7 Oca 2012

Tekel Devletinin Maşa Orduları


Önümüzdeki soru, Büyük İsrail adına Silivri ve Hasdal doldukça gülen, İsrail’in canı yandığındaysa ağlamaya başlayan, Beyaz Saray’ı “beyaz” ve “kutsal”, Mustafa Kemal’i ise “Deccal” gören, ilkokulu dışarıdan bitirmiş meczupların, bu devlet ve “maşa” olarak kullanılmaya itiraz etmemiş tüm kurumları eliyle, koskoca bir ülkenin kaderiyle oynayabilecek hale nasıl getirildiğidir
1970’li yıllarda bir Pol-Der vardı; Emniyet mensuplarının “egemen sınıfların maşası” olmayı reddetmek, “halkın polisi” olmak hedefiyle örgütlendikleri polis derneğiydi. 1980’de, “milli” ordunun “sermayeci” darbesi ile kapatıldı; çok sayıda Pol-Der üyesi polis tutuklandı ya da Emniyet Teşkilatı’ndan uzaklaştırıldı. Şimdi Türkiye sokaklarında ve üniversitelerinde, Türk polisine “imamın ordusu” deniliyor. Polis için “ordu” sözünü, Turgut Özal’ın kullandığını biliyoruz. “Poliste 100 bin kişilik ordum var” diyordu; Özal’ın zamanında kendi ordusu olarak gördüğü ordu, Tayyip Erdoğan’ca “rejimin bekçisi” ilan edildi. Şimdi artık “milletin meclisi” de milletin ordusunun sermaye tekelleri için açtığı yolda, imamın rejiminin bekçilerine verilmiştir.
Halkın polisi
Pol-Der’in genel sekreterliğini ve genel başkanvekilliğini yapmış olan Sıtkı Öner’in anı kitabı birkaç sene önce İletişim Yayınları’ndan çıkmıştı. Uzun süredir baskısı bulunmuyor; kütüphane raflarında unutulması uygun görülmüş olabilir. Kısa ama özellikle genç kuşak açısından ufuk açıcı olabilecek bu kitapta, derneğin polislik anlayışını derneğin gazetesinden yeniden okuma fırsatı buluyoruz: “Bir grev, boykot veya gecekondu sözü geçince, akla hemen ‘polis’ gelir olmuştur. Çünkü egemen sınıflara sırtını dayamış olan politik çevreler, polisi, bu sınıfların yararına ‘yasal maşa’ gibi, daha genel bir ifade ile, halkı halka karşı kullanagelmişlerdir... Bir tek şeyin bilinmesinde, hem de tüm politikacılarca bilinmesinde yarar vardır: Polis toplumun karşısında olmaktan ve gösterilmekten artık hoşlanmıyor. Politikacıların ve onların sırt dayadıkları bazı çevrelerin polisi değil, halkın polisi olmak istiyor.” Pol-Der, öğrencileri ve işçileri dövmek yerine dövülmekten korumayı görev biliyor, işkenceye karşı tavır alıyor; ayrıca, imam hatip mezunlarına polislik yolunun açılmasının engellenmesi, polisin özlük hakları ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi alanlarda çalışmalar yapıyor.
Devletin polisi
Pol-Der’e karşı bir örgütlenme olarak kurulan ve halkın değil, “devletin polisi” sloganıyla hareket eden Pol-Bir’in kurucusu Cemil Ceylan, yıllar sonra Pol-Der’i “Söylemleri, eylemleri sol örgütlerle aynıydı” diye anlatıyor; “Afişleri bile onlara benziyordu”. Söylemleri ve afişleri sol örgütlerinkine benzeyen bir polis örgütlenmesi, işçi ve öğrenci direnişini kırarak Türkiye siyasetinde tek söz sahibi olmaya hazırlanan tekellere elbette fazla geliyor. Sonrası 12 Eylül, tarikatlar ve iktidarda tutabilmek için gazetelerinden televizyonlarına, uluslararası bağlantılarından sivil toplum kuruluşlarına her şeylerini seferber ettikleri AKP Hükümeti’dir. İslamlaştırma tekellerin ve giderek aynı anlama gelen devletin öncelikli politikası oldukça, devletin polisinin de “imamın ordusuna” dönüşme yolu açılıyor.
Fethullah’ın copları, imamın ordusu
12 Eylül ilk ürünlerini vermekte ise gecikmiyordu; darbeden hemen sonra polis koleji ve akademisinde neler yaşandığınıysa, Emniyet Teşkilatı’ndan ayrılan Zübeyir Kındıra’nın, ilk olarak “Fethullah’ın Copları”, sonraki baskılarında “Cemaatin Copları” adıyla yayımlanan kitabından öğreniyoruz. Gene bir anı kitabı, gene ufuk açıyor; tekellerin devletinde insan aklının, değerlerinin, ortalama sağduyunun dahi lüks olduğunu; insan yaşamı ve özgürlüğü denli kolaylıkla kurban edilebildiğini en acımasız çıplaklığıyla gösteriyor.
Kındıra, kitabına sanki bir absürd tiyatro sahnesiyle başlıyor. Bir çiçekle din konularında sohbet eden ve çiçeğe besmele çektirmeye çalışan bir polis koleji öğrencisi ile darbenin hemen ardından polis kolejine müdür olarak atanan, “Atatürkçü” bir emekli albayın karşılaşmasını okuyoruz. Emekli albay, yeni polis koleji müdürü, sıklıkla kolej bandosuna “Türkiyem Türkiyem cennetim/Benim eşsiz milletim” marşını çaldırıyor; öğrencileriyse hafta içi bu marşı dinliyor ve hafta sonları Atatürk’ü “Deccal” bilen Işık Evleri’yle tanışmaktadır. Kitap bir komedi gibi başlıyor ve hızla “cennet Türkiyem’de” sahnelenen bir trajedi okuduğumuzun farkına varıyoruz.
Hayır, çiçeğe besmele çektirmeye çalışan öğrenci, Pol-Der’li Emniyet mensuplarının kaderini paylaşmıyor, okuldan uzaklaştırılmıyor; ne de olsa, çiçeğe besmele çektirmeye çalışmak gibi bir suç bulunmuyor. Ek olarak, “cennet Türkiye’mde”, müdürünü dehşete düşüren ama aynı zamanda eli kolu bağlı bırakan bu öğrencinin, okuldan mezun olduktan sonra Emniyet Teşkilatı içinde hızla yükselmesi önünde hiçbir engel olmadığını görüyoruz.
Meczuplar diyarı
Hayır, öykü tek ve zavallı bir meczubun öyküsü değil. Namahrem saydıkları için sözlüye kaldırıldıklarında kadın hocalarının yüzlerine bakmayanların, sınavlarında beş puan fazla alabilmek ya da geceleri uykularında Rus cinlerinden korunabilmek için Işık Evleri müdavimlerinden dua öğrenmeye çalışanların, mini etekli kızları görmemek için hafta sonu izninde çarşıya inmeyen ya da indiklerinde kasketlerini gözlerini örtecek kadar indirenlerin önce görmezden gelindiği, sonra kollandığı ve nihayet, özellikle yükseltildiği bir dünyayla tanışıyoruz. Tabii polis eğitimi içinde disiplin cezaları ve terfi yasakları hâlâ var, ama bunlar Livaneli dinleyenler ya da Işık Evleri’ni şikayet edenler içindir. Görevden alınmalar, kasetler ve tutuklanmalar bir sonraki dönemin meyveleriymiş gibi görünüyor.
İnanılmaz ya da abartılı mı geliyor, artık “abartılı” bulma lüksümüzün olduğunu sanmıyorum; bir müftünün “Noel Baba adam olsaydı, bacadan girmezdi” yollu açıklamalar yaptığı bir ülkedeyiz. Yılmaz Özdil’in 2011 yılının “best of”larına yer verdiği köşe yazıları, bütün bir devlet erkânının ve politikacıların ne denli inanılmaz boyutlarda bir saçmalama girdabında bulunduklarını bir kez daha yüzümüze çarpmak açısından yeterlidir. Demek, yakın tarihimiz, Büyük İsrail adına Silivri ve Hasdal doldukça gülen, İsrail’in canı yandığındaysa ağlamaya başlayan, Beyaz Saray’ı “beyaz” ve “kutsal”, Mustafa Kemal’i ise “Deccal” gören, ilkokulu dışarıdan bitirmiş meczupların, bu devlet ve “maşa” olarak kullanılmaya itiraz etmemiş tüm kurumları eliyle, koskoca bir ülkenin kaderiyle oynayabilecek hale nasıl getirildiğinin öyküsüdür.
Polis şirketinin devlet ciddiyeti
Rejimin güvencesi olarak sunulan “imamın ordusu”, polis koleji mezuniyet törenlerinde hâlâ polis marşı yerine okunan “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısına tempo tutuyor mu, bilmiyoruz. Bildiğimiz, ağır silahla ya da biber gazına boğulmuş “cennet Türkiye’nin” Meclis’iyle ödüllendirilmediği; F-tipi demokrasinin olmazsa olmaz ritüellerinden birine dönüşen sabah yedi baskınlarına girişmediği; kelepçeli kadınlara dayak atmadığı zamanlarda, yardım sandığının ticari kuruluşu Poltek aracılığıyla, akaryakıt, su, silah, e-ticaret, sigorta, turizm, özel güvenlik, inşaat ve AVM işletmeciliğinden sonra kozmetik sektörüne girmekle ve bu sektörlere “devlet güveni ve ciddiyeti” taşımakla meşgul olduğudur. 

Hiç yorum yok: