca bir adam atıldı.
Yıpranmış yüzü, çoraklaşmış elleri yumruk olmuştu. Üstünde ki elbiselere
bakıldığında; yıllarını efendilerin hizmetine adadığı görülüyordu. Son enerjisiyle
bağırdı; “bu adam aşağılık bir kâfirdir!”
Genç damlayan yaşları sildi, boynunu eğdi ve gözlerini
yumdu. Dişlerini sıktı ve sustu...
Genç bir adamdı Amr. Ama yüreğinde kanayan bir yara vardı.
Öylesine bir yara ki; sıktığı dişlerinin arasına alıvermişti öfkesini. Ve
öfkesi, kelimelerin anlamsız kaldığı taş duvarlara çarpıyordu. Anlamsız taş
duvarlar.
Az sonra bir kalabalık Kabe avlusuna girdi. Siyah kölelerin
omzunda Kâbe avlusuna gelen ululardan biri önüne şairleri katarak yürüyordu.
Şairler yalakalığın en ileri örnekliğini sergiliyor, bunun karşılığında siyah
kölelerin omzuna çökmüş yaşlı adamın yaveri altın keseleri fırlatıyordu. Her
altın kesesi, şairlerin ihanetini ve azgınlığını arttırıyordu.
Bir tarafta yalnız Amr, öteki tarafta azgın bir kalabalık.
Suskun Amr, yumduğu gözleri arasından sızan gözyaşlarıyla toprağı alışık
olmadığı bir ıslaklığa kavuşturmuştu. Siyah kölelerin omzundaki yaşlı adam
Amr’a yaklaştı. Ve sordu;
“İbrahim’in Rabbi olan Allah’ın evinde bozgun mu
çıkartıyorsun? Yoksa açlıktan aklını yitirmiş bir meczup musun?”
Amr kaskatı kesilmişti! Allah’ın adını zikreden o adam! O
adam, işte taş ve tahtadan otoritelerin, putların kutsayıcısı, aşağılık bir
adam! Allah diyor! İbrahim diyor...
Amr suskunluğunu sürdürdü. Yaşlı adam tekrarladı;
“Ey Hira’nın iblisleri tarafından esir olmuş olan! Ey
fitneci! Bozgun mu çıkartıyorsun? Yoksa Hira’nın cinleri tarafından aklın
elinden alındı da ondan mı böyle davranıyorsun?”
O konuştukça, kaderini efendilere satmış olan kalabalık
öfkelenmeye başlamıştı. Amr! Bozguncu, deli, sapık. Her nasıl tanımlıyorsanız
artık!
Genç Amr!
Az sonra Yaşlı Abdülmuttalip kalabalığın arasına daldı. Yüzü
asılmıştı. Kalabalığın anlamsız saldırganlaşan eğilimi keyfini kaçırmıştı. Asık
yüzüyle aralarına daldı. Hiç kimse ile konuşmadan Amr’ın yanına vardı.
“Ey Amr! Hadi. Kalk gidelim buradan. Şüphesiz ki bunlar seni
helak edecektir...”
Sıcak, samimi bir sesti bu. Amr eğdiği başını kaldırdı. Ve o
sesin sahibinin gözlerine baktı...
Abdülmuttalip tekrarladı; Hadi Ey Amr!
Amr buruk bir gülümseyişle elini uzatan Abdülmuttalip’in
elini tuttu ve kalktı. Abdülmuttalip bu genç adamı seviyordu. Elini omzuna atıp
onu götürdü. Ve siyah kölelerin omzuna basarak seslenen yaşlı adam bağırdı; Ey
Eba Abdullah (Abdulmuttalip) tuttuğun yol yanlıştır. Atalarımıza ihanettir ya
Eba Abdullah!!
Oralı bile olmayan ikili usulca oradan uzaklaştı. Amr’ın
dilinden düşen kelimeler geriye kaldı;
“Ya Rabbi! Görmüyorlar...”
Genç kadın çırılçıplak Kabe’ye koşuşturuyordu. Etraftakiler
durumu yadırgamıyor, uzun sakallı adamlar kadının vücudunu süzerek aralarında
konuşuyorlardı...
Kadının gözlerinden akan yaşlar, Mekke’nin yağmura hasret
topraklarını ıslatırken, haykırışları, akbabaların yuvasını sarsan çığlıklara
dönüşüyordu. Patikanın kenarında oturan ipekli elbise giyinmiş erkekler kadının
vücudunu süzüyor, ihtirasla izliyorlardı. Nihayet Kâbe’ye vardı kadın...
Dizlerinin üstüne çöktü. Diğer çıplak köleler de Kâbe
etrafında koşuşturuyor, ama bu kadının davranışlarını şaşkın bakışlarla
süzüyorlardı. Kadın bağırdı;
-Bu nedir? Bu nasıl zulümdür!!
Toprağa kapaklanan kadın bağırarak ağlıyordu. Etrafında
pazarlık yapan tüccarlar, açılmış tezgâhlardan alışveriş yapan kadınlar vardı.
Ne o? Bu insanlar sağır mı?
O sırada ufukta bir adam belirdi! Heybetli bir adam... Hızlı
adımlarla Kâbe’ye doğru yürümeye başlamıştı. Lakin kadın bağırdıkça adamın
adımları hızlanıyordu. Az sonra bu adamın “Nevfel bin Varaka” olduğu ortaya
çıkmıştı.
Sırtındaki örtüyü kadının sırtına örten Nevfel yüksek bir
sesle; “Kalk kadın!” diye bağırdı...
Mazlum kadın, güçsüzlük ve çaresizlikle karışmış bir halde
Nevfel’in kollarına kendisini salıvermişti! Nevfel tekrarladı;
- Kalk ey kadın! Kalk ve bu zalim topluluğun keyfini
çoğaltma!
Kadın bir an başını kaldırıp Nevfel’in gözlerine baktı.
Ağzından “kızım” diye bir söz çıkmıştı... Nevfel olayı anlamıştı...
Kadını oracıkta bırakıp hızla hareket etti!
Attığı her adımda sinirden elleri titremeye başlıyordu
Nevfel’in. Nereye gidiyordu ki? Çaresiz kadının toprağı ıslatan gözyaşlarını
hesabını sormaya gidiyordu.
Yeryüzünün insan şimaline bürünmüş akbabaları tarafından
ırzı pazarlık konusu edinmiş küçük bir kız çocuğunu kurtarmaya gidiyordu
Nevfel! Izdırabıyla Kâbe’nin Rabbi olan Allah’a isyana koşan çıplak kadının
kızı...
Nevfel’in kararlı yürüyüşünden cesaret eden kadın koştu.
Nevfel’i arkasına kattı ve kaldığı hanenin yolunu tuttu. Haneye vardıklarında,
çıplak kadının kocası dizlerinin üstüne çökmüş ağlıyordu. Kadın koşup adamın
suratına tükürdü.
- Refah ha! Refah dedin öyle mi? Kumar! Aldığın borcu kumara
yatırdın. Kızım gitti...
Nevfel konuşmanın ortasına dalarak sordu; “hangi tefeciden
borç aldın kafasız adam!” Söyle bana!
Gözyaşlarına boğulmuş adam yanıtladı; “Ut..Utb..Utbe..!”
Utbe bin Rabia..
Gözleri kan çanağına dönmüş olan Nevfel koşarak hareket etti
ve ordan ayrıldı... Gerisinde, yumruklanan bir adam bırakmıştı. Acıları
derisini yakan kadın tarafından yumruklanan bir adam...
Az sonra Nedve’ye vardı Nevfel! Ve zulüm oligarşisi
karşısında o ilk çığlığı atıverdi!
- Hala doymadınız mı? Ve hala toplamakta mısınız? Kâbe’nin
Rabbi olan Allah’a andolsun ki, o mazlum kızı annesine verin! Yoksa ebedi bir
düşman kazandınız.
Kahkahalarla gülüşen adamlar kaskatı kesilmişti. Aralarından
makul görüneni ayağa kalktı ve konuşmaya başladı;
“Ey Nevfel, kuralları biliyorsun. Borç alanlar gününde
ödemezlerse, kızları cariye olur, Hacc için gelenlere ikram edilirler. Bu bizim
uygulayageldiğimiz bir kuraldır. Bunu değiştirmekten mi bahsediyorsun sen? Biz
zorla borç vermedik o adama. Kendisi geldi. Bunu bilerek aldı. Nedir şimdi
nerdin ey Nevfel!”
Dişlerini sıkan Nevfel bağırdı;
“Kanını emdiğiniz yoksulların, gariplerin kapınıza
dizilmesini siz sağladınız. Ve sizin bu sahte tanrılarınızın saçmalıkları tüm
bunlar. Allah’a andolsun ki, bu zillet tepenize yıkılacak!”
Hızla oradan ayrıldı Nevfel..
Vakit yaklaşıyordu sanki.
Yıkılması gereken bozuk düzen, vakti yaklaştırıyordu...
Ümeyye bin Halef isimli tefecinin kölesi olarak dünyaya
gelen “Habeş’li Siyah Bilal” çocukluğu boyunca annesine ve diğer kölelere
yapılanlara şahit olmuştu. Bir çocuk ki, çağdaşlarının oyun adını verdiği
uğraştan hiç nasiplenmemiş, tüm günlerini dişlerini sıkarak geçirmiş bir
çocuk...
Bilal, peltek idi. “Ş” sesini çıkartamıyordu. Bu yüzden
efendisi dahil, diğer zorbaların alay malzemesi oluyordu. Ve kekemeydi.
Etrafında olup bitenleri şaşkınlıkla izleyen o siyah çocukta derin izler
kalmıştı...
Çocukluğu, kuyulardan su çeken siyah kölelere yardım etmekle
geçen Bilal, geceleri gök kubbenin altında “siyah gökyüzünü ve parıldayan
yıldızları seyre dalardı..”
Bu dalışların tümü, ümide yolculuk gibiydi. Yalnız, yaşadığı
ortam dışında hiçbir şeyi tahayyül edememiş bir çocuğun varabileceği sınırlar
arasında gidip gelen bir umut.
Bu gitgeller ve çileler içinde büyüyen, genç bir delikanlı
olan Bilal, terfi etmiş; su çekme işine başlamıştı. Sırtüstü yatmaya hasret
kölelere ortak olmuş, sırtı yaralar içinde; gündüz yaptığı işin sıkıntısını
çektiği gecelerde kaybolup gitmişti.
Benlik, kişilik, şahsiyet gibi kavramları hayatına hiç
sokamamış olmasının akabinde, sadece emredileni yapan, eli kırbaçlı efendilerin
tükürüğünden daha aşağılık bir muamelenin tarafı olan Bilal, geceleri perhizkar
dervişlerin gittiği Hıra’yı gözlerdi...
Olan olmuştu! Zillet beldesinin ortayerinde bir adam!
Allah kulunun imdadına yetişmiş; akbabalar meydanı sus pus
olmuştu. Bilal kuyudan kafasını kaldırdı. Koşturan bir kadının ağzından çıkan
kelimelere odaklanmıştı;
“Muhammed! Muhammed! O ne güzel adamdı öyle! Vah ki vah!
Aklı gitti!”
Bilal düşündü. “Muhammed?” O emindir. O! Amr’ın, Varaka’nın
yoldaşlarından Muhammed? O ne yumuşak huyluydu. O! Sanki bizdendi...
Ve kekemeliği gitmişçesine yanındaki arkadaşına seslendi;
“Eyvah! Muhammed delirmiş. Ne güzel adamdı...”
Hayıflanarak işine dönen Bilal, o an gerçekleşen ilahi
plandan habersizdi. Ümeyye bin Halef’e götürülmek üzere kendisine verilen bir
emaneti sırtlayıp Darun’nedve’nin yolunu tutmuştu...
Az ileride, bağıran bir adam görmüştü. O da ne? Bu Muhammed!
Bilal durdu. Dikkatle dinlemeye koyuldu...
Güneş yeryüzüne inmişti. Merhamet dolu ifadesi ve
gözlerinden boşalan yaşlarla Muhammed bağırıyordu!
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!”
Bilal düşündü. “Evet! Allah’ı biliyorum da, bu Rahman ve
Rahim de ne?” Ne diyor bu? Ve kulak kabartmaya devam etti;
“Övgü(hamd) sadece Allah’a yapılır!” “O Rahmandır
(Merhametlidir) Rahimdir (Çok merhametlidir)” “Din gününün tek sahibi O’dur.”
“Yalnız sana kulluk ederiz ve sadece senden isteriz” “bize doğru yolu göster,
kendisine zenginlik verdiğin sapıtmışların yoluna, gazap olunmuşların yolunu
değil.”
Bilal afallayıp kalmıştı. Kafasının içinde şimşekler
çakıyordu adeta. Sırtındaki yükü düşürdü. Titreyen bacaklarını kontrol edemedi.
Çöktü kaldı...
Kendi kendisine konuşuyordu.
“Allah Rahmandır. Sadece O’na kulluk ederiz. Sadece O
övülür. Zenginlik verdiği sapkınlar. Din (Adalet) günü. Allah’a kulluk ederiz.
Başkasına etmeyiz. Rahim. Rahman. Din günü. Zenginler..”
Sayıklamaya başlamıştı adeta...
Az sonra sakalları dizine değen bir adamın koşturarak
geldiğini gördü. Etrafında seçkinlerden oluşan bir kalabalık vardı. Ve adam,
Bilal’in dizlerinin bağını çözen sözleri söyleyen “seçilmiş kula” seslendi;
- Allah’ın evini terket Ey Muhammed! Seni çok açık bir
sapıklık içinde görüyoruz. Çık git buradan!
Arkadan sesler yükseliyordu. Sultanların yoksul ve kafası
saçmalıklarla doldurulmuş kulları bağırıyordu; “terket burayı Kâfir!”
Bilal’in dizlerini titreten adam konuşmaya devam etti;
“Yerler ve gökler sadece O’na aittir. Övgü O’na aittir. O
din gününün tek sahibidir. O’nun dışında ilah yoktur. Mülk O’na aittir...”
Daha sonra kalabalığın gözlerinin içine baktı, “Ben Allah’ın
kulu ve elçisiyim” dedi...
Bir anda kitleden uğultu yükseldi. “Kâfir, Dinsiz” gibi
laflar havada uçuşuyordu. Lakin en sert tepkiyi gösteren adam dahi, Allah
elçisi Hz.Muhammed’in gözlerine bakamıyordu. Çünkü O! O, özü sözü bir olan
kişiydi...
Peygamber’in, pis eşraf tarafından provokasyon olarak
tanımlanan bu eylemleri sürdü. Bir gün çıkıp; “Kahrolsun Ebu Leheb’in iktidarı;
ne malı kurtaracak onu, ne biriktirdikleri...” diye bağırıyordu. Bir gün de
bütün müşriklerin “kapısına kilit vurulmuşçasına kendilerini beriy kıldıkları
cehennemin kapılarını zenginlere açıyordu.”
Bağırıyordu; “İşte o, mal topladı ve saydı! O’nu hutameye
fırlatacağım... (Humeze Suresi) Malı ve evlatlarıyla övündü, O’nu Sekar’a
fırlatacağım... (Müddesir Suresi)”
Bilal’in aklı başından gitmişti. Ezilenlerin, kölelerin
Rabbi, servet sahibi kodamanları perişan etmişti. Üstelik Allah, en güvenilir
olanı kendisine Resul seçmişti. Artık kim bu sözü susturabilirdi ki? Kölelerin,
ezilenlerin Rabbi, imdada yetişmişti. Mahrum bırakılmışların imdadına
yetişmişti...
Bilal değişmişti. Tek kelime etmeden dinlediği o sözleri
tekrarlar olmuştu. Yapmakta olduğu işten artan tüm vakitlerini, çevresindeki
çaresizlere bunları anlatarak geçiriyordu. Kaçabildiği sürelerde gizlice
Peygamber’in yanına gidiyor. O’nu dinliyordu. Tek kelime dahi etmiyordu
Bilal...
Bilal’in yaptığı bu iş artık göze batmaya başlamıştı. İslam;
otoriteyi, oligarşiyi rahatsız etmeye başlamıştı.
Ebû Cehîl, Ebû Leheb ve Kureyş’in diğer ileri gelenleri
Dâr’ün-Nedve’de toplanmışlar, Ümeyye b. Halef’i bekliyorlardı. Burada
toplanmalarının amacı günden güne büyüyen İslam hakkında konuşmak, Müslüman
olanlara karşı tedbir almaktı. Ümeyye de gelince ne gibi önlemlerin alınması
gerektiği konusunda konuşmaya başladılar. Bu sırada Ümeyye b. Halef’in yanına
biri geldi ve: “Sana herhangi bir haber ulaşmadı mı?” dedi. Ümeyye b. Halef:
“Ne oldu?” deyince; o kişi:
“Senin kölen Bilâl, Muhammed’in dinine girdi. Zaman zaman,
bazen geceleri, bazen de öğle sıcağında onun yanına gidiyor” dedi. Ümeyye b.
Halef:
“Gerçekten bu doğru mu?” deyince; o kişi:
“Evet, çok defa ben onu böyle yaparken gördüm ve ayrıca bu
köle bizim otoritemize hakaret ediyor” dedi.
O’nun Müslüman olduğunu duyan Ümeyye, öfke ve intikamla
kalbi kazan gibi kaynamaya başladı. Canı çok sıkılmıştı. Nasıl olur da Bilâl
kendisinden izinsiz bir şekilde atalarının dinini değiştirip Müslüman
olabilirdi? Ümeyye bulunduğu meclisten ayrılıp evine gitti, kalbi öfkeden
parçalanacak gibiydi. Az sonra Bilâl geldiğinde, efendisinin öfkeden yüzünün
kıpkırmızı olduğunu görmüş ve durumu anlamıştı. Artık Bilâl için gizlenecek bir
şey yoktu.
Ümeyye b. Halef:
“Bilâl! Duyduklarım, senin hakkında bana gelen bilgiler
doğru mu? Sen gecenin karanlığında ve gündüz öğle vakitlerinde Muhammed’in
yanına mı gidiyorsun? Sen de onun dinine mi girdin? Bana cevap ver, Kureyş’in
ve Arapların dinini bırakıp, Lât ve Uzza’yı inkâr mı ettin?” deyince; Hz.
Bilâl:
“Benim hakkımda birtakım bilgiler sana ulaşmış. Evet, ben
Müslüman oldum, Muhammed’in Allah’tan getirdiği şeyleri kabul ettim, ona
inandım. Bundan böyle bütün insanlar benim mü’min olduğumu bilsinler” dedi.
Bunun üzerine Ümeyye b. Halef:
“Bilâl! Nankörlük yapma. Sen böyle değildin, ne oldu sana
böyle? Sen bana benim parmaklarımdan daha da itaatkâr idin. Bugün bana isyan
ettin. Fakat bu işe bu kadar da şaşmamak lazım. Çünkü sen köle oğlu kölesin”
deyince;
Bilâl:
“Evet, ben senin kölenim, esirinim, hizmetçinim. Ben bunları
inkâr etmiyorum. Fakat sen benim aklımın, inancımın, imanımın efendisi
değilsin. Ben gece karanlığında veya gündüz öğle sıcağında Hz. Muhammed’in
yanına giderim” dedi.
İpler kopmuştu. Ümeyye bin Halef; karşısında kölenin bu
tavrı karşısında çılgına dönmüştü. Zulüm damarı kabardı. Hem Bilal’e, hem
İslam’a bir ders vermesi gerektiğini düşündü...
Bilal’i Mekke’nin meydanında, sıcağın alnında yere bağlamış,
karnına kızgın bir taş koydurtmuştu. Bu büyük işkence karşısında Bilal sadece
tek bir kelime söylüyordu; “Allah’tan başka otorite yoktur!”
Ümeyye ve diğer kodamanlar Bilal ile alay ediyordu. Taşın
üstüne abanıyorlardı. Canı yanan Bilal ağlıyordu. Ağlarken bağırıyordu. Bu,
acısını hafifletirdi. “Allah’tan başka otorite yoktur!”
Haber “ezilenlerin Peygamberinin kulağına gitmişti.”
Oturduğu yerden hemen fırlayan Allah Resulü, yanındaki can dostu Hz. Ebubekir’e
döndü. Tüm servetini İslam uğruna feda eden bu adama, “Bilal’i kurtar!” dedi.
Duygusal Peygamber, gözlerinden damlayan yaşları eliyle sildi.
Bir gün yine müşrikler kendisine işkence yaparken yanına
Varaka b. Nevfel geldi. Bilâl, bu işkenceler altında “Ehad, Ehad” demekteydi.
Müşrikler, Allah lafzının söylenmesine çok kızdıkları için Bilâl, devamlı bu
kelimeyi söylüyordu. İşkenceler altındaki Bilâl’i gören Varaka b. Nevfel:
“Evet ya Bilâl! Allah’a yemin olsun o TEKTİR, TEKTİR ey
Bilâl!” dedi. Sonra Ümeyye b. Halef’e döndü ve şöyle söyledi:
“Allah’a yemin olsun ki siz bunu öldürürseniz ben de onun
mezarını ibadet yeri ve Allah’tan merhamet dilenen bir yer yaparım” dedi.
Hz. Bilâl’e yapılan işkenceler her gün devam etti. O ise hiç
sarsılmadan tüm işkencelere sabretti. Ümeyye b. Halef, istediği sonucu elde
edemedi. Ebû Cehîl de kendisine yardımcı oluyordu. Bir gün Ümeyye ve Ebû Cehîl,
Bilâl’e yine şiddetle işkence etmeye başlamış ve üstüne taşlar koymuşlardı. Bu
sırada Hz. Ebû Bekir yanlarına çıkageldi. Durumu gören Hz. Ebû Bekir:
“Ey Ümeyye! Allah’tan kork. Bu köleye işkence etmekten
çıkarın ne?” dedi.
Ümeyye b. Halef:
“Bu benim kölemdir, ne istersem yaparım” dedi.
Hz. Ebû Bekir:
“Ey Ümeyye, bir köle Allah’ı ve Peygamberi’ni tasdik ettiği
için ona işkence etmek insafsızlık değil mi?” dedi.
Ümeyye b. Halef de:
“O’nun ahlâkını bozan sensin. Onu bizden uzaklaştıran senden
başkası değildir. Onun bu şekilde azaba uğramasına sen sebep oldun, itaatten
vazgeçirdin, eğer merhamet ediyorsan onu kurtar bakalım” dedi.
Hz. Ebû Bekir:
“Evet, kurtaracağım. Bende Bilâl’den daha dayanıklı ve
kuvvetli siyah, senin dinine bağlı bir köle var, buna karşılık sana onu
vereyim” diye teklifte bulundu. Ümeyye biraz da para vermesi karşılığında onu
verebileceğini söyleyince; Hz. Ebû Bekir hemen elinde bulunan, Allah’a
inanmayan kölesi ile bir miktar para vererek Hz. Bilâl’i satın aldı. Bunun
üzerine Ümeyye güldü. Hz. Ebû Bekir:
“Neden güldün?” deyince; Ümeyye b. Halef:
“Zarar ettin. Vallahi ben bu köleyi bir dirhem altına
satardım” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir de:
“Ben ne kadar kârlıyım. Vallahi bütün malımı isteseydin bu
köle için verirdim” dedi. Sonra sırtından paltosunu çıkararak Hz. Bilâl’e
giydirdi. Üstündeki, başındaki toz ve toprağı temizledi. Sonra da elinden
tutup:
“Ey Kureyşliler, şahid olun, bunu Allah rızası için azat
ettim.”
İslam azınlıktaydı. Lakin dev yürekler vardı, Resulullah’ın
yanında. Köle Yasir’in oğlu Ammar da Müslüman olmuştu. Ve Mekkelilerin kâbusu
Ebuzer! İslam’ın kılıcı Ali...
Ammar, Bilâl’in kurtuluşuna çok sevinmişti. Şiirleri çok
seven Ammar, Ebubekir’in bu işe sebep olması üzre bir şiir okudu:
“Bilâl Habeşî ile arkadaşlarına yaptığı o büyük yardımdan
dolayı,
Yüce Allah, Atîk’a (Hz. Ebubekr) büyük ödüller versin,
Ebû Cehîl ile Muğîre oğlu Fâkih’e de gazab etsin.
O akşam ki, bu iki herif Bilâl’e,
Hiçbir akıl ve vicdan sahibinin
Razı olmadığı bir şekilde işkence ederlerdi.
Bilâl’in suçu da, şu varlığın Rabbini tevhid etmekten,
‘Rabbim Allah’tır, beni öldürüyorlarsa öldürsünler.
Ben ölüm korkusuyla hiçbir zaman Allah’a ortak koşmam.
Ey İbrâhim, Yûnus, Mûsa ve Îsâ’nın Rabbi!
Beni bu zalimlerin elinden kurtar.
Beni, Gâlib oğullarının,
İnsaf ve merhametten yoksun bu adamların
Merhametine bırakma’ diye yalvarmaktan
Başka bir şey değildi.”
Bilâl rüya âleminde olduğunu sanır, sık sık siyah derisine
sert cisimlerle vururdu. Yüzü sürekli gülüyordu. Bulduğu herkese sarılıyordu.
Ezilenlerin Rabbi’nin kelimelerini tekrarlıyordu.
Allah elçisi ile sürekli sohbet ediyor. O’nun ağzından çıkan
her cümleyi ezberliyordu.
Bir gün, Hz. Peygamber, onun yanına girdiğinde, bir hurma
yığını gördü ve:
“Bu nedir ya Bilâl?” diye sordu. O da:
“Senin ve misafirlerin için hazırladım” dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber:
“Senin için Cehennem ateşinde bir duman olmasından korkmadın
mı? Ya Bilâl, infak et. Arşın sahibinin senin rızkını azaltacağından korkma”
buyurmuştur.
Bir defasında da Hz. Peygamber Bilâl Habeşî’ye:
“Ya Bilâl, zengin olarak değil de, fakir olarak ölmeye
çalış” demişti.
İslam; Allah, ekmek ve eşitlik sloganıyla sokaklara çıkmış,
‘Hüda sizin, Hurma bizim’ diyen tefeci bezirgân düzene karşı büyük mücadeleyi
başlatmıştı. Bir tarafta Hz.Ebubekir, diğer tarafta Habeşli Bilal. Yan yana saf
tutuyor, aynı kaptan yemek yiyorlardı. İslam, eşitlik mücadelesini başlatmış;
ekonomik, ırksal ve diğer tüm uyduruk farklılıkları reddetmişti. Tümüyle
eşitlikçi bir refleks üzerinden “zühd” formülüyle, şirkin mabudlarına hücum
etmişti.
Ve elbette işler zorlaştı. Şirk; saldırılarını artırdı.
Ammar’ın annesi Sümeyye ilk şehid olarak yürekleri dağlamıştı. Artık “gitme
zamanıydı.” Yol görünmüştü.
Şirk; nefretin ve saldırganlığın dozunu arttırmıştı. İsyan
eden köleler, sistemi ürkütmüş, sert tedbirler almaya sevk etmişti.
Ve yol göründü... Yesrib’e. Medine dedikleri o beldeye yol
göründü...
Medine’ye hicret ile birlikte Mekkeli Bilal, artık
değişmişti. Mekke’de zincire vurulan Bilal, artık hür bir bireydi. Özgürlük,
Bilal’in üzerine güneş gibi doğmuştu.
Bilal’in Medine’ye yolculuğu, Bilal gibilerin lehine bir
seferin resmidir. Çünkü yeni düzen çalışmanın, emeğin düzenidir. Keza Bilal
gibi, ömrünü emekle perçinlemiş kişilerin düzenidir.
Medine’ye varılır varılmaz “Ensar” yani Medine yerlilerinin
“Muhacirlere” dönük ikramda ve dostlukta ileri bir sıcaklıkla yaklaştığını
görmekteyiz. Bu süreci şöyle tanımlamak mümkündür;
Medineliler “toprak ekip biçmektedirler.” Mekke’den
kölelerin Medine’ye göçmesi, topraklarının daha fazla ekilmesi manasına gelir.
Daha verimli mahsul almaları dolayısı ile ticari üstünlüğü ele geçirmeleri
anlamındadır. Bu yüzden “Müslüman olmayan” Medineliler de bu hicrete sıcak
bakmışlardı.
Lakin bazı şeyler umdukları gibi gitmedi.
Öncelikle Mekke’den muhacirler ile gelenlerin malları “Hz.
Peygamber tarafından” kamulaştırıldı. Ve bu mallarla Medineli tacirlerin toprakları
satın alındı.
Akabinde bu topraklar “beyt’ül mal” oldu. Yani ortak mal.
Medine ve Arap toprakları büyük bir deneyime tanıklık ediyorlardı. Bir tür
toprak reformu gerçekleşmişti. Artık Bilal, kendi emeği için çalışıyordu.
Toprak sürenlerin, su kullananlarındı.
Bahçelerin etrafındaki çitler yıkıldı. Bu durum Medine’de
yerleşik bazı Yahudi kabileleri rahatsız etmişti. Ve hemen bir oyun
hazırlamışlardı.
Pazarın tacirleri
Bu oyun şöyleydi;
Müslümanlar ve diğer Medine ahalisi aynı pazarda satış
yapıyorlardı. Farklı yerlerden gelenler, o pazara giriyor ve oradan alışveriş
yapıyordu. Pazara hakim olan Yahudiler, spekülasyonlar üreterek; Müslümanları
“batırmaya başlamıştı.”
Hz. Peygamber’in bu durumu okuması ve müdahalesi çok
gecikmedi.
Hemen yeni bir Pazar kurdurdu. Bu pazarın ötekilerden farkı;
“tek fiyattan satış yapılıyor ve satılan mala garanti veriliyordu.” Bu durum
kısa sürede ilginin bu pazarda toplanmasına neden oldu. Bu pazara akın eden
tacirler, gönül rahatlığıyla bu pazarda alışveriş yapabiliyorlardı.
Medeniyet dersi
İşte bu durum, Medine’nin bazı kabilelerinin Müslümanlar
aleyhinde işler yapmasının temel nedenidir. Tam bu esnada, Hz. Peygamber kritik
bir adım daha attı. Medine Vesikası’nı öne sürdü. Taraflar bu vesikayı
reddedemediler. Bu vesika, ortak yaşamın sözleşmesi oluverdi.
Vesikaya göre, Yahudiler; Müslümanların arkasından iş
çeviremeyeceklerdi. Aynı şekilde, bir savaş halinde, kime saldırılırsa
saldırılsın, birbirleriyle müttefik olmak zorundaydılar. Bu sözleşme ile
ekonomik alanda kazanılan tüm kazanımlar, siyasi alanda da elde edilmişti. Ve o
beldede “söz” çok önemliydi.
Kısa sürede büyüyen İslam, kritik müdahaleleriyle; bir
medeniyetin oluşmasını sağlayacak ciddi hamleler örgütlüyordu. Bu hamleler,
ekonomik, siyasal ve düşünsel zeminde adım adım hayata geçiriliyor, ve tüm bu
sürecin öncülüğünü; küçümsenen, ezilmiş köleler yapıyorlardı.
Köleler, efendilerine adeta medeniyet dersi veriyordu.
Mekke’de zengin olan eşraftan Medine’ye gelenler, toprakta çalışıyordu. Bu
yolla bir tür sınıf intiharı gerçekleştiriyor, köle kökenliler ile aynı tastan
yemek yiyerek, bu durumu perçinliyorlardı.
Keyif ve huzur
Medine bir akademiye dönüşüyordu. İnandıkları büyük davayı
tam manasıyla yaşayabilecekleri bir ütopyayı inşa etmişlerdi. Eşitlik, özgürlük
şehrin sokaklarını kuşatmıştı. Bilal’in artık yüzü gülüyordu. Gülmeyi unutan ve
ağlamayı rutine dönüştüren Bilal, şakalaşmayı öğrenmiş, keyif ve huzura gark
olmuştu..
Taa ki o güne kadar..
Mekke’li kodamanlar, Medine’de olan bitenden son derece
rahatsızdı. Kendi pazarını kuran müslümanlar, ekonomik anlamda güçlenmeye
başlamış, bölgedeki diğer kabileler ile çeşitli ekonomik işbirlikleri yapmaya
yüz tutmuştu. Keza, durum vahimdi. Çünkü yeni bir isyan hareketi, toplumsal
vicdandan soyutlanmalı iken, tam aksine “makul ve gerçekçi bir mücadele”
pratiği sergiliyordu.
Bu pratik, büyük bir rahatsızlık üretmişti. Mekke’li
müşrikler; Medine’nin ileri gelen kabilelerini “Müslümanlar aleyhinde”
kışkırtmaya başlamıştı. Müslümanlara silah satmak, mal vermek yasaklanmış,
ticari ambargo başgöstermişti.
Lakin tam bu noktada, Müslümanlar’ın uygulamaları bu
ambargoyu kırıyordu. Çünkü “şirkin kol gezdiği Ukaz pazarı” çürük ve kalitesiz
malların, yüksek fiyata satıldığı bir pazardı. Buna karşın, müslümanların yeni
pazarı, yüksek kaliteyi, uygun fiyata servis ediyor ve o güne kadar bölgedeki
ticari kişiliği belirleyen kodamanların oyunları bozuluyordu.
Bu durum daha da ileri gidiyor, “Müslümanlar, aralarına yeni
katılan zenginlerin mallarını kamulaştırıyor ve böylece ortak mülk
güçleniyordu.” Bu bir tür, “devletçi” ama insan-toplum ruhunu yokm etmeyen bir
gerçekçi toplum modelini güçlendiriyordu.
Ve çanlar çalmaya başlamıştı. İsyan’ın sesi olan köleler,
müspet bir biçimde entellektüel alanda var olmaya başlamıştı. O güne kadar
muktedirlerin tayin ettiği kişilerden oluşan şairler, artık dinlenmiyordu.
Artık, yaşanmışlığın ve isyanın şiirleri, bizzat eski kölelerden dinlenir
olmuştu. İşte tam bu dönem, Ammar ve Bilal’in şiirler okuduğu, kitleleri
örgütlediği dönemdir.
Müslümanlardan bir grup tarlada çalışır, diğer grup
pazarlarda satış yapar, bir başka grup ise tebliğ yapar iken, askeri kanat
silahlı mücadele eğitimleri alırlar ve böylece kolektif bir ruh örgütlenirdi.
Ve tüm bu gruplar aynı sofraya oturur, deneyimlerini birbirlerine aktarırlardı.
Bu aktarımların yapıldı yer mescid idi. Bugün “sadece namaz kılmak için
kullanılan mescid” o gün bir halk meclisiydi. İsyan ve devrimin meclisiydi.
Bu meclislerde herkes eşit söz hakkına sahipti. Cinsiyet
ayrımı yoktu. Tek koşul kolektif ruha yani komüne katılmaktı. Öyle ya, komün.
Medine tam olarak bir “komündür.” Çünkü komün; ortaklaşa yaşam idealinin ta
kendisidir.
Peygamber’in verdiği emirle yıktırılan çitler, herkesin
birbirinin üretimine ortak olmasını sağladı. Bu ortaklığın en ideal formu;
Bilal’in de aralarında bulunduğu suffa ashabıdır. Aynı evde yaşar, bölüşür ve
tümüyle ortaklaşırdı bu grup ve bu ruh artık rahatsızlık vermeye başlamış,
birilerinin tedirgin olmasına neden olmuştu.
Pazardan anlayan Abdurrahman ibni Avf gibi tüccarlar;
müslümanları pazarda temsil ederlerdi. Üreten köle kökenli müslümanların
imalatları, tüccar kökenli müslümanlar tarafından pazarlarda satılırdı.
Peygamber, tüccarların olası bir sınıf atlama eğilimine karşı ciddi telkinlerde
bulunur ve tehtidler yapardı. Nitekim Abdurrahman ibni Avf, bu hususta
defalarca uyarılmıştır.
Kıymetli dostlar;
1 Eylül 2013 günü, D&R mağazaları ve kitapçılarda yeni
kitabım satışa sunulacak. İsmi “Devrim Ayetleri.” Yoğun bir emekle oluşan bu
kitap, yine muktedirlerin uykusunu kaçıracak. Şimdiden kendilerine bol bol uyku
ilacı almalarını tavsiye ediyorum.
Sizlerden ricam, bu kitabı okutmanızdır. Çevrenize bu kitabı
okutun. Gerçeklerle tanışsın insanlar. Keza ciddi bir iddia ile geliyor bu
kitap.
1 Eylül ‘de tüm kitapçılarda..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder