5 Haz 2011

AKP TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEN NEDEN RAHATSIZ?


Osmanlı'nın 17. ve 18. yüzyılda durumu
17. ve 18. yüzyıllar, Avrupa toplumları için ilerleme ve aydınlanma hareketinin yükseliş dönemleridir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu için 17. ve 18. yüzyıllar, yönetim ve ekonomi açısından gerileme ve çöküntü yıllarıdır. Ekonomik açıdan, Osmanlı devleti temel olarak tarım ve fetih gelirlerine dayanıyordu. Toprak rejiminin bozulması, köylü kesiminin gittikçe yoksullaşması, Tımarlı Sipahi Örgütü'nün yıkım içine girmesi, fetihlerin artık yapılamaması, bu gelir kaynaklarına dayanan devletin de ekonomik sıkıntıya düşmesine neden olmuştu. 1789'da gerçekleşen Fransız İhtilali, tüm Avrupa'da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda da derin etkiler yaptı. Milliyetçilik hareketleri özellikle Balkanlar'da boy göstermeye başladı. 50 yıl aradan sonra, Fransız İhtilali'nin etkileri, Osmanlı toplumunda Tanzimat adı verilen yeni bir düzeni yarattı. Tanzimat Dönemi, Gülhane Parkında padişahın bir bildirisinin okunmasıyla başlamıştır (3 Kasım 1839). Fransız İhtilali'nden tam yarım asır sonra okunan bu bildiri, birçok iç ve dış nedenle ortaya çıkmış olsa da Osmanlı devletinin yenilik yönünde adımlar atmak isteğinin de bir göstergesidir.
KURAN VE ŞERİATTAN UZAKLAŞTIK
Mustafa Resit Pasa
Mustafa Reşit Paşa
Padişahın kendi sözlerinden oluşan ve bir bildiri niteliğindeki "Gülhane Hattı Fermanı" şöyle başlıyordu:
"Yüce devletimizde, kuruluşundan beri Kuran ve şeriat ilkelerine uyulduğundan saltanat güçlü, halk da mutlu olmuştur. 150 yıldan beri ise bunun tersi yapıldığından zayıflık, yoksulluk ve çöküş baş göstermiştir. Oysa şeriat kurallarına uymayan devlet payidar olamaz."
Görüldüğü gibi ünlü Gülhane Hattı Fermanı bozuklukların nedenini "şeriat kurallarından" ayrılmak olarak görüyor; ancak Osmanlı devletinde düzenin sağlanması için yeni yasalar ve yeni kurallar aranması da isteniyordu. Bildirideki bu çelişki, günün koşullarından ve o günkü güçlü iki katmanı, "ulemayı ve tutucuları" ürkütmemek ihtiyacından kaynaklanıyordu. ( B. Tanör , Osmanlı Türk Anayasa Gelişmeleri, YKY 2002, s. 87)
Bir kez daha belirtilmelidir: Fransız İhtilali ile Avrupa'da din ve devlet birbirinden ayrılıp "laiklik" ilkesi yönünde büyük adımlar atılırken Osmanlı tüm olumsuzlukları şeriattan uzaklaşmaya bağlıyordu. Ancak Osmanlı padişahının ağzından ilk kez "yeni yönetim usulleri" ile "hak ve dokunulmazlıklar" gibi yeni kavramlar ortaya atılıyordu. Kuşkusuz en önemli aşama da "kişi dokunulmazlığı ve güvenliği"konusunda ileri adımlardan söz edilmesidir.

II.Abdülhamit dönemi
Bu dönemde İran, Osmanlı devleti ve Fas dışındaki İslam dünyası Avrupa devletlerinin egemenliği altına girmişti. İngiltere de Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma siyasetini terk etmiş bulunuyordu (Tanör, 163). II.Abdülhamit, bu durumda yeni manevra alanları yaratmak politikası uygulamaya başladı. Osmanlı ve tüm dünya Müslümanlarının İslam halifesi sanıyla bu kutsal gücü kullanmak istedi. Böylece, İslam halifesi olarak bir ölçüde kendisini sömürge altındaki Müslümanları koruyan, onlar için çalışan bir hükümdar durumunda göstermek istedi. Bu durum iç politikada da "din yolunda bir sultan"nitelemeleriyle beslendi. Tanzimattan beri uygulanmaya çalışılan Avrupalı yaşam modeli yerine gelenekçiliğe, muhafazakârlığa geri dönüş politikaları benimsendi. Bu konuda hiçbir gösterişten de uzak durulmadı. Bu hareket, bu politika, dış yardım ve borçlanmaların yol açtığı ekonomik çöküntüleri unutturmaya da yarıyordu. Tarikatlar, tekke ve zaviyeler teşvik ediliyor ve korunuyordu. Bu dönemde tarikatçılık toplumu her yönden sarmış bulunuyordu ( Niyazi Berkes , Türkiye'de Çağdaşlaşma, 2002, s. 347).
Ünlü sosyal bilimci Prof. Berkes şöyle yazıyor:
"Özellikle tarikatlar ve zaviyeler mantar gibi bitmeye, hatta Kuzey Afrika'dan yenileri gelmeye başladı. Eski Nakşibendi, Mevlevi, Rüfa-i, Şazeli gibi tarikatların yanında Cezayir'den Sudan yoluyla gelen Ticaniye tarikatı moda oldu. Ticani, Sayeli ve Nakşibendi şeyhleri Abdülhamit'in ve sarayın özellikle tuttuğu itibarlı tarikatlardı. (s. 347) ...Bu profesyonel, resmi olmayan din adamlarının yarattığı hava içinde, halk arasındaki dindarlık havasını bozacak eylemlere kalkışanları polis cezalandıracaktı. Oruç tutmayanlar, beş vakit namaz kılmayanlar, zındıklık, conluk ve dehrilikle suçlanmamak için çok dikkatli davranmalıydılar."
Bu yobazlığa dayalı temel politikanın sürmesi için Abdülhamit, merkezi bir yönetim ve çok sıkı merkezi polis yöntemleri uyguladı, jurnalcilik etkin bir biçimde kullanıldı. İşte II.Abdülhamit'in 33 yıllık "istibdat" , baskı yönetiminin karakteri bunlardır.
3 Nisan 1909'da yeşil bayrakla ayaklanan şeriatçıların isyanı Selanik'ten gelen Hareket Ordusu tarafından bastırıldı.

Ordunun gericiliğe ilk darbesi
Tarihte, "31 Mart Olayı" adı verilen irticai hareket, eski Rumi takviminde 31 Mart 1325, Miladi takvimde 13 Nisan 1909 tarihine denk gelmektedir. İstanbul'da yaşamı felç eden, bir milletvekili ve içinde subaylar da dahil 20 kişinin ölümüne sebep olan 31 Mart irtica hareketi, yeşil bayrakla yürüyüşe geçen ve "Şeriat isteriz" bağırışlarıyla Meclis'i basan Derviş Vahdeti' nin liderliğindeki bir kalabalık tarafından gerçekleştirildi. 31 Mart'ı gerçekleştirenler 20 gün boyunca İstanbul'da yaşamı felç ettiler. Sonunda Selanik'teki 3. Ordu İstanbul'a geldi ve bu "irtica" hareketini bastırdı.
Bu olay, ordunun irtica hareketine karşı ilk tavrı, ilk darbesidir.
Bu yıl 31 Mart olayının 99. yıldönümü ve II. Meşrutiyet'in ilanının 100. yıldönümü olduğu için, toplumumuzun 150 yıllık özgürlük hareketini tarihsel bir yaklaşımla irdelemenin uygun olacağını düşündük. 


Önce kısaca 31 Mart'a bakalım:

31 MART İÇİN KISA BİR GİRİŞ
Padişah II. Abdülhamit 'in 33 yıllık baskı yönetimi sürerken Temmuz 1908'de Rumeli'nde başta Manastır, Köprülü, Üsküp, Pirlepe ve birçok kasabada genç subaylar ayaklandılar. Halk da onlara katıldı, dağa çıktılar. 24 Temmuz 1908'de Padişah II. Meşrutiyet'i ilan etmek zorunda kaldı.
1908 yılının kasım sonu aralık başında seçimler yapıldı ve 288 üyeden oluşan Osmanlı Meclisi 17 Aralık 1908'de açıldı. İkinci Meşrutiyet Meclisi'nde İttihat ve Terakki Partisi çoğunluğa sahip olmasına karşın hükümet kurma görevini üzerine almamıştı. Ancak bir özgürlük ortamı oluşmuş, padişahın yetkileri sınırlandırılmıştı. Bu durumdan ne padişah ne de Osmanlı devletinde sürekli kendi çıkarları yönünde kararlar aldıran dış güçler, özellikle İngiltere memnun olmuştu. Meclis'in açılışından henüz 3.5 ay gibi çok kısa bir süre geçmiş olmasına karşın İstanbul'da gerici bir ayaklanma patlak verdi. İki gazeteci, 1 milletvekili ve asker ve subaylar da dahil 20'den fazla kişi bu ayaklanmada öldü. Gerici kalkışmayı sürükleyen, başlarında hocaların olduğu kitle"Şeriat isteriz" sloganları atarak Meclis'i bastı, aynı istek ve bağırmalarla Yıldız Sarayı önündeki meydanda Binbaşı Ali Kabuli Bey parça parça edilerek öldürüldü.
Bu gerici hareketin tüm İstanbul'da karışıklık yaratması ve 20 günü aşkın bir süre İstanbul'da yaşamı felç etmesi üzerine, Rumeli'ndeki 3. Ordu'nun ilerici ve genç subaylarından oluşan ve Hareket Ordusu adı verilen bir askeri birlik, İstanbul'a gelerek bu irtica kalkışmasını bastırdı.
Bu irtica kalkışmasını Padişah Abdülhamit'in geri planda desteklediğine, ayrıca bu gerici kalkışmada İngilizlerin parmağı olduğuna dair çeşitli makaleler ve kitaplar yayımlanmıştır.
Bu hareketin içinde, kurucuları arasında Said-i Kürdi ya da Said-i Nursi ve Derviş Vahdeti gibi isimlerin bulunduğu, hoca ve şeyhlerin partisi olan "İttihat-ı Muhammedi Fırkası"nın yer aldığı artık kesin olarak bilinmektedir. 99 yıl önce açıkça ortaya çıkan bu hareketin iç yüzü nedir? Günümüze yansımaları nelerdir? Bu gerici kalkışma ile onu bastıran Hareket Ordusu'nun bu davranışlarından genelde ne gibi dersler çıkarılabilir? Tüm bunları anlayabilmek için Türklerin 150 yıllık özgürlük ve demokrasi mücadelelerinin tarihine kısaca bakmakta yarar vardır.
Öncelikle, Tanzimat'tan başlayarak II. Meşrutiyet'e kadar geçen dönemin tarihsel ve siyasal, ancak çok kısa bir gelişimi üzerinde durulacak, daha sonra da 31 Mart (13 Nisan 1909) olayı ele alınacaktır.
Namık Kemal'le başlayan vatan bilinci
Tanzimat döneminde laik hukuk yönünde o güne kadar görülmeyen ciddi bir yasalaşma hareketi yaşanmıştır. Toprak hukuku, ceza ve ceza usul hukuku, ticaret hukuku ve Mecelle ile kişinin hukukunda kimi düzenlenmeler yapılmıştır. Bu yasalaşma hareketleri ile devletin dine dayalı teokratik yapısı sürerken laik temellere dayalı kimi yasalar da kabul edilmeye başlanıyordu. Hıristiyan uyruklulara da "din ve vicdan"özgürlüğü konusunda hakları verildi. Bu gelişmelerde, 1856 Fermanı'nın ilanını sağlayan ve bu bildirinin uygulamasında titizlik gösteren yabancı devletlerin payı büyüktür. Bu gelişmeler basın-yayın ve fikir yaşamını da etkiledi. Özellikle 1860'tan sonra Şinasi (1826-1871), Ziya Paşa(1825-1880) ve Namık Kemal (1840-1888) gibi aydınlar kamuoyunda etkili olmaya başladılar. Özellikle Namık Kemal, vatan, millet ve özgürlük kavramlarını işlemeye başladı. İlk kez Osmanlı'da ümmet yerine vatan ve millet gibi kavramlar ortaya atılıyordu. Bu hareketi "Genç Osmanlılar" adı verilen aydınlar yürütüyordu. 1867'de Genç Osmanlılar hareketi başarısız bir darbe girişiminde bulundu. Bunun üzerine şiddet ve baskı yoğunlaştı. Bu şiddet ve baskıya dayanamayan aydınların çoğu Avrupa'ya kaçtılar. 1829-1880 yıllarında yaşayan Ziya Paşa:
"Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm"
(Tanrı'yı tanımayanların ülkelerini gezdim -Avrupa'yı kastediyor- kentler ve yapılar gördüm
İslamın vatanını dolaştım, yıkılmış yapılar, binalar gördüm) diyor, Batı'nın Doğu'ya karşı elde ettiği üstünlüğü belirtiyordu.
Ayrıca gazel şeklinde yazdığı kasidesinde şöyle söyler:
"Bed-asl'a necaset mi verir hiç üniforma
zer-duş palan vursan eşek yine eşektir."
(Üniforma aslı kötü olana soyluluk mu verir, sırma işlemeli semer vursan, eşek yine eşektir.)
Ya da: 
"Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz
Birkaç guruşu mürtekibin cayı kürektir."
(Milyonla çalan yüce makamlarda baş tacı, birkaç kuruşluk rüşvet yiyenin cezası kürek mahkûmluğudur.)
Görüldüğü gibi, Ziya Paşa'nın şiirleri bugünlerde bile geçerliliği olan politik değere sahipti.
Ziya Paşa'yla aynı dönemde yaşamış Namık Kemal (1840-1888) ise vatan ve millet olgularını ön plana çıkarmıştır."Vatan yahut Silistre" oyunu ile milliyetçiliği ve vatanseverliği ele almıştır. Ancak Namık Kemal bu piyes nedeniyle Kıbrıs'ta Magosa'ya sürgün edildi. Sürgüne giderken aşağıdaki şiiri yazdı:
"Zalim olsa ne rütbe bi- perva
Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız!
Merkez-i hake atsalar da bizi
Küre-i Arzı patlatır da çıkarız."
Bu sözler Namık Kemal'in azmini belirtir.
"Yâre nişandır tenine erlerin
Mevt ise son rütbesidir askerin
Altı da bir, üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdadına!"
Ya da:
"Felek, her türlü esbabı-ı cefasını toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten"
Tanzimat döneminde onun dile getirdiği özgürlük aşkı, vatan ve millet sevgisi, bu devrin en canlı şiirleri olmuştur. Özellikle "Hürriyet Kasidesi", Tanzimat döneminin en canlı, en gür sesli, en cesur bir toplumsal seslenişidir. Kulaktan kulağa kalpten kalbe söylenen beyit herhalde unutulmuyordur:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini
yoğ-imiş kurtaracak bahtı kara maderini."

Örgütlü muhalefet: Genç Osmanlılar
Osmanlı devletinde II. Mahmut ve ondan sonra gelen padişahların başlattıkları reformlar, imparatorlukta idealist ve ilerici yeni bir yönetici elit sınıf yaratmıştı. Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi yazarların yönetimce cezalandırılmaları, birçok gazetenin kapatılması, şiddetli baskı, bu aydınların Avrupa'ya kaçmalarına neden oldu. Bu kez Türkçe gazeteler Londra, Paris ve Cenevre'de yayımlanmaya başladı. 1865 yılında, Namık Kemal ve altı arkadaşı gizli bir dernek kurdu, işte bu dernek "Genç Osmanlılar" ın başlangıcıdır. ( B. Lewis , Modern Türkiye'nin Doğuşu, s. 151-153) Namık Kemal'in 1873 yılında Gedikpaşa Tiyatrosu'nda oynanan "Vatan yahut Silistre" piyesi İstanbul'u heyecana getirdi. Oyunun ana teması vatanseverlikti. Bu da Müslüman halk için yepyeni bir kavramdı. İnsanın ülkesine, vatanına borçlu olduğu sevgi ve bağlılık kavramları işleniyordu. Oyunda, 1854 savaşında Ruslara karşı Silistre Türk kalesinin savunması canlandırılıyordu. Piyeste vatan aşkıyla oluşan söylemlerle, Osmanlıların vatanlarını sevmeleri ve onu düşmanlardan korumaları isteniyordu. Piyes 1. Nisan 1873'te oynandı, çılgınca ve heyecanla alkışlandı ve heyecan sürdü. Piyeste Vatan Türküsü dörtlüsü şöyledir:
"Yâre nişandır tenine erlerin
Ölüm ise son rütbesidir askerin
Altı da bir, üstü de birdir yerin,
Arş yiğitler vatan imdadına!"
Bütün bunlar hükümet tarafından iyi gözle görülmüyordu, halkın heyecanlanmasından, piyesi alkışlamasından şüphe ediliyordu. Halkın padişaha, İslam ümmeti ile onun yetkili temsilcilerine değil de "vatan"denilen soyut bir varlığa bağlılık göstermesi, padişah ve hükümeti harekete geçirdi. Namık Kemal'in başyazarlığını yaptığı İbret gazetesi oyunun başlamasından beş gün sonra (1 Nisan 1873)"ayaklanmaya teşvik ve küstahlık (edepsizlik)" nedeniyle kapatıldı. Namık Kemal tutuklanıp sürüldü. Herhalde ünlü dörtlüsünü bu nedenle yazmıştır:
"Zalim olsa ve rütbe bi-perva
Yine bünyad-ı zulmü biz yakarız
Merkez-i hake atsalar da bizi
Küre-i Arzı patlatır çıkarız."

Sonunda Genç Osmanlılar aradıkları önderi, başarılı valilik hizmetinden sonra Şûra-yı Devlet (Danıştay) Başkanlığı'na getirilen Mithat Paşa' nın kimliğinde buldular. Genç Osmanlılar, büyük bir halk gösterisi yaparak padişahı etkilemeyi düşündüler. 11 Mayıs 1876'da Talebe-i Umum Hareketi, medrese öğrencileri ve halkın da katılımıyla gerçekleşti (124). Bu hareketten sonra Padişah Abdülaziz hükümeti değiştirmek zorunda kaldı, Mithat Paşa da Bakanlar Kurulu'na alındı. Bu hareketin ikinci aşaması Abdülaziz'in tahtan indirilmesidir (30 Mayıs 1876).
Mithat Paşa ve arkadaşları Osmanlı devletinde bir Meşrutiyet yönetimi öngören bir anayasa taslağı hazırladılar. Meşrutiyetçi görünen Veliaht II.Abdülhamit , Mithat Paşa ve arkadaşlarıyla Meşrutiyet Anayasası ve Mebusan Meclisi'nin seçimle kurulması üzerinde anlaşmaya vardı. Bu anlaşma sonunda II.Abdülhamit, Mithat Paşa ve arkadaşlarının yardımlarıyla tahta oturdu. Mithat Paşa da sadrazam oldu. II.Abdülhamit'in tahta çıkışı, ulema, asker ve Jön Türkler işbirliğiyle gerçekleşmişti. Tanzimattan beri gelişen özgürlük ve meşrutiyet düşüncesi, artık oldukça yaygın ve örgütlü bir güç haline gelmişti (B. Lewis, s. 150-159). Ünlü tarihçi Enver Ziya Karal' ın belirttiği gibi "Genç Osmanlılar hareketi" geçici ve darbeci bir kimlik eylemi değil, bir programı olan ve kamuoyundan destek alan ve ciddi çalışan bir muhalefet hareketidir (Karal, Osmanlı Tarihi, C. VII, s. 313).
İLK ANAYASA
İlan edilen 1876 Kanuni Esasisi (Anayasa), Osmanlı'nın Batılı anlamda ciddi ilk anayasasıdır. Böylece, padişah yüzyıllardır sürdürdüğü egemenliğin mutlak sahibi olmaktan çıkmakta, bir güç olarak Yasama Meclisi'ni kabul etmektedir. İlk Osmanlı Parlamentosu 19-20 Mart 1877 günü açıldı. Bu açış konuşmasında, ilginçtir ki, Padişah Abdülhamit uygarlıkla demokratik yasama ilkesi arasında bağ kuruyordu (Tanör, s. 155). Bu Meclis'in ilk toplantı dönemi üç aydan biraz fazla, 28 Haziran 1877'ye kadar, ikinci toplantı dönemi 2 ay (13 Aralık 1877-14 Şubat 1878) kadar sürdü.
ABDÜLHAMİT'İN BASKICI REJİMİ
Osmanlı Meclisi Mebusan'ın eleştirici ve yer yer denetleyici tutumu, Padişah II.Abdülhamit'i tedirgin ediyordu ve sonunda 14 Şubat 1878'de Meclis'i tatile soktu.
Kendisini tahta oturtan Mithat Paşa'yı, Mithat Paşa'nın bizzat kaleme aldığı anayasanın 113. maddesine dayanarak tutuklattı (5 Şubat 1877) ve sonunda Arabistan'da bulunan Taif zindanına gönderdi, orada da boğarak öldürttü. İlk aşamada kendisini Meşrutiyet yönetimi yanlısı gösteren Abdülhamit, oyununu oynamış, Mithat Paşa'yı öldürtmüş ve Meclis'i de kapatmıştı.

Balkanlar ve Makedonya
Asıl kaynaşma kuşkusuz Balkanlar ve Makedonya'daydı. 1908 yılı Temmuz ayına gelindiğinde toplantı ve gösterilerin tüm Rumeli'yi sardığını görüyoruz. Yıldız Sarayı'nda oturan Padişah'a çekilen telgraflarda Meşrutiyet'in ilanı isteniyordu. Zaten Rumeli'nde ortam hazırdı. Ezici vergiler halkı bezdirmişti, yerel yöneticilerin baskıcı tutumu ve yolsuzlukları yanında milliyet ve dinsel çelişkileri körükleme politikaları kitle eylemlerine yataklık ediyordu. Sosyal ve siyasal muhalefet yapılıyor ve askerler arasında da geniş destek buluyordu. Tarihçi ve siyaset bilimci Feruz Ahmad'in belirttiği gibi, bu harekete önderlik eden İttihat ve Terakki, 1908 Temmuz ayı başlarında Rumeli'nde geniş bir çoğunluğa artık sırtını dayamış bulunuyordu. İş o kadar ileriye gitmiştir ki, Rumeli Vilayetleri Genel Müfettişi Hilmi Paşa , temmuz ayında Padişah II. Abdülhamit'e çektiği telgrafta durumu şu sözlerle anlatıyordu:
"Zatı şahanelerine şunu arz ederim ki, bu taraflarda benden başka herkes İttihatçıdır."


Devrimcilerin cesaretlenmesi
Resneli Niyazi Bey
1908 yılı ortalarına gelindiğinde Türkiye'de devrimcileri cesaretlendirecek pek çok gelişme vardı. Uzakdoğu'da meşruti bir krallık olan Japonya, daha birkaç yıl önce krallıkla yönetilen Rusya'yı yenmişti. Hem Rusya hem de İran bunu Meclis'li bir yönetimin üstünlüğünün bir göstergesi olarak kabul etmiş ve Rusya yumuşak bir geçişle, İran'da ise devrimle meşruti ve parlamenter rejime geçmişlerdi. Tam bu sırada Avrupa'da (9-10 Haziran 1908) İngiliz ve Rus hükümdarları Reval'de buluştular. Bu buluşma, Avrupa'nın hasta adamı olarak nitelenen Osmanlı Devleti'nin cenaze törenini haber veriyordu. Korkuluyordu ama herkes her derde deva gibi görülen meşrutiyet idaresinin hemen kurulmasından yana olmaya başladı. Reval görüşmeleri, Makedonya'da ulusalcı subayları kuşkulandırıyor, vatanın parçalanacağı yorumları yapılıyordu. II. Abdülhamit'in Rumeli'nde durumu yerinde incelemek ve huzursuzluğun gerçek nedenlerini saptamak için gönderdiği görevliler de bir şey yapamıyorlardı. Bunlardan birisi olan eski polis müdürü Nazım Bey, raporuyla İstanbul'a dönmeden önce 11 Haziran 1908'de Selanik'te silahla vurulup yaralandı. Ayrıca bu konularda en faal durumda olan Selanik'teki 3. Ordu'nun komutanı ve yaverleri görevlerinden alındılar. Yerlerine saraya sadık subaylar atandı. Subaylar arasındaki ihtilalci davranışları öğrenmek için gönderilen ajanlar, bir hücreyi açığa çıkarınca, Yüzbaşı Resneli Niyazi Bey 400 kişiyi bulan yandaşlarıyla dağa çıktı, Ohri ve Manastır bölgesinde direnişi başlattı. (3 Temmuz 1908)

Meşrutiyet ilan ediliyor
Padişah'a çekilen telgraflarda "Kanuni Esasi'nin" ilanı ve "Meclis'in"toplanması isteniyordu.
Padişah, başyaverlerinden Şemsi Paşa' yı isyanları bastırmak üzere Makedonya'ya ordunun başına gönderdi, ancak Şemsi Paşa bir İttihatçı tarafından Manastır'da öldürüldü (7 Temmuz 1908). Bu hareket Padişah ve yandaşlarını moral çöküntüsüne uğratırken, İttihat ve Terakki yandaşlarını, hükümetin ileri gelen paşalarından birisini korumadaki yetersizliği nedeniyle cesaretlendiriliyordu. 23 Temmuz 1908 günü, İttihat ve Terakki Manastır'da hürriyeti ilan etti. O gün bütün Rumeli'nden telgraflar Saray'a yağdı. Aynı günün gecesi II. Abdülhamit, Kanuni Esasi'nin yeniden yürürlüğe girdiğini açıklamak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet'i ilan etti.
Padişah II. Abdülhamit'e karşı muhalif örgütlenmenin en önemli merkezini Askeri Tıbbiye oluşturuyordu

İkinci Meşrutiyet'in doğuşu
Medrese Eğitimi alan çocuklar
II. Meşrutiyet'in doğumunu hazırlayan ana etken Abdülhamit 'in baskı yönetimine karşı aydınlar tarafından yürütülen muhalefetti. ( Tanör , 167) Aslında, II. Abdülhamit baskıcı yönetimini sürdürürken kendisini ayakta tutabilmek için, askeri ve sivil eğitim alanında ufak da olsa bazı atılımlar yapmak zorunda kalmıştı. Bu dönemde, kısıtlı da olsa yeni askeri ve sivil orta ve yüksek dereceli okullar açıldı. Bunların uyguladıkları eğitim ister istemez, çağdaşlığa ve yeni fikirlere açılımı sağlıyordu. Askeri ve sivil okullar, özellikle tıp eğitiminde açılan okullar önemliydi. Tıp eğitiminin pozitif ve akılcı niteliği, bu okullardan yetişenleri tutucu değerlerden uzaklaşmaya götürüyordu. ( B. Lewis , a.g.e. VI. Bölüm. Ayrıca bkz: Şerif Mardin , Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1964, s.31 ­ s.214 ) II. Abdülhamit yönetimine karşı örgütlenmenin yuvasını Askeri Tıbbiye oluşturmuştur. İlk örgüt, Mayıs 1889'da, Meclis'in kapatılmasından 11 yıl sonra Askeri Tıbbiye'de İttihat-ı Osmani (Osmanlı Birleşmesi) adıyla kuruldu. Bu örgüt, İtalya'nın devrimci Carbori örgütü örnek alınarak hücreler halinde kurulmuştur. Örgüt 1895'e kadar yeni üyeler kazanmak, gizli toplantılar yapmak ve özgürlükçü yayınları okumakla yetiniyordu. Daha sonra bu örgüt İttihat ve Terakki (Birleşme ve Gelişme) adını aldı. İlk dönemde İttihat ve Terakki'nin faaliyetlerinin odak noktası, ihtilalci eylem değil, örgütlenme ve basın yoluyla aydınlatma faaliyetleriydi. Meşveret, Osmanlı, İntikam, Kanun-i Esasi gibi gazetelerle, imparatorluğun çeşitli halklarına sesleniliyordu. 1899'da Jön Türk akımının canlandığını gözlemliyoruz. Almanya ile II.Abdülhamit arasındaki yakınlığın gün yüzüne çıkması ve Bağdat demiryolu projesinin Almanlara verilmesi, yurtseverler üzerinde olumsuz etkiler yarattı. Almanların bu önemli ekonomik projede kayırılması, özellikle aydınlar üzerinde etkili oldu; canlanma yarattı. (Akşin , Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Gerçek, 34-37)
JÖN TÜRK DÜŞÜNCESİ
Jön Türklerin esin kaynağı, kendilerinden yarım asır kadar önce yaşamış Genç Osmanlılar'dır. Yukarıda bir nebze değindiğimiz Ziya Paşa, Ali Suavi, Şinasi, Namık Kemal, I. Meşrutiyet'in ilanını sağlayan ve ilk Türk anayasasının mimarı Mithat PaşaJön Türklere düşünsel kaynaklık etmişlerdir. Jön Türkler, tıpkı Genç Osmanlılar gibi dışa açıktırlar. Akılcılık (pozitivizm), anayasaya dayalı Meşrutiyet yönetimi, kadın hakları gibi pek çok ilerici düşünce Jön Türkler tarafından dile getirilmiştir. Bu dönemde Batı uygarlığının bir bütün olarak benimsenmesini isteyen pozitivist düşünce akımı ile muhafazakâr ve dinci kurallara dayalı İslami düşünce akımı yan yana yürüyor ama kıyasıya mücadele halindeydi. Kimi yazarlar da Türkleri Müslüman oldukları için barbarlıkla suçlayan Batı'ya karşı, inatla İslamcılık akımını savunuyorlardı. Jön Türkler, özellikle II. Abdülhamit'in baskı rejimine karşı çıkıyorlar, Kanun-i Esasi'nin (Anayasa) yeniden yürürlüğe girmesini, Osmanlı devletinin Meclis'e dayalı meşruti bir rejim içinde yüzmesini istiyorlardı.
Müslüman olan-olmayan herkese siyasal hakları ve adalet sağlanmalıydı; anayasaya dayalı meşrutiyet rejimi ilan edilmeliydi. Jön Türkler, devletin sürekliliğinin ancak böyle sağlanabileceğini varsayıyorlardı. Bu noktada, Jön Türklerin Osmanlıcılık ve Türkçülük arasında gelgitler yaşadıkları da bilinmektedir. (Tanör, 169) O günlerin eşine az rastlanır yapıdaki Osmanlı toplumunu bir Fransız yazar şöyle özetliyor: "Osmanlı İmparatorluğu eşine az rastlanır bir kozmopolit yapı üzerinde kuruluydu. Toplumu yirmi kadar milliyetten oluşan, hanedanı kısmen Türk, ordusu Türk ve Arnavut, din uleması Türk ve Arap, tacirleri Rum, Ermeni ve Yahudi olan, diplomasisi Ermeni ve Rumlar tarafından yürütülen, üst sosyal sınıfları Farsça ve Fransızca eğitim gören bu devlet, bir Türk imparatorluğundan çok, bir uluslararası imparatorluktu." Millet kelimesi "ulus değil, dinsel topluluk (cemaat) anlamına gelmekteydi" . (J. Deny Marchand 'dan aktaran B. Tanör, a.g.e. s.169-170)
Bu nedenle Jön Türkler, Türkçü ya da ulusçu özlemlerini köşeli siyasal modellere dökmekten kaçınmaktaydılar. Bu sırada Osmanlı devletinin kurtarılışı yönünde, Osmanlıcılık, İslamcılık, Ademi Merkeziyet ve Türkçülük akımları boy göstermişti. II. Abdülhamit baskıya dayalı rejimini yürütmek için İslamcılığı benimsiyor ve destekliyordu. Bu yolla imparatorluğun bütünlüğünü korumaya çalışıyordu.

Politik harekete askerin katılımı da sağlanmalıydı
1908 devriminden on yıl kadar önceTevfik Fikret , II. Abdülhamit'in baskı rejimi altındaki İstanbul'un düşkünlüğünü anlatan ünlü Sis şiirinde şöyle diyordu:
Sarmış yine afakını bir dud-ı muannid
Bir zulmet-i beyza ki pey-a pey mütezayid...
Bu dönemde aydınların oynadıkları cesur ve yılmaz mücadele unutulmamalıdır. Edebiyat dünyasında Tevfik Fikret gibi aydınlanmacı şairler, Cenap Şehabettin, Mehmet Rauf, İsmail Safa, Süleyman Nazif gibi yazarların gayretleri unutulamaz. Tevfik Fikret'in, Sis, Ferda, Millet Şarkısı, Tarih-i Kadim, Doksan Beşe Doğru gibi şiirleri, genç özgürlükçüleri yönlendiriyordu. Hele Hanı-ı Yağma şiiri günün koşullarını anlatıyordu...
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizden bellidir.
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir....
Yiyin efendiler yiyin, bu hanı-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

Bu şiirler ve edebiyatçılar aydınları etkiliyordu.
II. Abdülhamit'in baskıcı yönetiminden kaçan Jön Türkler 1902 yılında Paris'te Birinci Jön Türk Kongresi'ni topladılar. Bu kongrede iki önemli tez çatıştı. Birinci teze göre yalnız yayın ve propagandayla dönüşüm gerçekleşemezdi, askerlerin de bu büyük faaliyete katılımı sağlanmalıydı. Bu görüş genellikle benimsendi, daha doğrusu bu görüşe karşı çıkan olmadı. Böylece, II. Abdülhamit'e muhalefet için sivillerin yürüttüğü yayın ve propaganda politikası askerin vurucu gücüyle desteklenecekti. Bu nedenle genç subaylar örgüte alınacaktı. İkinci tez, devrimin gerçekleşmesi için yabancı desteklere ihtiyaç vardı; özellikle İngiltere ve Fransa'nın desteği sağlanmalıydı. Prens Sabahattin bu görüşü savunuyordu. Ancak uzun yıllar Paris'te Jön Türklerin liderliğini yürüten Ahmet Rıza Bey bu görüşe karşı çıktı. Sonunda Jön Türk hareketi ikiye bölündü. Özel girişimci ve yerinden yönetimci Prens Sabahattin'in grubu Teşebbüs-ü Şahsi ve Ademi Merkeziyet Cemiyeti'ni kurarak yollarını ayrı bir çizgide sürdürdüler. Birinci gruptakiler Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ismini alarak ciddi bir örgütlenme faaliyetine giriştiler.
Sonradan II. Meşrutiyet ilan edilince İttihat Terakki - Hürriyet ve İtilaf ikiliği; Cumhuriyet döneminde de sürdü. CHP İttihat ve Terakki geleneğini, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve sonunda AKP, Hürriyet ve İtilaf geleneğini sürdürdü. Türk siyasal yaşamındaki bu ikilik, bu bölünmeden kaynaklanır.

ASKERLER FAALİYETE KATILIYOR
1905 yılı bir bakıma dönüm noktasıdır. İran'da Meşrutiyet hareketi başarılı oldu. Bir İslam ülkesi olan İran'da o sırada Meşrutiyet rejiminin kurulabilmesi, Osmanlı aydınları üzerinde etkili olmuştu.
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti de 1906 yılında ilk olarak II. Abdülhamit'i hedef aldı; tüzüğüne Meşrutiyet'e ulaşma mücadelesini amaç olarak koydu. Bu arada özellikle Selanik ve Şam'da subaylar arasında yeni ve gizli örgütlenmeler başladı. Önce Şam'da, sonra da Selanik'te Mustafa Kemal, Ömer Naci, İsmail Canbulat, Ali Fuat Cebesoy, Enver, Cemal gibi genç subaylar ve Talat Bey gibi yetenekli örgütçüler hareketin içine girdiler. Avrupa devletlerinin çıkar ve paylaşma hesaplarının odak noktası olan Balkanlar ve Makedonya'da genç subaylar aslında hareket halindeydiler. 1906'da Selanik'te asker ve sivil aydınların kurduğu gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Rumeli'de asker ve sivil kesimlerde hızla yayılıp örgütlenmeye başladı. Bu cemiyetin üyeleri genellikle asker ve mülki memurdu. Hemen hepsi, çağdaş eğitim yapan okullardan yetişmişlerdi. İnandıkları hedefleri ve ideolojileri ile özgürlükçü, reformist, Türkçü idiler; ulusçu yönleriyle niteliklerini gösteriyorlardı. 1907'de daha ziyade asker üyelere sahip olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetleri birleşti: Bu birleşimden ihtilalci nitelikleri ağır basan İttihat ve Terakki doğdu. Böylece 1907 sonlarına gelindiğinde, II.Abdülhamit'e karşı muhalefetle başlayan Jön Türk Hareketi, gerek örgütsel ve gerekse vurucu gücüyle bir varlık olarak ortaya çıkıyor ve kamuoyunda imparatorluğun geleceğini etkileyebilecek bir görünüm kazanıyordu. Seçimlerin yapılarak yasama organının açılması Abdülhamit'i ve gericileri memnun etmemişti Özgürlük gericiyi tedirgin etti.
Kimi yazarlar, II. Meşrutiyet'in ilanını"birkaç telgraf üzerine Abdülhamit 'in pes etmesine" bağlarlar. Bu yargı doğru değildir, otuz üç yıllık baskı rejimine karşı içten içe geliştirilen örgütlü hareketi hiç anlamamak demektir. II. Meşrutiyet ilan edildi, herkes umutluydu, sevinçliydi. Onu yaratanlar salt özgürlüklerin ve meşruti yönetimin bütün kötülüklerin üstesinden geleceğine inanıyordu. II. Meşrutiyet'in en büyük adımı, seçimlerin yapılması ve yasama organının oluşmasıdır. 275 milletvekilinden 160 kadarı İttihat ve Terakki'nin üyesidir. Yeni Meclis 17 Aralık 1908 günü Padişah'ın bir söyleviyle açıldı. Meclis yapısı şöyledir; Arap asıllı 60, Arnavut asıllı 27, Rum asıllı 26, Ermeni asıllı 14, İslam 10, Yahudi 4. İttihat ve Terakki, gücü olduğu halde hükümet kuruluşunda etkin rol almaktan çekindi. İlan edilen Meşrutiyet yönetimi ile onun önderliğini yapan İttihat ve Terakki'ye karşı İstanbul'da derinden bir direniş başlamıştı. Mektepli adı verilen çağdaş okullarda okuyarak subay olmuş ve görevler üstlenmiş kişilerin karşısında güçlerini kaybedeceklerini anlayan, ciddi bir eğitimi olmadan ordu içerisinde yükselmiş "alaylı subaylar" arasında çelişkiler başlamıştı. Bu sonuncular mevki ve rütbelerini koruyamayacaklarını düşünüyor ve tedirgin oluyorlardı. Bu arada medrese öğrencilerinin askerden "muaf olma" (askere gitmeme) ayrıcalıkları da kaldırıldı. Kuşkusuz bu durum medrese öğrencilerini İttihat ve Terakki ve Meşrutiyet'e karşı olmaya yönlendirdi. Tam bu sırada Bulgaristan, Osmanlı devletinden koparak bağımsızlığını ilan etti; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı'nın Bosna-Hersek vilayetlerini kendi topraklarına kattı; Girit'in de Yunanistan'a bağlanması, yeni oluşan Meşrutiyet yönetimini yıpratıyordu. Bu sırada, esen özgürlükçü rüzgârlarla kadın hareketleri ve işçi grevleri ortaya çıkınca, bu gibi hareketlere hiç de alışık olmayan kamuoyu tedirgin olmaya başlamıştı. Sanki devlet otoritesi ortadan kalkmış gibi bir durum doğmuştu. Adeta bir iktidar boşluğu vardı. Sarayın geleneksel otoritesi adamakıllı örselenmiş, II. Meşrutiyet'i yaratan İttihat ve Terakki iktidar olmamış ya da olmak istememiş, kararlı bir İttihat Terakki düşmanı olan Prens Sabahattin grubu Osmanlı Ahrar Fırkası'nı kurarak siyasal yönlendirmelere başlamıştı. İşte bu siyasal ve toplumsal tablodan 31 Mart irtica ayaklanmasının ortamı doğmuştu. Padişah yandaşları ve şeriat yanlıları II. Meşrutiyet'in ilanından hiç de memnun değillerdi. Seçime gidilirken faili meçhul cinayetler de peşpeşe gelmişti.

İRTİCANIN AYAK SESLERİ
Meşrutiyetin ilanından henüz 2.5 ay geçince karşı kıpırdamalar da başlamıştı. Örneğin;
7 Ekim 1908'de Fatih Camii'nde Meşrutiyet aleyhinde bir konuşma yapan Kör Ali adlı Cami müezzini, kimi fanatikleri arkasına takarak Yıldız Sarayı'na yürüdü, orada padişahla konuştu ve şunları söyledi:
"Padişahım, çobansız sürü olmaz. Şeriat emrediyor, meyhaneler kapatılmalı, İslam kadınları açık saçık sokaklarda gezmemeli, resim çektirmemeli, tiyatrolar kapanmalı."
Yine aynı gün Üsküdar'daki Yeni Camii'nin imam vekili Abdülkadir de bir yobaz kalabalığını arkasına takarak karagöz ve tiyatro salonlarını bastı, perde ve sahneleri yakıp yıktı. Bu olaylar içten içe, gerici bir hareketin örgütlendiğini gösteriyordu.

Şeriatçı isyan başladı
Siyasal cinayetlere gelince, 2 Mart 1908'de İsmail Muhtar Paşa evinin önünde öldürülmüştü. Bu olay, faili meçhul cinayet olarak kaldı. 31 Mart olayından önceki günlerde Volkan gazetesinin yayımladığı yazılar, kışkırtıcı bir nitelikteydi. Aynı kışkırtıcı tutumu Serbesti ve İkdam gazeteleri de yapıyordu. Batılılaşma çabalarına karşı çıkan bir muhalefet, içten içe çalışmalarına başlamıştı.
Orduda, askeri okuldan yetişmemiş alaylı adı verilen subaylar vardı. Şeriatçılar, ordu içindeki bu gruplara ve kesimlere sızdılar. Adeta, kalkışmanın tüm koşulları hazırlanıyordu. Rumi takvime göre mart ayının sonlarına doğru er ve erbaşların 'İttihadı Muhammedi Cemiyeti' ni destekleyen ve anayasa yanlısı İttihat ve Terakki hükümetini eleştiren mektuplar sürekli olarak Volkan gazetesinde yayımlanmaya başladı. Hemen arkasından, İttihadi Muhammedi Cemiyeti'nin merkezinin açılışı nedeniyle Ayasofya Camii'nde mevlit okutuldu, gösteriler yapıldı (3 Nisan 1909). Olayların bu derece yoğunlaştığı bir noktada gerici basının sözcülerinden Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey , köprü üzerinde öldürüldü. (6 Nisan 1909). Bu cinayetin İttihat ve Terakki tarafından işlendiğine dair yaygın bir kanı oluştu. Hasan Fehmi Bey'in cenazesi, 8 Nisan 1909'da sarıklı takımın katılımıyla büyük bir gösteriye dönüştü. Serbesti gazetesi "Vatan, bu hainlerin baskı yönetiminden kurtarılmalıdır" diye başlıklar atıyordu.
31 Mart olayı bir anda ortaya çıkmamıştır. Aylarca, hatta bir yıl önceden hazırlıklarının yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu olayda başrolü Derviş Vahdeti oynamıştır. Derviş Vahdeti, Kıbrıslı bir hafızdır. İngilizlerin yönetiminde çalışmış, daha sonra İstanbul'a gelmiş Volkan adlı karşıdevrimci, irtica 'yı savunan bir gazete çıkarma'ya başlamıştı. Ayrıca, bu günlerin gerici vakıflarını andıran "İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti" ni (Muhammed'e bağlılık derneği) kurdu. Derviş Vahdeti, Volkan'da "güdülecek en isabetli siyaset İngilizlerin siyasetidir" diye yazılar yazıyordu.
8 Nisan 1909'da kaldırılan Hasan Fehmi Bey'in cenazesinden hemen sonra Rıza Nur , Meclis'te katilin neden yakalanmadığını sordu. Bu konuda bir önerge verdi. Meclis Başkanı, önergeyi görüşmek üzere 10 gün sonraya gündeme aldığını söyledi. Milletvekili Varteks Efendi yerinden, "Öbür cumartesi mi? O vakte kadar neler olmaz" diye bağırıyordu. Gerçekten üç gün sonra 31 Mart, yani 13 Nisan 1909'da karşıdevrim kalkışması gerçekleşti.

31 Mart hareketinin arkasında dış güçler özellikle İngilizlerin olduğu daima ileriye sürülmüştür. Gerçekten bu hareketi destekleyen Serbesti gazetesinde Mevlanzade Rıfat, "Bizi bizden ziyade düşünen İngilizler" diye yazılar yazıyordu.

AVCI TABURLARI
31 Mart gericilik (irtica) olayının ilk kıvılcımı İstanbul'a Padişah'ın korunması için getirilmiş olan Avcı Taburu'ndaki alaylı-mektepli ikileminden ortaya çıkmıştır. Hareket, 4. Avcı Taburu'ndan Hamdi Çavuş 'un başkanlığında gelişti. 13 Nisan 1909 günü isyancılar, Sultanahmet'te, Meclis-i Mebusan'ın önünde toplandılar. Hükümetin istifa etmesini, ilerici milletvekillerinden Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit, Rahmi veTalat beylerin Meclis'ten uzaklaştırılmalarını, şeriat hükümlerinin noksansız uygulanmasını istediler. Hareket bir anda tüm İstanbul'u sarmıştı. Şeriat yandaşları, barikatlar kurup Babıali çevresinde ve Taksim ile Üsküdar arasındaki kışlalarda şiddetli çatışmalara giriştiler. İşin başını dinci kanadın başı Derviş Vahdeti, onun İttihadı Muhammedi Cemiyeti ve Volkan gazetesi çekiyordu. Doğan Avcıoğlu, 31 Mart'ta Yabancı Parmağı adlı kitabında 31 Mart'ta İngiltere'nin önemli rol oynadığına dair bulgu ve belgeleri ortaya koymuştur.
Bu arada Laskiye Milletvekili Aslan Bey , gazeteci ve ittihatçı milletvekili Hüseyin Cahit (Yalçın) sanılarak isyancılar tarafından öldürüldü. İstanbul, dalga dalga sarsılıyordu. Şeriat istemleri ellerinde bayraklarla yürüyen kalabalıklar eliyle artık somutlaşmıştı. Birinci Meşrutiyet'in (1876) ortadan kaldırılışından otuz üç yıl geçtikten sonra tekrar yürürlüğe giren anayasa ve özgürlükler elden gidiyordu. Daha fazla beklenemezdi. Rumeli'de bulunan ilerici güçler, Hareket Ordusu adıyla İstanbul'da yürüdüler. Ve bu gerici "irtica" hareketini bastırdılar. Hareket Ordusu, bütün milletin ordusu olduğunu bir bildiri ile belirterek, İstanbul'a girdi ve asayişi sağladı

Gerici hareketin yükselişi kırıldı
Hareket Ordusu M.Kemal en sağda çantasına bakan
Bu noktada ayaklananların durumuna bakalım. Ayaklanma önceki bölümlerde belirtildiği gibi 12-13 Nisan gecesi İstanbul'daki bazı avcı ve piyade birliklerinin barakalarında başlamıştır. Sabahın erken saatlerinde isyanı başlatan kalabalık tekbir çekerek Galata Köprüsü'nü geçtiler, Ayasofya Meydanı'nda toplandılar. "Şeriat isteriz" diye bağırdılar. Yıldız Sarayı önünde toplandılar. O sırada kalabalık arasında gördükleri Deniz BinbaşıAli Kabuli Bey'i linç ettiler. Bu gerici hareket, kuşkusuz Selanik'teki ilerici 3.Ordu tarafından izleniyordu. Mahmut Şevket Paşa komutasındaki 3.Ordu'nun komutanları ve genç subaylar bu harekete ve dolayısıyla Abdülhamit 'in yeniden tek başına yönetimde etkin olmasında karşıydılar. Hareket Ordusu harekete geçti ve birkaç gün içinde İstanbul sınırlarına dayandı. Bu ordunun kurmay başkanlığını genç kurmay subayı Mustafa Kemal üstlenmişti.  19 Nisan 1909 günü, Hareket Ordusu Komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa imzasıyla İstanbul gazetelerinde yayımlanan bildiride, Meşrutiyet'e karşı gelenlerin cezalandırılacağı, anayasanın tekrar yürürlüğe konulacağı, ordunun tek amacının vatanın selameti (Kurtuluş) olduğu bildiriliyordu.
Mahmut Şevket Paşa (Ortada)
Bu sırada İttihat ve Terakki Partisi Hareket Ordusu'nu denetleyebilmek amacıyla Ordu Komutanlığı'na Mahmut Şevket Paşa'yı, Kurmay Başkanlığı'na da Binbaşı Enver Bey'i getirdi. Bu kargaşa sırasında, Osmanlı Mebusan Meclisi üyeleri İstanbul'dan Yeşilköy'e kaçmışlardı. Orada bulunan Meclis üyeleri ile Meclis-i Milli adıyla toplanıp ayaklanmayı kışkırttığı için Padişah Abdülhamit'in tahttan indirilmesine karar verdiler. (23 Nisan 1909) Hareket Ordusu 23 Nisan'da İstanbul'da Yeşilköy'e gelmişti. Ordunun amaç ve görevi komutanı tarafından açıklandı:
"Meşrutiyeti bir daha hiçbir gücün sarsamayacağı biçimde güçlendirmek ve düşmanlarına gereken dersi vermek."
24 Nisan 1909 günü Hareket Ordusu İstanbul'a girdi. Taksim, Beyoğlu, Harbiye, Kurtuluş ve Feriköy'de sokak çatışmaları başladı. Sonunda Hareket Ordusu İstanbul'da duruma hakim oldu ve asayişi sağladı. Karşı ayaklanmanın elebaşıları yakalandı ve cezalandırıldılar.
Yayımlanan bildiride, "ordunun bir cemiyet ya da partinin değil, bütün milletin ordusu olduğu, İttihat ve Terakki ile ilgisinin bulunmadığı vurgulanmıştır". Ayan Meclisi üyesi Amiral Gürcü Arif Hikmet Paşa, Mebusan Meclisi üyesi Arnavut Esat Toptani Paşa, Ermeni Cemaati Temsilcisi Aram Efendi, Musevi Cemaati'nden Selanik MebusuEmanuel Karasu 'dan oluşan heyet Yıldız Sarayı'na giderek Meclis adına II. Abdülhamit'in tahttan indirilmesi kararını Padişah'a bildirdi. (27 Nisan 1909) Abdülhamit Selanik'e sürgün olarak gönderildi. Bu hareket ve bu müdahale ile Padişah, saray ve gerici hareketin siyasal yaşamdaki yükselişi kırılıyordu. 31 Mart olayı tarihimizde askerin "vatanı ve meşrutiyeti korumak ve kollamak ve siyasal taraflar arasında hakem rolü oynamak"şeklinde özetlenecek bir fonksiyonunu ilk kez ortaya koymuştur.

Emperyalist güçlerin işine gelen bir kalkışma
Şimdi 31 Mart olayını ana noktalarıyla özetleyelim:
Hareket Ordusu Lider Kadrosu
  • Bu olay, uçurumun kıyısına gelmiş olan Osmanlı devlet ve toplumunun tamamen yok olmasını önlemek için yenilikçi çareler arayan Jön Türkler'e karşı şeriatı geriye getirmek isteyen gericilerin bir başkaldırmasıydı.
  • Derviş Vahdeti ve onun liderliğinde gerici gazeteler ve yazarlar, bu hareketin kuramcılığını yapıyorlardı. "İttihadı Muhammedi Cemiyeti " de bu hareketi siyasal yönden örgütlemek için çalışıyordu.
  • Hareket, gerici ve şeriatçı isteklerin, ordu içindeki 'mektepli-alaylı' ikilemini tahrik etmeleri sonucunda büyük boyutlara ulaşmıştı.
  • Bu kıvılcımın ateşlenmesi için özellikle İngilizlerin rol aldığına dair inandırıcı belgeler bulunmuştur. Derviş Vahdeti'nin kuruduğu 'İttihad-ı Muhammed-i Cemiyeti ' ve Volkan gazetesi, bu dış desteğin iç işbirlikçi güçleri olarak ortaya çıkmaktadır. II. Meşrutiyet hareketine karşı olan, şeriatçı nitelikteki bu 31 Mart hareketinin başarıya ulaşması, o yılların emperyalist güçlerinin isteklerine uyuyordu.
  • Bu hareket için uzun süren hazırlıklar yapılmıştır. (Camilerde vaazlar, toplantılar, gerici basının tahrikleri gibi...)
  • Padişah Abdülhamit'in bu hareketi desteklediği, hatta organize edilmesinde rol aldığı bilimsel araştırmalarda ortaya konmuştur.
  • Şeriatçı güçler 20 gün kadar İstanbul'u kargaşaya boğmuşlar ama sonunda başarısızlığa uğramışlardır.
  • En önemlisi, tüm gelişmelere karşın, bundan 99 yıl önce halk , etkin olarak bu harekete katılmamış, destek vermemiştir.Gerçek Müslümanlar bu gerici hareketi desteklemediler, hatta karşı tavır aldılar.
  • Bu irtica hareketine mektepli hiçbir subay katılmamıştır; hatta hareketin yuvalandığı Avcı taburlarından dahi hiçbir subay harekete katılmamıştır. Olay, şeriatçı hacı-hoca takımıyla alaylı adı verilen ve görevlerinden uzaklaştırılan kimi subayların etkinliğinde gelişmiştir.
  • 31 Mart'ın günümüze kadar yansıyan önemli bir noktası da, bu kalkışmada rol alan Said-i Kürdi ya da bugünkü sanıyla Said-i Nursi isimli şeyhin, Türkiye'de Nurculuk tarikatını kurması ve geliştirmesi olmuştur.
  • Mahmut Şevket Paşa'nın komutasındaki genç kurmay subayı Mustafa Kemal 'in de içinde bulunduğu Hareket Ordusu , Rumeli'den gelerek bu isyanı bastırdı. Bu olay, ordumuzu, o günlerden bugünlere yenilikçi ve laik ilkelerin koruyucusu durumuna soktu.

Yaşanan karşıdevrim hareketini saptırmak ve gerçekten uzaklaştırmak için son yıllarda büyük uğraş veren çevreler var
Yabancı bilim adamları gözüyle 31 Mart
Önceki değerlendirmelerde 99 yıl önce gerçekleşen 31 Mart olayında en önemli noktanın, Genç subaylardan oluşan ve Hareket Ordusu adı verilen ordunun Rumeli'den gelerek bu"karşı devrimi" bastırması olduğunu belirttik. Ancak son yıllarda 31 Mart Olayı saptırılmaya çalışılıyor.
31 Mart'ın bir "irtica ayaklanması" olmadığı, sadece "askeri bir ayaklanma" olduğu belirtiliyor, hatta "... Türkiye'de hiçbir zaman bir mürteci ayaklanması ihtimali yoktur, 28 Şubat'ta da yoktu" gibi düşünceler ileri sürülebiliyor. Kimileri, bu konuda araştırma yapan, doğruları yazan bilim adamlarını "resmi tarihçi" olarak niteliyor. O zaman yapılacak bir şey kalıyor. Acaba, "31 Mart Olayı" na yabancı bilim adamları, yabancı araştırmacı, tarihçi, siyaset bilimciler ne diyorlar? Onların bu konudaki yargıları nedir? Yakın tarihimizle ilgili yabancı tarihçi ve siyaset bilimciler tarafından birçok kitap yayımlandı. Bunların çoğu Türkçeye çevrildi, siyaset bilimi kütüphanemize kazandırıldı.
Sözü burada yabancı bilim adamlarına bırakıyoruz.

Bernard Lewis: İstekleri basitçe şeriattı
Ortadoğu ve Türk tarihi üzerine uluslararası üne sahip olan Prof. Dr. Bernard Lewis , Londra ve ABD'de kimi önemli üniversitelerde öğretim üyeliği yapmıştır. Birçok bilimsel yapıtın sahibi olan Prof. Lewis'in Türkiye ile ilgili en önemli eseri The Emergence of Modern Turkey, Türkçeye çevrilerek dilimize Modern Türkiye'nin Doğuşu adıyla kazandırılmıştır. (Modern Türkiye'nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, 1993) Bu kitapta geniş olarak Batı kaynakları ve Osmanlı belgeleri kullanılmıştır.
Bernard Lewis, 31 Mart hareketini kitabında aşağıdaki şekilde anlatıyor:
"Bu ayaklanmada 5 Nisan (1909) günü Ayasofya'da yapılan bir toplantıda kurulmuş aşırı bir dini örgüt olan İttihad-ı Muhammedi'nin rolü vardı. Dinci Volkan gazetesi Müslüman Ortodoksluğunun ve 'ihtilalci İslam Beynelmilliyeti' nin şampiyonu olarak görünüyordu."
"Ayaklanma, 12-13 Nisan gecesi bazı avcı ve piyade birliklerinin barakalarında başkaldırıp sabahın erken saatinde Galata Köprüsü'nü geçerek Meclis binasının dışında Ayasofya Meydanı'nda toplanmalarıyla başladı. Çok az direnmeyle karşılaştılar; kendilerine diğer birliklerden de asiler, bazı mollalar ve medrese öğrencileri katıldı. Diğer güruhlar kentin belli başlı merkezlerinde toplandılar. Ayaklananların istekleri basitti: 'Şeriat tehlikededir. Şeriat isteriz!' Bazıları da mektepli subayları istemediklerini ekliyorlardı." (s. 214-215)
Hareketin başlamasından iki gün sonra hükümet bir bildiri yayımladı:
"Şeriatın korunacağını ve onu savunmak için ayaklanmış askerlerin affedileceğini vaat etti. 15 Nisan'da bütün valilere şeriatın korunması talimatını veren bir genelge gönderildi. Meclis-i Mebusan'da Ahmet Rıza , 1908 devriminden beri bulunduğu başkanlıktan düşürülerek yerine (İngilizlerle yakın ilişkide olduğu bilinen) İsmail Kemal seçildi." (s. 215)
Prof. Lewis'in yargıları kısaca şöyledir ve önemlidir:
1. Ayaklanmada aşırı bir dini örgüt olan "İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti" nin rolü belirtiliyor.
2. Volkan gazetesi ve Derviş Vahdeti'nin bu isyandaki önemini vurgulanıyor.
3. Ordu içindeki alaylı subayların etkisiyle bazı askerin de harekete geçmesiyle, sivil ayaklanmanın askeri bir renk aldığı belirtiliyor.
4. Hareket Ordusu'na Prof. Lewis "Kurtuluş Ordusu" adını veriyor.
STANFORD J. SHAW:
Tutucular, anayasanın laik maddelerine karşı ayaklandılar
Prof. Dr. Shaw 'ın Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (2 cilt) kitabı Türkçeye çevrilmiştir. Ayrıca beş ciltlik İngilizce From Empire To Republic adlı önemli eserin sahibidir. Birkaç yıl önce vefat eden Prof. Shaw, son yıllarda Ankara Bilkent'te öğretim üyeliği yapıyordu.
Shaw şöyle yazıyor:
"İslamcılık taraftarları, kesin olmamakla birlikte büyük bir olasılıkla padişahın desteğini alarak kışkırtıcılığa başladılar. Anayasanın laiklik maddelerine tepki gösteren tutucular, sokaklarda peçesiz kadınların görünmesi ve Müslüman olmayanlara tanınan yeni eşitlik nedeniyle anayasaya karşı açıkça kampanyaya başlayıp imparatorluğun çöküşünün İslam ilkelerinden ayrılma yüzünden olduğunu ve modern çağın gereklerini ancak İslamcılığın karşılayabileceğini ileri sürdüler. İslamcılık, imparatorluğun toplumsal ve politik yaşamının her alanı için gerekli yasaları, kendi içinden çıkarabilirdi. Batı'dan yalnızca teknoloji yeterliydi. Bu görüşler yalnız ulema değil, memurlar ve ordu, derviş tarikatları ve halk kitleleri arasında taraftarlar buldu." (s. 336)
Bu konudaki geniş açıklamalardan sonra yazar kitabında, konuya çarpıcı bir başlıkla giriyor: "13 Nisan 1909 Karşı İhtilali" (s. 338)
Prof. Shaw, bu harekette Derviş Vahdeti ile İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin önemli rol oynadığını, Abdülhamit'in bu derneğe ve gazeteye mali yardımda bulunduğunu, padişahın şehzadesi Burhanettin Efendi'nin de bu derneğe üye olduğunu belirtiyor. (s. 338) Prof. Dr. Stanford Shaw, 31 Mart Olayı'nı yorumlarken aşağıdaki yargılara varıyor: Yazar konuyu "13 Nisan 1909 Karşı İhtilali" başlığını koyarak incelemiştir. Din öğrencilerinin harekete geçtiği, "şeriatın tehlikede" olduğu propagandasının yapıldığı ve "İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti"nin şeriatı getirmek amacıyla kurulduğu ve ilk büyük toplantısını irtica hareketinin başlangıcından bir hafta önce 5 Nisan 1909'da Ayasofya Camii'nde yaptığı belirtiliyor. Padişahın şehzadelerinden Burhanettin Efendi'nin bu cemiyetin ve onun yönlendirdiği yeni partinin üyesi olduğu belirtiliyor. Herhalde o devirde padişahın izni olmadan, bir şehzadenin böylesi bir partiye girmesinin olanaksız olduğunu herkes kabul edecektir. Said-i Kürdi' nin Volkan gazetesinin etkin bir kampanya başlattığı, Volkan'a bağlı cemiyetin 5 Nisan 1909'da Ayasofya Camii'nde büyük bir toplantı yaptığı, böylece olayın uzun bir süredir düşünülüp planlandığına işaret ediliyor. Shaw, bu anlatımının sonunda Hareket Ordusu konusunda bilgi vermekte ve ordunun "anayasa ve demokrasi" adına yönetime el koyduğunu açıkça belirtmektedir. Bizim liboş ve ikinci cumhuriyetçi takımı yakında Prof. Shaw için de "resmi tarihçi" sıfatını yakıştırırsa şaşmayınız.













Hiç yorum yok: