Dünya pupa yelken bir üçüncü cihan savaşına doğru sürüklenip
giderken din ve mezhep tartışmaları yeniden olayları belirleyici bir biçimde
siyasal gündemin tam ortasında yer almağa başlamışlardır. Orta Doğu bölgesinde
her gün yaşanan sıcak gelişmeler, sürekli çatışma ve kanlı terör olayları bir türlü durmak bilmemekte ve bu olumsuz süreç giderek tırmanırken, bölge daha geniş bir
düzeyde geniş bir savaş coğrafyasına
dönüşmekte ve yakın gelecekte
bir üçüncü dünya savaşı ihtimali zamanla
güçlenmektedir. Merkezi bölgedeki dünya devleti
olan Osmanlı İmparatorluğunun
gücünü yitirmesi üzerine, merkeze bağlı olan ülkeler saldırı ve isyan olayları
ile dolu bir tarih dönemecini yaşamak zorunda kalmışlardır. Tarihsel
gelişmelerin sonucunda merkezi alanda yedi yüzyıl hüküm süren Osmanlı tarihi
her açıdan dünya tarihinin odağında yer alan bir konuma sahip olmuş ve
yerkürenin yönlenmesinde birinci derecede etkili olmuştur. Asya, Avrupa ve
Afrika gibi üç büyük kıtanın tam merkezinde yer alan orta dünya bölgesi her
dönemde, güç çekişmelerinin sahnesi olmuş, bazen bir büyük devletin çatısı
altında barış düzeni kurulabilmiş bazen da bu gibi düzenlerin yıkılması üzerine
uzun süren sıcak çatışmalara bölge ülkeleri ve halkları alet olmuşlardır. Bu
gibi çekişmelerin odağında yer alan ana konu ise dinler arası çekişme ve
çatışmalar olmuştur.
İnsanlığın ilk dönemlerinde bölgeye bakıldığı zaman, sarı
ırmak kenarındaki Çin, İndus ırmağı kenarındaki Hint uygarlıklarından sonra
orta su ülkesi anlamında Mezopotamya üçüncü uygarlık durağı olarak tarihteki
yerini almıştır. İnsanlık Çin ve Hint sonrasında Orta Doğunun tam merkezinde
yer alan Mezopotamya’ya yerleşerek ilk yerleşik uygarlığın örneğini ortaya
koyarlarken, daha sonraları batı medeniyetinin temeli olacak yerleşik
yapılanmayı, ilk olarak orta dünyada gerçekleştiriyorlardı. Bu yüzden, batılı
uzmanlar tarafından kaleme alınan birçok tarih kitabı uygarlığın Sümerler ’de
başladığını yazmaktadır. Sümer devleti kendinden önceki Mezopotamya
devletlerinin yerini alarak ilk çağlara göre gelişmiş bir uygarlık düzeni
oluşturmuş ve insanlığın yerleşik bir kent ve devlet düzenine geçişine aracılık
yaparak, bugün bütün dünyayı etkileyen yerleşik uygarlığın öncülüğünü yapmıştır.
O dönemde başlayan din arayışları, Mezopotamya’da da öne çıkmış ve insanlar
manevi gereksinmelerini karşılamak doğrultusunda çeşitli ilkel dinlere
yönelmişlerdir. Bu tür arayışların ilkellikten kurtularak tek tanrılı dinlere
dönüşmesi, Musa’nın İbranileri Mısır’dan Filistin’e getirerek ilk İsrail
devletini kurmalarıyla yeni bir aşamaya gelmiştir. Orta Doğu’nun tam ortasında
tek tanrılı din olarak önce Museviliğin gündeme gelmesi, dünya tarihi açısından
yeni bir dönemin başlangıcı olmuş ve bu aşamadan sonra, insanlık tarihinde en
belirleyici öge tek tanrılı dinler olmuştur.
Dünyanın orta denizi olan Akdeniz kıyısında kurulmuş olan en
büyük imparatorluk olarak Roma imparatorluğunun orduları merkezi alana
geldikleri zaman karşılarında tek tanrılı Yahudilerin kurmuş oldukları İsrail
devletini görmüşler ve bu tek tanrılı din devletini kendi devletleri açısından
tehlikeli olarak gördükleri için yıkarak kendi dinsizliklerini ya da puta
taparlıklarını doğrulamak istemişlerdir. Orta Doğu’da Roma işgali sırasında tek
tanrılı İsrail devleti yıkılmış ama tam bu sırada Hz. İsa’nın öne çıkmasıyla
beraber ikinci tek tanrılı din olarak Hristiyanlık örgütlenerek yayılmağa
başlamıştır. Musevilerin elinde bulunan Filistin’de Roma işgali devam ederken, ilk Hristiyanlar bugün bir iç savaşa
sürüklenmiş olan Suriye ve Anadolu bölgelerinde yaygınlık kazanmış daha sonraki
aşamada da Yahudiler Akdeniz kıyısındaki ülkelere dağılırken, Hristiyanlar da
Karadeniz üzerinden Avrupa kıtasının doğu ve kuzey kısımlarında yayılmağa
başlamışlardır. Musevi dini sadece Yahudiler ’de kaldığı sürece bu din
yaygınlık kazanamamış ama her haç çıkaran kişi Hristiyan olarak kabul
edilince bu yeni din daha hızlı bir
biçimde yaygınlık kazanarak, zaman içerisinde bütün Avrupa kıtasının bu dinin
çatısı altında bir araya gelmesine giden yol açılmıştır. Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğunun kurulmasından sonra Hristiyanlık bütün Avrupa’da resmen
yaygınlık kazanmış ve daha sonra da bu din Roma kentinin içinde Vatikan adı
altında merkezi bir yönetime sahip olarak insanlığın kaderi üzerinde daha fazla
güç sahibi olmuştur.
Putperest Romalılar orta dünyadaki Yahudi devletini
yıkarken, bütünüyle Yahudileri bu bölgeden kovmuşlar ama tam Musevileri yok
edecekleri aşamada Hristiyanlık ortaya çıkınca, tek tanrılı dinlerin egemen
olduğu yeni bir dönem başlamış ve bunun sonucunda putperest Roma imparatorluğu
tarihin derinliklerinde kaybolup gitmiştir. Akdeniz’e yayılan Yahudiler
ticareti ellerinde tutarlarken, Avrupa kıtası Hristiyanlığın kontrolü altına
girmiş ve bu aşamadan sonra tek tanrılı dinler arasında çekişme tarih
sahnesinde öne çıkmıştır. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğundan yararlanarak
bütün Avrupa kıtasını Hristiyanlaştıran Vatikan, bu aşamadan sonra Yahudilere
ve Museviliğe karşı çıkmağa başlamış ve hem Museviliği hem de Yahudileri Avrupa
kıtasından dışarıya atabilmek için her yolu denemiştir. Bu aşamada Akdeniz
kıyısındaki Yahudi yerleşimleri hedef alınmış, Musevilerin Avrupa kıtasından
uzaklaştırılmaları için çeşitli yollar denenmiştir. Pirene dağları üzerinde Hristiyan
ve Yahudi çekişmeleri sürüp giderken üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlık
dünyanın orta yerinde gündeme gelmiştir.
Yedinci yüzyılda tarih sahnesine çıkan Müslümanlığın Orta Doğu’dan hemen
sonra İspanya yarımadasına taşınması ile Hazar İmparatorluğundan Türk
boylarının Avrupa kıtasına göçlerinin başlamasıyla beraber, Vatikan merkezli
Hristiyanlık Avrupa kıtasında batıdan Müslüman Endülüs devleti ile doğudan ise
Türk boylarının kıtanın doğu bölgelerine yerleşmeleri ile karşı karşıya
kalmıştır. Endülüs İmparatorluğunun devam ettiği yedi asır boyunca Avrupa
kıtasındaki din savaşları Hristiyan ve Müslüman toplumlar arasında cereyan
etmiş, böylece Yahudiler Hristiyanların sürekli saldırı ve katliamlarından
biraz olsun kurtulabilmişlerdir.
Avrupa kıtasının tarihi bir bakıma din savaşları tarihi
olarak görülebilir. Önceleri, putperestler ile ilk tek tanrıcı Museviler
arasında başlayan çekişmeler, daha sonraki dönemlerde önce Hristiyanlar ile
Yahudiler, daha sonra da Endülüs ve Osmanlı İmparatorluklarının birbirini
izleyen yedi asırlık ömürleri boyunca da Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında
sürüp gitmiştir. Endülüs’ün yıkılması üzerine Müslümanlar Kuzey Afrika’ya geri
dönerken, Yahudiler de Seferadlar olarak Balkanlar ile Anadolu topraklarına
gelerek Endülüs dönemindeki İslamiyet’in sağladığı korumayı Orta Doğu
bölgesinde bu kez Osmanlı Devletinin çatısı altında sağlamağa çalışmışlardır.
Batı Avrupa’da Endülüs devletinin çatısı altında Hristiyanlar ile çekişen
Museviler, Endülüs’ün Kastilya krallığı tarafından yıkılması üzerine İberik
yarımadasını terk ederek, Balkan ve Anadolu yarımadalarına gelerek bu merkezi
alanlarda yaşamlarını sürdürebilmenin yollarını aramışlardır. O zaman da tıpkı
İberik yarımadasındaki Endülüs çatısı gibi bu kez de Osmanlı çatısını Hristiyan
Avrupa kıtasına karşı kullanmışlardır. Endülüs ve Osmanlı ekonomilerini
ellerinde tutan Yahudi tüccarlar, dünya ticaretini Hristiyan Avrupa kıtasına
bırakmamak üzere Müslümanlığın sosyal ve siyasal güçlerinden faydalanmışlardır.
Ayrıca, Müslüman halklar ile beraber Türk boylarının da askeri güçlerinden yararlanarak,
kendilerini güvence altına alabilmişlerdir. Dünyanın tam ortasında yer alan
büyük Akdeniz havzasının ticaretini Müslüman devletler sayesinde Yahudiler
Hristiyanlara kaptırmamışlardır. İlk çağlardan günümüze gelen bu çekişme ve rekabet,
başka görünümler çerçevesinde bu gün de geleceğe dönük bir doğrultuda devam
edip gitmektedir .
Endülüs tarihindeki Müslüman ve Hristiyan savaşları Osmanlı
İmparatorluğu döneminde de devam etmiş ve Osmanlıların, Avrupa kıtasının Doğu
bölgesine egemen olmalarıyla beraber, daha önceleri batı Avrupa’da yaşamakta
olan Yahudiler doğu Avrupa’da yaşama olanağını elde etmişlerdir. Avrupa
kıtasının dünyanın merkezi olduğu dönemde bu kıtayı ele geçirme ve egemen olma kavgasında
Hristiyanlar Yahudiler ile çekişirlerken, Doğu Avrupa bölgesinde yaşamlarını
sürdüren Museviler, Osmanlı imparatorluğunu tam anlamıyla bir Avrupa devleti konumuna
getirmişlerdir. Avrupa kıtasına egemen olma kavgası yüzünden Osmanlıların ana
ülkesi Balkan’la yani Doğu Avrupa bölgesi olmuş, Anadolu ve Orta Doğu bölgeleri
ise arka ülke olarak yedi asırlık bir dönem boyunca geride kalmışlardır. Balkan
savaşları ile Osmanlı devleti Avrupa kıtasından geri püskürtülürken, Türkler
ile beraber Doğu Avrupa Musevilerinin bir kısmı da, Avrupa kıtasını terk etmek
zorunda kalmışlar ve bu doğrultuda mübadele anlaşmaları yapılarak muhaceret
girişimleri örgütlenmiştir. Türkler Müslüman oldukları için hiçbir zaman gerçek
anlamda Avrupalı olamamışlar ama Osmanlı devleti gibi güçlü bir siyasal
örgütlenme ile Avrupa tarihini çok yakından etkilemişlerdir. Türk asıllı Macarların Hristiyan olarak Osmanlı ‘dan ayrılmasıyla ,
Venedik’in Yahudi tüccarlarının Musevi
Tatar ordularını Osmanlı ordusundan ayırmasıyla ve bu
yüzden İkinci Viyana kuşatmasının
başarısız kalmasıyla , Osmanlı devleti
bir türlü kalıcı bir biçimde Avrupalı olamamış ve bunun sonucunda da Vatikan komutasındaki Hristiyan Avrupa
orduları İngiltere ve Fransa
gibi sömürge devletlerinin destekleriyle Osmanlıları Avrupa kıtasından sürmüşlerdir .
Böylesine bir tarihsel süreç yaşanırken, din konusunun ana belirleyici olduğu görülmekte
ve siyasal gelişmelerin arkasındaki belirleyici etkenin dinler arası çekişmeler
olduğu görülmektedir.
Avrupa Milattan sonraki iki bin yıl içinde
bütünüyle bir Hristiyan kıta olmaya yönelirken hem Musevileri hem de
Müslümanları kıtanın dışına atma konusunda emin adımlar ile ilerlemiştir, çünkü
kıtaya egemen olma konusunda hem Museviler hem de Müslümanlar devreye girdiğinden
bu iki tek tanrılı dine karşı Vatikan merkezli Hristiyan Avrupa tam anlamıyla
bir Katolik fundamentalisti örneği göstermiştir. İlk çağlarda gündeme getirilen
Yahudi pogromlarını, daha sonraki dönemlerde Müslüman katliamları ile sürdürmüşlerdir.
Özellikle Endülüs’ün çöküşü üzerine Müslümanlar kılıçtan geçirilmiş ve büyük
çoğunluğu Avrupa topraklarından Afrika kıtasına geri gönderilmiştir. Bugün Fas
adıyla ayrı devlet olan Kuzey Afrika’nın ucunda yer alan bölgede eski Endülüs
Müslümanlarının ayrı bir siyasal yapılanmaya yönlendirildikleri görülmüştür.
Fas devleti bir anlamda eski Endülüs Müslümanlarının sonraki aşamada
oluşturdukları devlet olarak görülebilir. Devletin orijinal adı olan Morocco ismi,
Endülüs Müslümanlarının adından gelmektedir. Endülüs Müslümanlarına yapılan
katliamların çok daha gelişmişi Balkanlar’da yaşayan Osmanlı Müslümanlarına
karşı yapılmıştır. Balkan savaşları tam anlamıyla bir yok oluşun göstergesi
olarak gerçekleşmiştir. Endülüs sonrasında Müslümanların Afrika kıtasında Fas
devletini kurmaları gibi, Balkan Müslümanları da Asya kıtasında yeni devletleri
olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Türkiye’nin kuruluş yıllarında göç
ya da mübadele yolu ile Balkanlar’dan çıkartılan bazı Osmanlı Musevilerinin de
Balkan Müslümanlarının Orta Doğu bölgesinde kurmuş oldukları yeni devletin
çatısı altında hem göçmen olarak hem de eşit koşullarda vatandaş olarak yer almışlardır.
Doğu Avrupa’da Osmanlı sonrasında geride kalan bazı Musevi toplulukları da,
ikinci dünya savaşı sırasında Hitler aracılığı ile ya Avrupa kıtasından
çıkartılarak Filistin’e sürgün olarak gönderilmiş ya da toplama kamplarındaki
fırınlara yakılmak üzere gönderilerek ortadan kaldırılmağa çalışılmışlardır. Böylece,
Avrupa kıtasının Yahudi sorunundan kurtarılması düşünülmüş ama kutsal topraklar
olarak adlandırılan Filistin bölgesinde bir Musevi devletinin oluşumunun önü açılmıştır.
Fransız devriminin getirdiği ulus devletleşme olgusu çerçevesinde, Avrupa’da
uluslaşamayan Yahudiler kendi ırk devletlerini Orta Doğu topraklarında kurmak
zorunda kalmışlardır.
Avrupa kıtası bütünüyle Hristiyanlaşırken, Avrupa’nın
karşısında yer alan Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgeleri de bu doğrultuda
bütünüyle Müslümanlaşmıştır. Hristiyan Avrupa’da kendine yer bulamayan
Museviler, kutsal kitaplarında vaat edilmiş topraklar olarak gösterilen Filistin’de
kendi devletlerini kurarlarken Avrupa kıtasından gelen dinler savaşının tam
ortasında kendilerini bulmuşlardır. Avrupa’da bir Musevi devletini kabul
etmeyen Hristiyanlar gibi, Müslümanlar da Orta Doğu’da bir Musevi devletini
hiçbir zaman kabul etmeyerek, bu oldubitti ile kurulmuş olan küçük İsrail devleti
ile resmi diplomatik ilişkilere girmemişlerdir. Orta dünyadaki Musevi devleti
kurulduğu günden bu yana sürekli bir savaş devleti olarak hareket etmek zorunda
kalmıştır, çünkü onu Filistin işgalcisi olarak gören bütün Arap devletleri bu
küçük devlet ile sürekli olarak savaşmışlardır. İsrail de İslam dünyasının tam
ortasında kurulan bir Yahudi devleti olarak bütün Müslüman komşuları ile
savaşmak zorunda kalmış ve bu arada İslam ve Hristiyan dünyaları arasında laik
bir tampon devlet olarak yer alan Türkiye’yi de çıkarları doğrultusunda bir
şemsiye olarak kullanmaktan geri kalmamıştır. Yarım yüzyıl kendini Müslüman
devletlere karşı korumak üzere savaşmak zorunda kalan İsrail, küreselleşme
dönemine geçilmesiyle birlikte savunmadan saldırıya geçerek kendisini
çevreleyen bütün Müslüman devletleri hem alt kimlikli etnik hem de mezhep
kimlikli dini devletçikler oluşturarak ile parçalama yoluna gitmiştir. Irak’ın,
körfez savaşı sonrasında Şii-Sünni ve Kürdi olarak üç ana eyalete bölünmek
istenmesi bu planın en açık göstergesi olarak öne çıkmıştır. Şimdi aynı
doğrultuda Suriye’nin Şii-Sünni-Dürzi –Kürdi ve
Maronit eyaletlerine bölünmek
istenmesi de aynı doğrultudaki planın ikinci aşaması
olarak gündeme getirilmektedir. Ayrıca, Kuzey Irak’taki Kürt yapılanması
üzerinden Türkiye’de Alevistan, Lazistan, Kürdistan, Zazaistan, Ermenistan ve
Trakya, İyonya, Kilikya, Kapadokya ve Likya gibi Müslüman ve Hristiyan
eyaletlerinin oluşturulmak istenmesi de, Yahudilerin Orta Doğu’da Müslümanların
ve Hristiyanların arasında yaşayabilmelerinin siyasal yolu olarak öne çıkarılmaktadır.
Bir buçuk milyarlık İslam dünyasının ortasında beş milyonluk bir Yahudi
devletinin yaşayabilmesi için, büyük Müslüman devletlerin etnik ve dinsel
cemaatlara göre parçalanması ve bu doğrultuda yerelleşmenin desteklenmesiyle de
küçük yapıların eyalet devletçiklerine dönüştürülmesi planlanmaktadır.
İkibin yıl sonra orta Doğu’ya dönen Yahudilerin büyük İslam
coğrafyasının tam ortasında varlığını koruyabilmesi doğrultusunda bölge
devletlerini küçültecek süreç, hem komşu devletleri etnik çatışmalarla iç
savaşlara götürecek, hem de bütün bölgeyi yeniden yapılanmaya götürecek bir
büyük bölgesel savaş çıkartılması doğrultusunda geliştirilmeğe çalışılmaktadır.
Kutsal kitaplara dayandırılan vaat edilmiş topraklar projesi aynı zamanda
beraberinde Armegeddon savaşları senaryolarını da gündeme getirmekte, Suriye’de
yer alan Megiddo ovasında başlayacak bir
büyük savaşın dünyanın doğu ve batı
güçlerini karşı karşıya getirecek bir
üçüncü dünya savaşına çevirebileceği
açıkça öne sürülmektedir. Hristiyanlar ilk Hristiyanlaşmanın
gerçekleştiği toprakların yer aldığı Suriye ülkesi kendileri açısından kutsal
ülke olduğu için, Suriye savaşına girmemişlerdir. Vatikan dolaylı yollardan
Suriye’yi desteklemiş ve ABD üzerinde baskı uygulayarak, Musevilerin Armegeddon
senaryolarına Hristiyanların alet olmalarını önlemeye çalışmıştır. Katolik
dünyası ile Protestan ve Ortodoks dünyaları Vatikan’ın barıştan yana tutumunu desteklemiştir. Ne var ki, İsrail lobilerinin ABD’de
örgütlemiş bulunduğu yüz elli milyonluk Evanjelik tarikatları bir anlamda
Siyonist Hristiyanlık olarak devreye girmişler, ABD’nin Siyonist İsrail’in
planları doğrultusunda Suriye’ye yönelik Armegeddon savaşı içinde yer almasını
sağlamaya çalışmışlardır. Özellikle son dönemlerde ABD siyasetçi kadroları ve
bürokratları arasında hızla örgütlenmiş olan
Yeni Muhafazakarlık kadrolarının stratejileri,
İsrail servislerinin Suriye’de başlattıkları savaşa katılmaları ve
desteklemeleri gibi politikalara
Amerikan yönetimini zorlamışlardır. Hrıstıyan dünya Vatikan’ın öncülüğünde
barıştan yana tavır alırken, Museviler Siyonist lobilerin kontrolü altında
kıyamet senaryoları doğrultusunda hareket ederek üçüncü dünya savaşını çıkartma
çizgisinde hareket etmişlerdir. Böylece dünyanın merkezi alanında Müslüman çoğunluklu devletler yaşarken,
Yahudi ve Hrıstıyan dinlerinin mensupları, bu bölgeyi Müslümanların elinden
alabilme doğrultusunda harekete geçmişlerdir.
Orta Doğu’nun Arap çoğunluklu nüfusunu tasfiye
edebilmek üzere alt kimlikli toplulukları Kuzey Irak’ta olduğu gibi
devletleştirmeğe çalışan Siyonist İsrail gibi, Hristiyanlık merkezi olan
Vatikan’da Suriye üzerinden devreye girerek laik Baas rejimini desteklemiş ve
böylece Siyonist plan doğrultusunda bir Armegeddon savaşının kıyamet senaryoları
ile birlikte Suriye toprakları üzerinde cereyan etmesinin önüne geçmeğe çalışmıştır.
Ayrıca Ortodoks dünyasının merkezi olan Moskova Patrikhanesi de, egemen olduğu
Rusya toprakları üzerindeki siyasal yapılanmayı, Vatikan ile paralel bir
noktaya getirerek, orta dünyada bir üçüncü dünya savaşının dinler arası kavga
sürecinde çıkmasını önlemeğe çalışmıştır. Rusya Ortodoks dünyayı yönlendirirken,
doğu Hristiyanlarının, ABD’li Evanjelikler gibi Siyonist İsrail’in etkisi ya da
kontrolü altına girmesini önlemeğe çalışmıştır. Moskova Patrikhanesi Vatikan
ile işbirliği yaparken, Siyonist İsrail’in savaşçı politikalarına karşı ciddi
bir karşı çıkış sergilemiştir. Hristiyan Avrupa’dan dışlanan Museviler,
Müslüman Orta Doğu’da barınabilmek için tıpkı Avrupada yaşadıkları dönemlerde
olduğu gibi İslam dünyası ile çekişmeye ağırlık vermişlerdir. Bu nedenle, iki
bin yıllık Avrupa tarihinde olduğu gibi, dinler savaşı yeni dönemde Orta Doğu bölgesine
de İsrail’in kuruluşu ile beraber taşınmıştır. Geçmişte Avrupa benzeri bir
dinler savaşına sahne olan Orta Doğu toprakları, yeni dönemde gene tıpkı Avrupa
kıtasında olduğu gibi, yeni bir dinler savaşı dönemine doğru adım adım sürüklenmektedir.
Orta Doğu’ya egemen olmak isteyen Yahudilik ve Hristiyanlık
kendi aralarında ciddi bir çekişmeye doğru sürüklenirken, Avrupa’da olduğu gibi
yüz yüze gelmemeye çalışmakta ve bu savaşı daha çok işbirlikçi bir duruma
getirmiş oldukları İslam cemaatları üzerinden gerçekleştirmenin çabası içine girmektedirler.
Avrupa’da Vatikan’ın katı Katolikliğine karşı meydan okuyan Museviler, bu kıtada
bazı Yahudi asıllı Hristiyan din adamları üzerinden Protestanlık akımını
örgütleyerek Vatikan’ın gücünü kırmışlardır. Yahudiler Protestanlığın
örgütlenmesinde Avrupa’daki Osmanlı devletinin varlığından yararlanırlarken,
Osmanlı ordularını Macaristan’a sokarak Protestanlığın gelişmesini sağlamışlardır.
Buna karşılık Vatikan’da Osmanlıları arkadan vuracak bir biçimde Şiiliği
İran’da destekleyerek, İslam dünyasının parçalanmasını sağlayarak bütünüyle
Sünni kalmasının önüne geçmiştir. Protestanlık ve Şiilik aynı dönemlerde ortaya
çıkarak İslam ve Hristiyan dünyalarının parçalanmasını sağlamışlardır. Bu
aşamada üçüncü tek tanrılı din olan Musevilik Katolikliğe karşı Protestanlığı,
Sünniliğe karşı da Şiiliği desteklemiştir. Böylece her iki tek tanrılı dinin
parçalanması Musevilerin eskisine oranla daha da güçlenmesini sağlamıştır. Dün
Sünni İslam’a karşı Şiiliği destekleyen Musevilik, bugün Şii İran’a karşı Sünnileri
bir blok halinde destekleyerek tarihsel çizgisine ters düştüğü görülmektedir.
Katolik Vatikan’a karşı her zaman Protestanların yanında olan Museviler
Hristiyan dünyasında eski tutumlarını geleneksel bir biçimde sürdürmelerine rağmen,
Orta Doğu bölgesinde iki bin yıl sonra yeniden kurmuş oldukları Yahudi
devletinin önünü açabilmek için bölgenin en güçlü devleti olan İran’ın Şii
devleti yapılanmasını kırabilmek doğrultusunda Sünni ülkelerden bir blok oluşturarak,
Şiiliğe karşı örgütlü bir desteği bu Sünni bloka vermektedir. Tarihin garip bir
cilvesi olarak böylesine bir çelişki Yahudi devletinin konumundan dolayı
gündeme gelmiştir.
Üç büyük din tarafından kutsal kent ilan edilen
Kudüs günümüzde İsrail’in başkenti olarak ilan edilmekte, ayrıca hem Orta
Doğu’nun hem de dünyanın merkezi olarak Kudüs geleceğe doğru hazırlanmaktadır.
Bu doğrultuda, İsrail’in bütünüyle hem Filistin’i hem de Lübnan ile Ürdün gibi
yapay devletleri işgal etmesi gündemdedir. İsrail on milyon nüfuslu bir büyük
İsrail için Batı Şeria, Gazze, Lübnan, Ürdün ve Golan tepelerinin bulunduğu
Güney Suriye’yi işgal ederek sınırları içine katması gerekmektedir.
Müslümanların elinde olan bu bölgeleri İsrail’in alabilmesi için hem Hristiyan
Amerika Birleşik Devletlerini kullanması hem de merkezi bölge Hristiyanları
üzerinde etkili olan Vatikan ile Rusya gibi siyasal yapılanmaları aşması gerekmektedir.
Küçük İsrail’in bu kadar büyük bir işi başarabilmesi mümkün olmadığı için,
bütün bölge ülkelerini içine alacak büyük bir savaşa Siyonizm gereksinme duymaktadır.
Böylesine bir savaş da ancak dinler arası bir savaş ile mümkün olabilecektir.
Ne var ki, Hristiyan dünyasının eskiden olduğu gibi Musevilerin çıkarları
doğrultusunda Müslümanlar ile savaşa yönelmemeleri nedeniyle, bu kez dinler
arası savaş yerine mezhepler arası bir savaş senaryosu daha uygulanabilir görülmektedir.
Böylesine bir mezhep savaşı için de Şii-Sünni çatışmasının ana eksen olarak
seçildiği görülmektedir. Beş yüz yıl önce ortaya çıkmış olan Şiiliğin İran
merkezli olarak örgütlenmesiyle, Doğu ve Batı Türkleri birbirlerinden ayrılmışlardır.
Ön Asya’da büyük bir imparatorluk kurmuş batı Türkleri olan Osmanlılar ile
İran’da devlet kurmuş doğu Türklerinin birleşerek bir büyük merkezi devlet
kurmalarını önlemek üzere, gene bazı Musevi asıllı din adamlarının öncülüğünde
Şiilik ayrı bir mezhep olarak örgütlenerek Türk ve İslam dünyasının din
açısından parçalanması sağlanmıştır. O zaman doğu ve batı Türklerinin Sünni
İslam içinde birleşmelerini önlemek üzere geliştirilen Şiilik, bugün Siyonist İsrail’in
merkezi coğrafyaya egemen olabilmesi doğrultusunda bir savaş nedeni olarak geliştirilmektedir. Nüfusunun yarısından fazlası Türk olan İran ile,
nüfusunun büyük çoğunluğu Türk asıllı olan Türkiye Cumhuriyeti, Musevi İsrail
Orta Doğu’ya egemen olsun diye birbirleriyle savaştırılmağa çalışılmaktadır.
İki büyük tek tanrılı din arasındaki rekabette üçüncü tek tanrılı dinin ayrı
mezhepleri birbirlerine karşı kullanılmaktadır.
Siyonist Yeni Muhafazakâr kadroların egemen olduğu Amerikan
dış politikasında, Evanjelik tarikatları üzerinden Hristiyanlık da Siyonist bir
çizgiye oturtulmuştur. Benzeri bir biçimde şimdi de Türk ve Müslüman dünyası
içerisinden ABD’ye yakın kadrolar seçilerek bunlar yeni dönemde Siyonist
İsrail’in gösterdiği doğrultularda görev yapacak çizgide yetiştirilmekte,
böylece Evanjelik tarikatlarda olduğu gibi, Siyonist Hristiyanlığa
benzer bir doğrultuda Siyonist bir İslamcı bir akımda yeni dönemin koşullarında
örgütlenmektedir. Gazze ve Batı Şeria işgalinde İsrail’i haklı gören ve destekleyen,
çıkardıkları yayınlarda sürekli olarak İran ve Şiilik düşmanlığı yaparak
Türkiye ile İran’ın bir büyük savaşın eşiğine gelmelerini örgütleyen, Büyük
İsrail projesinin önemli bir parçası olan Kuzey Irak’taki etnik kukla
devletleşmeyi İslam adına destekleyen küresel şirketlerin taşeronu konumunda
yeni şirketler kurarak kapitalist sistem ile bütünleşen, batı emperyalizmi ve
İsrail Siyonizm’i ile geniş boyutlu işbirliğine girebilen işbirlikçi Siyonist
İslam tarikatları ortalığı kaplamakta ve bunların aracılığı ile Türkiye hem
komşu ülkelerle hem de Şii dünyası ile savaşın eşiğine gelmektedir. Irak7taki
Türkmenleri Şii yapılanması içinde görmekten kaçınan, İran’ın Şii nüfusunun
yarısından fazlasının Türk asıllı olduğunu görmezden gelen, Şiiliği sürekli
olarak bir İslam düşmanlığı olarak örgütleyen işbirlikçi İslam çevreleri, Siyonizm’in
Armegeddon savaşı senaryolarına çanak tutmakta ve dolaylı olarak destek sağlamaktadırlar.
Mezhep savaşları ile İslam dünyasının parçalanması ve Müslüman devletlerin
mezhep farklılıkları ile karşı karşıya getirilmeleriyle bir büyük kıyamet
senaryosunu gerçekleştirebileceğini düşünen Siyonist çevrelerin, bu planları
fazlasıyla açığa çıktığı için artık eskisi gibi gizli ve dolaylı yollardan
istediklerini gerçekleştiremeyecek gibi bir zayıf noktaya düşmüşlerdir. Dinin
siyasete olduğu gibi savaşlara da alet edilmesi gibi çok tehlikeli bir durum yaratılmaktadır.
Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları öncesi dönemlerde
merkezi coğrafyada var olan Roma İmparatorluğu putperest bir siyasal yapılanma idi.
Ne var ki, bu büyük siyasal yapılanmanın ikiye bölünmesiyle gerçekleşen Bizans
İmparatorluğu bir Hristiyan birliğini örgütlüyor ama içinde Yahudileri de barındırıyordu.
Bizans İmparatorluğu döneminde Yahudi ve Hristiyan çatışmaları çok büyüyünce, Yahudiler
Ermeniler ile birlikte Selçuklu Türklerinin bölgeye gelmesine, Türklerin İslam’a
geçmelerine yardımcı oldukları görülmüştür.
İslam gücünü Arapların elinden alarak Türkler aracılığı ile kendi
çıkarları doğrultusunda kullanan Museviler, orta dünyada Hristiyanlara karşı
sürekli olarak Türkleri ve Müslümanları kullanarak hem kendi varlıklarını
korumuşlar hem de yenilenen koşullar doğrultusunda daha güçlü konumlara gelebilmişlerdir.
Hazar İmparatorluğunun son dönemlerinde Museviliği din olarak kabul etmeleriyle
başlayan yeni süreç içinde Türkler ve Museviler merkez coğrafyada doğunun ve
batının güçlerine ve devletlerine karşı belirli bir ortaklık içinde hareket
etmiş Bizans’ın yıkılışında başlayan bu işbirliği, daha sonraki aşamada Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluşu ve gelişimi sürecinde de devam etmiştir. Ne var ki,
şimdi gelinen yeni aşamada Türkiye Cumhuriyeti devleti ile İsrail devletinin
farklı jeopolitik konumlar nedeniyle hem çıkarlarının hem de yollarının
ayrıldığı görülmektedir. Dün küçük İsrail kurulurken, Türkiye’nin laikliğini
İslam dünyasına karşı şemsiye olarak kullanan İsrail, şimdi Türkiye’nin
Müslümanlığını kullanarak İslam coğrafyasını kontrol altına alabilmenin
yollarını aramaktadır. Ilımlı İslam
yolları ile İsrail’in İslam ülkeleriyle savaşması önlenmek istenmekte ama, ABD
üzerinden geliştirilen bir Sünni kuşağı yaratma çalışmalarına Şii İran’ı hedef
alma doğrultusunda hız kazandırılmaktadır.
Halkının çoğunluğu Sünni İslam olan bir devlet olarak
Türkiye Cumhuriyeti içinde barındırdığı önemli orandaki Alevi kesimin
çıkarlarına da dikkat etmek ve cumhuriyetin toplumsal tabanını oluşturan bu
kesimi öne çıkararak, Şii-Sünni karşıtlığı yaratma girişimlerine karşı tıpkı
Atatürk döneminde olduğu gibi bir Alevi-Sünni birlikteliğinin örgütlülük
düzeyinde yeni yapılanmaya kavuşturulması gerekmektedir. Orta Doğu’da dinler
savaşı giderek tırmanırken, Türk dünyasının Şii ve Sünni olarak ikiye bölündüğü
görülmeli, İran, Irak ve Suriye Şiilerinin büyük çoğunluğunun Türk asıllı
oldukları dikkate alınarak Sünni-Şii kardeşliği yaklaşımı hızla bölgede geliştirilmelidir.
Türkiye’nin Sünni halkı bölgedeki Şii Türkmenlere daha yakın dururken,
Türkiye’nin Alevi kesimleri bir kültür köprüsü olabilmeli ve Türkiye Alevileri
ile bölgedeki Şii Türkmenler arasında kopmaz bağlar geliştirilmelidir. Kuzey Irak
üzerinden bölgedeki dört devletin bölünmesi için işbirlikçi bir yapılanmada
kullanılan güneydoğu halkının etnik kimliğinin, yıllarca Türkiye’ye karşı
yürütülen bölücü senaryolarının dayanağı olarak öne çıkarıldığı dikkate alınmalı,
etnik bölücü unsurların Sünnilik adına Şii Türkmenlerin karşısına, Sünni
kamplar içinde çıkarılmasına Türkiye kesinlikle alet olmamalıdır. Katar, Kuveyt,
Suudi Arabistan, Ürdün gibi bölgenin yapay devletleriyle oluşturulan Sünni
bloklaşma içerisinde, etnik bölücü terör örgütü ile beraber Şii İran ve
Suriye’ye karşı Türkiye’nin kullanılmak istenmesi, merkezi alandaki dinler
savaşının yeni görüntüsü olarak öne çıkmakta ve hem Türk dünyasını bölmekte hem
de Türkiye’yi komşuları ile savaşa doğru zorlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti
devleti ve Türk dünyası, hiçbir zaman Yahudilerin ya da Hristiyanların bölgesel
hegemonya savaşlarına alet olmamalı ve kendi politikalarını oluşturarak dünya
barışına katkıda bulunmalıdırlar. Hiçbir dinin ya da mezhebin kendi çıkarları
doğrultusunda kıyamet senaryoları üreterek bütün dünyayı ve insanlığı tehlikeye
atma hakkı bulunmamaktadır. Herkes ve her toplum kendi varlığını korumayabilmek
ve varlığını sürdürebilmek için, savaşlara karşı halklar arasında dayanışmacı
barış senaryolarını savunabilmelidir.
ANIL ÇEÇEN
1 yorum:
Soruyorsunuz ki, bu Dünyayı cehenneme çevirenler nasıl cennet vaadinde bulunabilir? Zaten onların derdi Cennet değil...Bakışımızı değiştirirsek gerçeğe yaklaşırız. Din artık menfaat aracı olmuştur. Gerçek Din bu değil, saptırılmış itikat ile oyalanmaktadır. Göksel bahanelerle Dünya yüzünde güç kazanmaya çalışıyorlar....
Yorum Gönder