27 Şub 2013

Askerin vesayeti, dinin vesayeti


Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekili Birgül Ayman Güler, “Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” dediği için kıyma makinesine koyup kıyım kıyım kıydılar. Peki aynı cümleyi Başbakan Erdoğan söylemiş olsaydı bu kelle avcıları ne yapardı acaba?
Belagat sahibi Başbakan, “Bizim temelimiz anasır-ı İslamdır” dediği zaman ne yaptılar ki? (17.12.2005 tarihli, AK Parti Grup Başkanlığı’nın Basın Özeti’nde okudum). Üstelik sözünü güçlendirmek için, Atatürk’ün Nutuk’ta “Anasır-ı İslamiye”den söz ettiğini eklemiş. Ardından, “alt kimlik-üst kimlik” tartışmalarından duydukları rahatsızlığı dile getirmiş ve “Bu tartışmanın uzatılması terör örgütüne yarıyor. Türkiye’de hakim unsur Türk halkıdır ve Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” buyurmuş.
Başbakan’ın bu sözlerini, CHP milletvekilinin ümüğünü sıkanlar da duydular, ama kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp sustular.

Kavramları karıştırmak
Şehit ailelerine konuşan Başbakan “Kabinede de Kürt kökenli bakanlar vardır. Kürt vatandaşlar Türkiye’de her mevkiye gelebilir” demiş ve Anayasa’nın 66’ncı maddesindeki, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesini ezbere söylemiş. “Türkiye’deki vatandaşlar arasında bağlayıcı din bağı vardır” yönündeki sözlerini Atatürk’ün Nutku’nu dayanak yaparak iyice pekiştirmiş. “Nutuk’ta benim söylediğimden daha fazlası var. Atatürk, Anasır-ı İslamiye‘den bahsetmiş. Baykal’a bunu bir türlü anlatamıyorum” demiş.
1920’lerde bu topraklarda yaşayan insanlar arasında elbette din bağı vardı: Sunniler, Şiiler. Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler, Mecusiler... Bu bağ şimdi de var. Ateistler de birbirine bağlıdır.
Ama başbakan “Türkiye’de hakim unsur Türk halkıdır!” diyerek Türk ırkını, etnisitesini; “Bizim temelimiz anasır-ı İslamdır” diyerek Sunni İslamı öne çıkartıyor, böylece hem ırkçılık hem de dinsel ayrımcılık yapıyor.
Bu merteği elbette AKP avanesi, kapı kulları, ücretli askerleri görmedi, görmez, görmeyecek! Peki sizler neredeydiniz, neredesiniz medyanın liberal bülbülleri, solun sağcı horozları?
Gelelim şu Söylev (Nutuk) işine: Atatürk, Söylev’in neresinde “Bizim temelimiz anasır-ı İslamdır” demiş?
Mustafa Kemal Paşa, 1920’lerde bir vesile ile Anasır-ı İslam’ı kullanmış olabilir ama Başbakan’ın öne çıkardığı anlamda kullanmış olamaz, 600 küsur sayfalık Söylev’de “Anasır-ı İslam” aramak samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. Başbakan’ın danışmanları deyişin geçtiği yeri haber verirlerse son derece memnun ve mutlu olurum. Önümde ufuklar açılır.

Başbakan’ı anlıyorum ama...
Başbakanı anlıyorum: İmam-hatip mezunu olduğu için, kendini medrese mezunu ve ilmiye (ulema) sınıfından sayıyor; II.Meşrutiyet (1908) ve Cumhuriyet yüzünden yitirdiği saygınlığının, etkinliğinin öcünü almaya, devrim yasalarını tersine çevirip bir restorasyon rejimi kurmaya çalışıyor. Kurmak istediği rejim Din-i İslam’ın tam zamanlı vesayeti. O vesayet ki Osmanlı İmparatorluğu döneminde dört kıtada egemendi; ilmiye sınıfının reisi Şeyhülislam, Osmanlı saltanat hiyerarşisinde Padişah ve Sadrazamdan sonra üçüncü sıradaydı.
Kadı olup şeriat adına hüküm veriyorlardı. Müderris olup medreselerde, kafalarındaki islamı öğretip kadı ve müderris yetiştiriyorlardı. Özerktiler. Kadılar mahkeme harçlarını, müderrisler vakıf ücretlerini cebe indiriyorlar, padişah tarafından besleniyorlardı. Dedikleri dedik çaldıkları düdüktü...
Kendi sınıf bilinçlerinin oluşumundan itibaren, sadece kendi çıkarları için, devletin iç ve dış siyasetine müdahale edip söz sahibi olmuşlardı. Osmanlı ailesine paralel bir saltanat düzeni kurmuşlardı: Kadılık ve müderrislik artık babadan oğula, oğuldan toruna geçiyordu. Artık ana rahminde ulema oluyorlardı.
Cumhuriyet ve II. Meşrutiyet yüzünden bu avantaları yitirmişlerdi.
Bütün bunların intikamı alınacaktı!
Mustafa Sabri Efendi’nin intikamını alacaktı!
Sabah akşam uğradığı, uğradıkları zulümlerden söz etmiyor muydu? Elbette bu zulümlerin (!) intikamını alacaktı. Alacaklardı. Gizli medreselerde, Nur ve Işık evlerinde öğrendiklerini uygulayacaktı, uygulayacaklardı.
Bunları yapabilmek için, karşılarında tek bir engel vardı artık: Adliyeyi, Mülkiyeyi, Zaptiyeyi, Masa ve Kasayı ele geçirmişlerdi, geriye sadece askeriye kalıyordu. Asker dinin vesayetini savunsaydı, geçmişte olduğu gibi ortaklık yapsaydı, sorun yoktu. Laik Cumhuriyete bekçilik yapıyordu.
Askeriyeden 1908’in, 31 Mart’ın intikamı alınmalı, dinî vesayet rejiminin restorasyonu için askerin vesayeti ortadan kaldırılmalıydı.
Başbakan’ı ve yeni ilmiye sınıfını, hak vermek değil, anlamak mümkün!
1908’den sonra, iktidardan düşünce, çok değişim ve gelişim gösterdiler, yoksul ve köylüleri gizli medreselere gönderdiler, kendileri üniversitelerde okudular.
Artık, “Şeriat isteriz!” diye sokaklara dökülmüyorlar; Cuma namazlarından sonra tekbir getirip istemezüklenmiyorlar. Ama demokrasi küheylanına binmişler hedeflerine doğru dörtnala at koşturuyorlar.
Fakat...
İntikam cihadını ileri demokrasi yürüyüşüdür diye alkış tutan gafil ve goygoycu sürüsüne ne demeli? Bir tek Cumhuriyet’e ihanet etmekten utanmazlar!

Dünkü yazıda somut verilerden hareketle kısa bir görünüm tasviri yaptık. Bugün konunun bilgisel ve kuramsal yanına değineceğiz. Değinemeyeceğiz. Araya bir karaçalı girdi. Ama iyi de oldu. Konuya damardan girmeden somut bir örnekle uğraşmak daha iyi olacak.
Kara çalı dediğim haber 7 Şubat 2013 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlandı. Namık Durukan imzalı “Tevhid-i Tedrisat Kaldırılsın” başlıklı haberi okuyalım:

Tevhid-i Tedrisat kaldırılsın

BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, tartışma yaratacak bir kanun teklifi hazırladı. Öğretim Birliği’nin esası olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kaldırılmasını isteyen Tan, yasanın tek tipçi eğitim anlayışının, çok kültürlü toplumlarda, her bakımdan dünyanın gerisinde kalmanın ve gittikçe gerilemesinin göstergesi olduğunu savundu. Kanun teklifi veren Tan, 3 Mart 1924’te yürürlüğe giren “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nun (Öğretim Birliği Yasası) yürürlükten kaldırılmasını talep etti. Tan, teklifinin gerekçesinde kanunun 1924 yılının şartlarına ve zihinsel atmosferine göre düşünülüp yürürlüğe konulduğunu belirterek, ‘Eğitime milli bir karakter kazandıran ve eğitim ve öğretimin tüm unsurlarıyla tek merkezden kumanda edilmesine yol açan, dolayısıyla hiyerarşik bir yapılanmayı da beraberinde getiren bu “tevhidçi” eğitim anlayışı bugün hâlâ yürürlüktedir. Ve gelişen dünyanın cevap verememektedir’” dedi.

Neden kaldırılsın?

Önce bir durum ve konum saptaması yapalım: A: Tan’ın bende varattığı şudur: Önce İslamcı, sonra Kürt milliyetçisi bir siyaset adamı. Bu tanım beni kesinlikle tedirgin etmez.
Laik ve demokratik cumhuriyetin ekolojik ortamında “İslamcı” olmak her vatandaşın hakkıdır. Bu hakkı kullanmanın anayasal ve yasal yolları vardır ya da yoktur.
Aynı ortamda Kürt Milliyetçisi olmak herkesin hakkıdır. Silaha davranmamak koşuluyla, cumhuriyetin üniter devletine karşı olmak, özerklikçi, federasyoncu ve ayrı devletçi olmak da herkesin hakkıdır. Kürtler için özerk, federe ya da bağımsız devlet isteyen kimseyle tartışmaya girmem. Desteklemem de...
Ancak iş “harbî”likten uzaklaşmışsa, arkaya dolanarak puan kapma hesapları yapılıyorsa, “destur” bile demeden dalışa geçerim. Benim anladığım çağdaş ve nesnel “aydın”, üstüne vazife olsun olmasın, kamuyu, insanlığı ilgilendiren her konuda söz alır ve olaya burnunu sokar.
***
Şimdi A.Tan’ın önerisini teşrih masasına yatıralım:

Altan Tan’ın kaldırılmasını istediği yasa, mevcut Anayasa’nın 174.maddesinin koruması altında, herhangi bir şekilde değiştirilmesi tavsiye edilmez.. Çünkü, laik cumhuriyetin kuruluş temelinde bulunan belki de en önemli yasadır. Dinin vesayetine son verdiği gibi eğitimi ebediyyen çağdaşlaştıran bir yasadır. Bu yasa kaldırılırsa laik ve demokratik cumhuriyetin temelleri dinamitlenmiş olur.

Artık A. Tan’ın iddialarını çürütebiliriz:

1. Evet, bu yasa öğretim sistemi içinde tek tipçidir. Laik temele dayanır. Bu yasadan önce de öğretim tek tipçi idi ve İslamın şeriatına dayanıyordu. Bu yasa ile Osmanlı döneminde mürteci ve isyan ocağı olan medrese kaynağı kurutulmuştur.

2. Medreselerin kaldırılması, ilk ve orta öğretimde çağdaş pedagojinin metotlarının uygulanması ve çağdaş üniversitenin kurulmasıyla Türkiye Cumhuriyeti çağdaş uygarlık düzeyini yakalama yoluna girmiştir.

3. Kanun, 1924 yılının koşul ve atmosferine uygun olarak yapılmıştır. Doğrudur. Koşul, eğitim ve öğretimi dinin dogma ve şeriatından kurtarmayı zorunlu kılıyordu. Eğitim ve öğretim düzeni laikleştirilerek, önü değişim ve gelişime açılmıştır. Medreseler kaldırılarak ulema ve kof ilmiye sınıfının dinsel diktatoryasına son verilmiştir.

4. Eğitim her ulusal devlette “milli”dir. Uygar ülkelerde eğitim ve öğretim dinsel kurallara dayandırılamaz. Medreselerde yapıldığı iddia edilen “ilim”, İslami ilimdir. Tarih, coğrafya, felsefe, fen, matematik, fizik, kimya, cebir ve geometri gibi müsbet bilimleri kapsamaz ve red eder. Dünyanın bütün uygar ülkelerinde bir Eğitim Bakanlığı vardır, eğitim ve öğretimi tek elden yönetir. Tek elden yönetim, bireylerin fotokopi ya da teksir makinesiyle tornadan geçirildiği anlamına gelmez. Yoksa, cumhuriyetin okullarından Abdullah Gül, R.T. Erdoğan, Altan Tan gibi tipler mezun olamazdı. Altan Tan mugalata yapmaktadır.

5. A.Tan’ın bu yasanın gelişen dünyanın taleplerine cevap veremediği iddiasına gelince: Uzaya fırlatılan uydu, tıp, fizik, kimya, matematik, otomotiv sanayisi ve öteki sanayi türleri, ülkenin yetiştirdiği “kadro” (cadres), dünyanın dört bir tarafında tercih edilen GEO’lar onun iddialarını yalanlamaktadır.

6. Artık iflas etmiş olan postmodernitenin kavramlarından biri olan çok kültürlülüğe gelince, başta bu kavramın gönüllü taraflarları olan Holanda ve Almanya’da artık gözden düşmüş bulunmaktadır.

Altan Tan’ın taktiği

1. Altan Tan, bu önerisi ile, AKP’nin eğitim ve öğretimin dinselleştirme siyasetini desteklemektedir. İlk aşamada, laik okulların karşısına şeriata dayalı eğitim ve öğretim yapan mahalle mektepleri ve yeni ulema yetiştirecek medreseler yeniden açılacak. İkinci aşamada laik okullar kapatılacak ve ülkte Tanzimat öncesine dönecektir. Ki bu da R.T.Erdoğan’ın Başkanlık projesiyle örtüşmektedir. Bu konuda, Nilgün Cerrahoğlu’nun 7 Şubat 2013 günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısını tavsiye ederim.
2. Tevhid’i Tedrisat’ın kaldırılması durumunda, A.Tan’ın “Kürdistan” tesmiye ettiği mıntıkada, öğretimin tamamının Kürtçe yapılmasının önü açılacaktır. Bu ancak tam özerk, federe ya da bağımsız bir Kürt devletinde mümkündür.

Bu yazıların ana fikrine girmeden önce, çevresinde dolaşıyorum. Bunu yapmak zorundayım. Çünkü: “Askerin Vesayeti, Dinin Vesayeti” yazı dizimi bir tür vasiyetim sayıyorum
İlkin, “Tarih Cehenneminde Irkçılık” (06.02.13) ve “Dünyanın Dört Bir Tarafı ve M.E. Bozkurt” (08.02.13) yazılarında, belki, eksik bıraktığım bir yere döneceğim:

Mahmut Esat Bozkurt

İlkin, M.E. Bozkurt’un ne mel’un ırkçı olduğunu kanıtlama vesiyesi yaptıkları “Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” cümlesini ele alacağız. Bozkurt’un bu cümlesinin yer aldığı metin, sözü geçen Türk ırkçısının (!) Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan Atatürk İhtilali, I-II. Adlı kitabının 134. Sayfasında yer almaktadır. Okuyalım:
“Kendi hesabıma son sözüm şudur: Bir ihtilal hangi millet hesabına yapılırsa, mutlaka o milletin öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır.
Mesela:
Türk ihtilali öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız.
Yabancıların yardımıyla başarılan ihtilaller yabancılara borçlu kalırlar.
Bu borç ödenmez.
Ancak, Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun bahtsızlığı, çoğunlukla, kaderini Türklerden başkasının idare etmiş olmasıdır.”

M.E. Bozkurt “Öz Türk” deyişini, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı bulunan azınlıklara ya da Türk etnisitesinden olmayanlara karşı kullanmamaktadır. Emperyalist yabancılara (İngilizlere, Fransızlara, Almanlara, İtalyanlara...) karşı kullanmaktadır.
“Öz” sözcüğü, Türkçenin sadeleştirilmesi döneminde kullanılan tuhaf örneklerden biridir. Tuhaflık sadece bu sözcükte kalmamakta, M.E.Bozkurt “kaytak” (dönek, mürteci) gibi günümüzde pek az kimsenin bileceği sözcük de kullanmaktadır.
Ancak yazıda, kötü niyetli münafıkların kötüye kullanabileceği bir başka deyiş var: “Türk olmayanın.” Münafıklar bunu “Türk etnisitesinden, ırkından olmayanlar” anlamında yorumluyor. Oysa adam, “İngilizler, Fransızlar, Almanlar, falanlar ve filanlar” anlamında kullanmaktadır.
Bu bölümü bitirmeden önce, Televizyon programlarına katılan cumhuriyetçilere bir sözüm var: Karşınıza bir “kaytak” münafık çıkıp da M.E. Bozkurt’a bu cümle ve benzeri cümlelerle iftira ettikleri zaman susacaksanız, televizyonlara çıkarak insanlara kötülük yapmayın. O cümlenin nerede kullanıldığını, kitabın ya da gazetenin adını, tarihini ve sayfasını sorun. Cevap veremeyeceklerdir. O zaman, kanıt getirmeleri için ısrar edin. Yoksa, Cumhuriyet ve devrimlerine, devrimcilerine kara çalınmasına katkıda bulunmuş olursunuz.

Altan Tan

Altan Tan konuşmayı seven bir adam. Tam anlamıyla bir laf ebesi. Dünkü yazımda “Laik ve demokratik Cumhuriyetin ekolojik ortamında ‘İslamcı’ olmak her vatandaşın hakkıdır. Bu hakkı kullanmanın anayasal ve yasal yolları vardır ya da yoktur.
Aynı ortamda Kürt Milliyetçisi olmak herkesin hakkıdır. Silaha davranmamak koşuluyla, cumhuriyetin üniter devletine karşı olmak, özerklikçi, federasyoncu ve ayrı devletçi olmak da herkesin hakkıdır “ diye yazmıştım. Muhterem milletvekili bir gün sonra (08.02.13) Aydınlık gazetesinden Cansu Yiğit’e demeç vermiş. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kaldırılması için verdiği teklifin ideolojik olmadığını ileri sürüyor. Dün dediğim gibi arkadan dolanıyor. Önerisi ideolojik. Savunması demagojik ve illojik (mantık dışı).
Muhterem milletvekili, Kemalizm’e karşıymış, tasfiye olmalıymış. Şahıs olarak laik değilmiş. Bir Müslüman olarak İslam şeriatına inanıyormuş. Olabilir. Bu kafa ile de demokratik ve laik bir cumhuriyette yaşayabilir. Ama bu düzenin temel direği olan yasanın kaldırılması için önerge verirse iş değişir. O zaman, ahlak sahibi ise, öneriyi, dinin vesayetini restore etmek için yaptığını itiraf etmesi gerekir.

Demagojik ve illojik konuşuyor: Heybeliada Ruhban Okulu Tevhit-i Tedrisat Kanunu yüzünden kapatılmadı, 1971 yılında, Türkiye’deki özel yüksekokulların devlet denetimine girmesi ile ilgili kararı kabul etmeyen Fener Rum Patrikhanesi tarafından 1971-1972 yılında kapatıldı.

Çoğulculuk bataklığı

Dünkü yazımda, Nilgün Cerrahoğlu’nun 7 Şubat 2013 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısını tavsiye etmiştim. Yazının adı: “Düşünür Fernando Savater: Özerklikle Milliyetçilik Yumuşamadı, bilendi.”
Gene demagojik ve illojik Altan Tan, bir gün önce, Tevdit-i Tedrisat Kanunu’nun çoğulculuğa, çoğulcu kültüre engel olduğunu savunuyordu. Dün de yazdığım gibi, postmodern çağın devam ettiğini sanıyor. Millet postpostmodern dönemi bile geride bıraktı. Bunun en taze örneğini, İspanya’nın en önemli filozofu Fernando Saveter’le konuşan Nilgün Cerrahoğlu veriyor. 

Ayrılıkçılık, bölgecilik ve bölgesel milliyetçilik olgularını “fırsatçı bir hastalık” olarak tanımlayan ve bu hastalığın “zayıflayan organizmalara saldırdığını” ileri süren Fernando Savater şöyle konuşuyor:
“Özerklikler her şeyden önce milliyetçilik ateşini söndürmedi. Bir ‘özerklikler devleti’ oluşacağına, ortaya bir ‘milliyetçilikler devleti’ çıktı [...] Bugün İspanya’nın 17 özerk bölgesinde 17 tedrisat var. Her bölgenin tedrisatı ayrı. Bazı bölgelerde resmi dil İspanyolca ile eğitim yapılamıyor. Avrupa’da başka böyle ülke yok. [...] Katalonya’da yapılamıyor. Bask’ta, Galisya’da, Balear’da zorlukla yapılıyor. [...] Özerk bölgeler, devletin ademi merkeziyetçilikle daha iyi çalışması için kurulmamış mıydı? Bu neticeye ulaşılmadığına göre mantıklı olan eğitim gibi bazı yetkilerin geri alınması...”

Zor geri alınır! Kendi düşen ağlamaz, demişler. Özgürlük var, herkes dilediği gibi intihar edebilir!

Prof. Dr. İlber Ortaylı’yı delikanlılığından beri tanırım. Meraklıydı. Dost Dergisi’nde, Suriye tiyatrosu hakkında yazı bile yazmışlığı vardır. Bir gün bir yerde karşılaşsak, kendisine, “Yahu İlber, yedi düvelin televizyonunu dolaşıyorsun, iğne deliğinden geçen deveyi anlatıyorsun. Bir de şu Osmanlı döneminde dinin vesayeti durumunu, ulemayı, ilmiye sınıfının hal ve gidişini, Suhte ayaklanmalarını anlatsan da millet irşat olsa. Bu işler benim gibi bir troubadour’a kalmamalı” diyecektim.

Vesayet ve istibdat

Dinin vesayetini (aslında din istibdatını) yeniden kurmak isteyenler, bir yandan hayallerini dile getirirken bir yandan da bunları gerçekleştirme yoluna girdiler, bazılarını gerçekleştirdiler: Tekke ve zaviyeleri, medreseleri yeniden açmak; başta Tevhid-i Tedrisat Kanunu olmak üzere Devrim Yasalarını yürürlükten kaldırmak; 31 Mart irtica ayaklanmasını kutsamak için Taksim Kışlası’nı yeniden inşa etmek; Cumhuriyet devrimcilerini ırkçı ve faşist ilan etmek; Seyyit Rıza, Şeyh Sait gibi ayrılıkçı isyancıların; İskilipli Atıf Hoca, Mustafa Sabri ve Düzceli Zahid el Kevserî gibi Cumhuriyet düşmanı mürtecilerin itibarını iade etmek; İstanbul’da İslam Üniversitesi kurulması (11.12.2013 tarihli yazım)...

İş bunlarla bitmiyor.

Projelerin sonu gelmiyor: İstanbul’da İslam Üniversitesi’nin kurulacağını müjdeleyen DİB Başkanı Mehmet Görmez, bu kez, Diyanet Akademisi’nin kurulacağını haber veriyor. (7 Şubat 2013 tarihli gazeteler).
Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen “Dini Yüksek İhtisas Eğitim Merkezleri İdareci ve Eğitim Görevlileri Semineri”nde konuşan Mehmet Görmez, üç yıllık eğitim veren eğitim merkezinin gerçek ihtiyaca yetmediğini, bu nedenle kendi içinde akademik özerkliğe sahip, kurumsal statüsü olan bir akademiye dönüşmesi gerektiğini açıklamış.

Türkiye’nin El Ezher’i mi?

Hazırlanan yasa taslağına göre: Ankara merkezinde bir akademi, akademiye bağlı üç çeşit eğitim kurumu, akademinin kendisi, genel kurul ve akademik kurul olacakmış. Akademik kurul da müfredatı ve programı belirleyecekmiş.
Başkan Mehmet Görmez’e göre: Dini Yüksek İhtisas ve Eğitim Merkezleri’nin dört bakımdan kendilerini yenilemeleri gerekiyormuş.

DİB’i bir tür Vatikan’a, Osmanlı’nın Şeyhülislamlık’ına dönüştürmek isteyen Mehmet Görmez şöyle konuşmuş:
“Diyanet’in pek çok rektörlükten büyük bir eğitim işi var. Eğitim merkezlerimizde yürütülen eğitim faaliyetleri büyük hizmet veriyor. Diyanet teşkilatının personel sayısı 65 binden 128 bine çıktı. Yıl sonuna kadar bu rakam 150 bine ulaşabilir. Eğitim ihtiyacımız giderek daha da artıyor. Bunun yanında 83 İlahiyat Fakültesi kuruldu. Bunların büyük bir kısmı ise eğitim merkezlerimizdeki hocalarımızın öğrencileri tarafından kuruldu” demiş.

Diyanet’te işler yolunda diye düşünebilirsiniz ama değil. Meğer 19 eğitim merkezi bu ihtiyaca cevap vermiyormuş, 19 eğitim merkezine daha gereksinim varmış. Müjdeler vermeyi sürdüren Görmez şöyle devam etmiş ve: “Yüzümüzü ağartacak mezunlarıyla, kurumsal kimliğine kavuşmuş, kurumsallaşma süreci tamamlanmış yeni eğitim merkezleriyle Diyanet’in yüz akı olacak bu müesseselerin sayısını arttırmamız gerekiyor” demiş.

Gözü olanın gözü çıksın! Ama ben Diyanet İşleri Başkanı’nı uyarmayı görev biliyorum. Osmanlı döneminde, Anadolu’da irili ufaklı yüzlerce medrese ve binlerce suhte (öğrenci) vardı. Ortalığı bir sürü cahil ve işsiz softa kaplamıştı. Sonunda suhte ayaklanmaları başladı. Bunlar, çiftbozanların (topraksız köylülerin) isyancılarıyla birleşip soygunlar yapmaya başladılar. Birkaç yüzyıl süren Celali İsyanları’nın neferleri bunlardır. Allah saklasın!

Ne kadar dindarsın?
Bu Diyanet İşleri durmadan bendenize top kaldırıyor: DİB, “Vatandaş Memnuniyet Anketi” düzenleyerek yurttaşların dindarlık düzeyini ölçmüş. Tansiyon ölçer gibi. Anketin sonuçlarına göre: Toplumun yüzde 63’ü çok dindar’mış; “Ne dindarım, ne değilim” diyenler yüzde 21; dindar olmayanlar yüzde 4,7; hiç dindar olmayanlar yüzde 1.1.
Katılımcıların yüzde 92.2’si din bilgisinin “çok iyi”, “iyi” ya da “orta” düzeyde olduğunu söylemiş. Geriye kalan yüzde 7,8, demek ki cahil.

Fevkalbeşer, tebrikler! Bir yerde de halkımızın yüzde 80’inin beş vakit namaz kıldığını okumuştum. Bana söylenenlere inanırım. Örneğin biri uçabildiğini söylese, inanırım. Ancak uçması gerektiğinde uçamazsa, gücenirim.

Demek ki Diyanet İşleri Başkanlığı, bu muhteşem durumdan hoşnut değil. Bütün vatandaşların hafız olmasını, gerektiğinde imamlık ve müezzinlik yapmasını istiyor. Bu gidişle insanlar çift meslekli olacak: İmam-vali, vali-imam gibi. Çok iyi!

Her şey bu kadar yolunda da arkalarına AKP Hükümeti’ni alan AKP belediyeleri neden her yerde içki yasağı uyguluyorlar? Dindarlar hiç meyhaneye gitmezler, “ne... ne” diyenlerin yarısı gitmez. Etti mi sana yüzde 73 buçuk. Sen yüzde 75 de! Geriye kalan yüzde 25’in bir bölümü sağlık sorunları, bir bölümü parasızlıktan içkili yerde içki içemez. Yüzde 5, yüzde 10 nüfus için mi bunca tantana? Hani İslam hoşgörülü idi?

Bir de kafamı kurcalayan bir soru var: Bu anket hapisanelerde yapılsa yüzdeler kaçta kaç olur acaba? Hapishaneleri dolduranlar ne kadar dindar? Karılarını kıyma gibi doğrayanların yüzde kaçı dindar, yüzde kaçı ateist ve dinsiz? Diyanet İşleri Başkanlığı bu soruları da yanıtlamalı.
Dini Vesayet’i tam anlamıyla kurdukları, nüfusun tamamını dindar yaptıkları zaman hapishaneler kapanacak mı? Polis teşkilatı ne olacak?

27 Aralık 2012 günü yayınlanan “Ne vesayet ne de hacr” başlıklı yazımda konuyla ilgili tanımları sözlüklere bakarak vermiştim:
Vasî : Bir yetimin ya da akılca zayıf birinin malını, mülkünü yöneten kimse. Ölen birinin vasiyetini yerine getiren kimse.
Vasiyyet: Bir kimsenin öldükten sonra yapılmasını istediği şey.
Vesâyet: Vasîlik, vasîlik yapma..

Hacr (Hacir): Kısıt, kısıtlılık, hacir altına almak.
Mahcur: Kısıtlanmış, kısıt altına alınmış, hacir (hacr) altına alınmış. . Hacz olunmuş, haciz altına alınmış.
Kısıtlamak: Önceden verilmiş hakların kaldırılması; bir kimsenin haklarını, özgürlüğünü, mallarını kullanmasını yasal yolla yasaklamak.

Hangisi doğru?

Günümüzdeki kullanım tarz ve alanlara bakacak olursak: “Askerin vesayeti” belki doğru olabilir. Ama din söz konusu olunca, müdahale vesayet boyutlarını aşıp “hacr” düzeyine varıyor.
Örneğin, Milli Gazete yazarı Mehmet Şevki Eygi birçok yazısında olduğu gibi (tarihini bulamadığım) “İslam Medreseleri Açılmalıdır” adlı yazısında şöyle buyuruyor:
“Bu medreselerde, kapatıldıkları zamanda ne okutuluyorsa o dersler okutulacaktır. Fazlası da olacaktır. Bu medreselerden yeni Şeyhülislam Mustafa Sabri’ler, yeni Düzceli Zahid el Kevserî’ler, yeni Elmalılı Hamdi Efendi’ler, yeni Gazalî’ler yetişecektir. Bu medreselerin üstün ve parlak mezunları Arapça kitaplar telif edecektir.”

Bu birkaç satır bile İslamcıların milleti vesayet altına almaktan öte, Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi “hacr” altına alma konusunda ne kadar kararlı olduklarını gösteriyor.

Yakında Osmanlı medreselerinin ilkellik düzeylerini betimleyecek yazılar yazacağım ama şimdilik şu birkaç satırdaki korkunç niyete değineceğim:
Osmanlı medreselerinde son yıllarda, ilim niyetine sadece dinle ilgili bilgiler veriliyordu. Özellikle Rönesans’tan ve Aydınlanma’dan sonra “müsbet ilim” alanında meydana gelen yeniliklere ve düşüncelere, fen ve teknik alanlarında yapılan keşiflere yer verilmiyordu. Tarih sadece İslam tarihi idi. Coğrafya, edebiyat, felsefe okutulmuyordu. Matematik, fizik, kimya, modern astronomi, kısacası o dönemde çağdaş ülkelerde okutulan hiçbir konuya yer verilmiyordu. Bunun sonucu olarak cahil ve yobaz softalar yetiştiriliyordu. Bu medreselerden çıkan din adamları Osmanlı padişahlarının öngördükleri askeri ve sivil bütün yeniliklere karşı çıkıyor, bazen bununla yetinmeyip isyan ediyorlardı. Osmanlı tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Örnek kişilikler

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi: 1869 yılında Tokat’ta doğdu. 1954’te Mısır’da öldü. Osmanlı Mebusan Meclisi mebusu idi. Vahdettin’e Sèvres anlaşmasının kabul edilmesini tavsiye eden Meclis-i Âlî’nin üyeleri arasındaydı. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı. 1913 yılında bir hükümet darbesi hazırlığına katıldığı için Romanya’ya kaçtı. Mahmut Şevket Paşa suikastının arkasında yer aldı. Teal-i İslam Cemiyeti’nin kurucularındandır. İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kuruluşuna öncülük etti. Hazırladığı Kuvvayi Milliye karşıtı bildiri 25 Eylül 1919’da gazetelerde yayınlandı, uçaklardan atıldı. Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in idam fetvasını verdi. 11 Nisan 1920‘de aralarında Mustafa Kemal Paşa’nın bulunduğu milliyetçiler hakkında ölüm fetvası verdi.

Kurtuluştan sonra, ailesini yanına alarak, İngilizlerin yardımıyla Mısır’a kaçtı ve orada öldü.
Mustafa Sabri’nin bir şiiri: Cumhuriyet devrimlerini lanetleyen ve Kuran’ın Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıkan bu muhterem zat, Yunanistan’da çıkardığı Yarın gazetesinde yayınladığı bir şiirinde Türklük ’ten istifa etmiştir:
“Yalnız Müslüman ve insan / Olarak kalmak üzere, Türklükten, / Şeref ve izzetimle istifa ediyorum Allah’ın huzurunda!... // Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme / Beni Türk milletinden addetme.”

Mustafa Sabri’den düşünceler: Kendi deyişiyle “Dinsiz Kemalist rejim”in, Türklerin başına gelen en büyük felaket olduğu inancından ölünceye kadar vazgeçmedi:
“Yani bütün hareketlerini hilafet makamına hizmet şeklinde göstermiş iken, nasıl kahbelik ve hayasızlıktır ki hilafetin en çirkin tezyif ve tahkirler altında birden bire ilgisına cesaret etmiştir.”

Kim yapmıştır bu işi? Mustafa Kemal!
“İki paralık Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve sair devletlerin İstanbul’dan çekip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği Türk aklı kabul edebilir.”

(Bu herzeler, Sadık Albayrak’ın hazırladığı “Mustafa Sabri, Hilafet ve Kemalizm” adlı kitapta yer alıyormuş.)
Düzceli Zahid El Kevserî (1879-1951). Mustafa Sabri türünden biri. 1922 yılında İstanbul’dan ayrılarak Mısır’a göçtü. Önce Kahire’ye yerleştiyse de kısa bir zaman sonra Şam’a gitti. Bir süre Şam’da kaldıktan sonra tekrar Kahire’ye döndü. Bu ikinci gelişten sonra ailesini de yanına alarak Kahire’ye yerleşti.
Elmalılı Hamdi Efendi (1878-1942): Epeyce karışık biri.
Gazali’nin İslam’ın içine girdiği çıkmazın baş sorumlusu olduğu bilinen bir gerçek.

Mehmet Şevki Eygi’nin, medreselerinin yeniden açılması durumunda, yetiştireceği insanlar bu türden Cumhuriyet düşmanı mürteciler olacak kuşkusuz. Ancak, “Bu medreselerin üstün ve parlak mezunları Arapça kitaplar telif edecektir” iddiasının hiçbir sağlam dayanağı yok. Çünkü Kâtip Çelebi dışında düzgün Arapça ile yazmış bir tek âlim olmadığı söylenir ki onun da Arapçası hatasız değilmiş.
Din hacri bu türden insanların sultası altında yaşandı. Bu düzeni şimdi tekrar kurumak istiyorlar. Başkanlık döneminde heykellerinin dikileceği tahmin olunabilir.

Askerin vesayetinin olduğu yerde askeri darbe olmaz. Neden olsun? Vesayet, darbenin neden ve gerekçelerini zaten ortadan kaldırmıştır. Vesayet kurmak için de darbe yapılmaz. İktidarda kalmak için yapılır. Bir başka darbe ile yıkılıncaya kadar.
Askeri darbeden söz edenler, dinin vesayet ve hacr kurum ve kuruluşlarının tarih ve eylemlerinden habersiz duruyorlar. Habersiz durdukları için de Türkiye’nin içinde bulunduğu kaosun gerçek nedenleri ortaya çıkmıyor.
Şeyhülislamlık, medreseler, ulema, ilmiye sınıfı, tarikatlar ve bunların Osmanlı devlet ve siyasetindeki yeri bilinmeden dinin vesayetini anlamak mümkün değildir. Dinin vesayeti sadece Osmanlı devletinin sorunu olmamıştır. Avrupa’nın aydınlanma ve çağdaşlaşma tarihi aynı zamanda dinin vesayet ve sultasından kurtulma tarihidir. Buna laikleşme, aydınlanma, sekülerleşme (çağdaşlaşma) diyorlar. Osmanlıda bu süreç Tanzimat ile başlamış, İkinci Meşrutiyetle devam etmiş, Cumhuriyet ile resmen tamamlanmıştır. “Resmen”! Ama...
Toptan “irtica” olarak tanımlanan gizli ve açık karşı devrimci hareket, dinin vesayetini tekrar kurmayı, dolayısıyla Cumhuriyet’i hedef alan girişimdir. Askerin buna izin vermemeyle ilgili sorumluluk ve yükümlülüğüne “askerin vesayeti” adını veriyorlardı. İrticayı bir demokratik hak ve özgürlük içinde değerlendirenler için çok doğal bir adlandırma. Dinin vesayet sultası altında yaşamayı istemek bir demokratik hak olabilir mi? Böylesine bir vesayet demokrasinin sonu olmaz mı? Olur, olmuştur, olacaktır!

Her şeyin, Osmanlı’nın içine düştüğü her türlü bataklıktan kurtulmak için askeri reform yapmaya karar vermesiyle başladığını söyleyebiliriz. Askerin çağdaşlaşması için yeni askeri okullar açılması gerekiyordu. O zamana kadar askeriye ile ilmiye can ciğer kuzu sarması halinde yaşıyordu. Arada sırada aralarında çıngar çıksa da askeriyenin gereksinim duyduğu fetvaları ilmiyenin uleması veriyor; ilmiyenin gereksinimi olunca da yeniçeri ocağı kılıç çekiyordu. İkisinin işbirliğine padişahlar bile dayanamıyordu.
Mühendishane-i Bahri Hümayun açıldıNe olduysa, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ataları olan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn (1776) ve Mühendishane-i Berrî Hûmayûn’un (1795) açılmasıyla oldu. Geometri (1734), matematik (1773) ve mühendislik (1776) öğrenen subayın gözleri açıldı. Dünya ve ilimle ilgilenmeye başladılar ve Osmanlı toplumunun zifirî cehaletini gördüler. Doğal olarak “Biz neden böyleyiz?” sorusunu sordular.
Bu sorunun doğru cevabını alıp almadıklarını bilemeyiz ama Osmanlı’nın okul ve eğitim durumunu tasvir etmemiz gerekiyor.
Tasvir edelim
Kısaca: Sübyan mekteplerinde, çocuklara Kuran okumak, namaz kılmanın usulleri ve biraz da yazı yazmak öğretiliyordu. O kadar.
II. Mahmut, 1824-1825 yılında yayınladığı bir fermanla, ilk öğretimi zorunlu hale getirdi. Bunun nedeni çocukların dini bilgilerden yoksun kalmamaları idi.
Öğrenim dili Arapça idi. Türkçe ancak Tanzimat (1839) ve II.Meşrutiyet (1908) reformlarıyla resmi dil durumuna geldi. Ancak Osmanlı topraklarında, ne soyut ne de somut anlamda “Okul” diye bağımsız bir yapı vardı. Okul, cami idi. İlk Rüştiye (Ortaokul) de 1839 yılında Sultanahmet Camii’nde açılmıştı.
Gelelim ilmiye (ulema) sınıfının kaynağı medreselere: Buralarda müsbet ilim (matematik, geometri, fizik, kimya...) öğretilmezdi. Öğretim şeriat ağırlıklı ve nakli (tekrar) idi. Buralardan mezun olanlara âlim (ilim adamı) deniliyor ve bunlar Osmanlı devlet yapısı içinde ilmiye (ulema) sınıfını oluşturuyordu. Kimi zaman laf olsun diye, yabancı bilimler denen “ulumul El-avail” okutulduğu da oluyordu.
Mirasın bölüşülmesinde gerekli olduğu için hesap ve namaz vakitlerini saptamak için biraz kozmografya da öğretilirdi. Başlangıçta tıp okutulduğu da iddia edilir. Belki kurşun dökme öğretilmiştir.
Öğretim dili Arapçaydı dedik. Osmanlı’nın ilk yıllarında açılan medreselere Arapça konuşan memleketlerden hoca getirilmişti. Bunların öğrencileri öğrendikleri kadar Arapça öğrendiler. Onların öğrencileri de öğrendikleri kadar. Böylece Arapça okuyup yazma giderek zayıfladı. Sonunda medrese öğrencileri Tarzan Arapçası ile yazmaya ve konuşmaya başladılar. Kanunî dönemine doğru, medreselerde okuyanların çoğunluğu Arapça öğrenemediklerinden, asıl amaç olan İslam dinini ve kültürünü de öğrenemiyorlardı. Tabii Arap memleketlerini gidip eğitim ve öğrenimlerini tamamlayanlar hariç.
1900’lü yıllara gelindiğinde medreselerin ve ulema sınıfının durumu çok aşağı düzeylerdeydi. Artık mürteci yuvasına dönmüşlerdi.
Buna karşılık asker (subay) artık çağdaş dünyayı yakalama çabaları içindeydi. Sadece mesleğini değil, tarih, felsefe, sosyoloji, yabancı dil öğreniyordu. Aralarında çağlarını yakalamış entelektüeller de vardı.
Düşünsenize, kızlar 1862’den itibaren orta öğretim görmeye başladılar. İlk kadın öğretmen 1873 yılında atandı. Darülfunun (üniversite) sürekli öğretime 1900 yılında geçti ve kadınlar üniversiteye 1914 yılında kabul edildi.

Sıkıldım, yoruldum demem bundan işte. Bu yazdıklarımı siyasetçi bilmiyor diyelim, peki tarihçi milleti, sosyolog taifesi, müderris loncası, gazeteci locası bilmiyor mu? Galiba bilmiyor.
Bunları bilmeden ne asker ile ulema çatışmasını; ne ulemanın cumhuriyet düşmanlığını, ne de laikliğin erdemlerini anlayıp anlatabilirsiniz.
NOTA BENE: Bu yazıyı yazmak için, İsmail Tokalak’ın İslam Ülkeleri Neden Geri Kaldı (Gülerboy Yayıncılık, 2011) ile Faik Bulut’un Ordu ve Din (Berfin Yayınları, 2008) adlı kitaplarından yararlandım. Okumadan olmuyor. Beyin bilgi ve ilim salgılamıyor.

Askerin darbeci vesayetinin İttihat ve Terakki döneminde başladığı kuyruklu bir yalandır. Böyle bir yalanı ancak tarihsel gerçekleri çaptırmak ya da gizlemek isteyenler söyler. Ha isyan, ha darbe. İkisi de vesayet ve hacr defterlerine yazılır. Bunun bilinen ilk resmi örneği, II. Murat’ın (1421-1451) küçük yaştaki oğlu Mehmet’i (Fatih) tahta geçirmesine karşı çıkan Yeniçerilerin çıkardığı bir isyandır. II. Murat’ın tahta tekrar oturup buçuk oranında yeniçerilerin maaşına zam yapmasıyla son bulmuştur. O günden sonra Edirne’de isyanın olduğu tepeye “Buçuktepe”; isyana da “Buçuktepe İsyanı” adı verildi.
Yeniçeriler kaç kez isyan etti, bilmiyorum. Ama en kabadayı padişahlar zamanında bile birkaç kez isyan ettiler. Padişahın, sadrazamın her an isyan tehdidi altında yaşamaları vesayetin âlâsıdır. Bu isyanlarda ilmiye (ulema) sınıfı, askerin her zaman önünde, yanında, arkasında oldu. Özellikle de irtica kaynaklı ayaklanmalarda.
İrtica
Örnek olarak Parona Halil, Kabakçı Mustafa ve 31 Mart 1909 irtica ayaklanmalarını anımsayalım. Üçü de şeriatı ileri sürdü. Osmanlı’nın yaşayabilmek, ayakta kalabilmek için giriştiği en küçük yenilikler karşısında, üçü de safdil askeri iğfal etti. Bu isyanlar yabancıların ve düşmanların çok işine yaradı. İsyan meydanlarında ortada görünenler, yobazlar (softalar) ve asker kılığında gezen baldırı çıplaklardı.
Geride duranlar, bu yeniliklerden zarar göreceğini düşünenler ile ilmiye sınıfının ileri gelenleriydi. Bunun için softalarla yeniçerileri kullandılar.
Koca Sekbanbaşı tasarısı
[“IV. Mustafa’ya verdiği meşhur tasarısında Koca Sekbanbaşı bunların mahiyetini pek güzel deşer ve ortaya koyar.
Koca Sekbanbaşı diyor ki: “Şeriat naralarıyla İstanbul sokaklarını çınlatan bu baldırı çıplaklar dinin şartını bilmezler, kelimeyi şahadet getirmekten âciz kimselerdir ki, ağızları şarap kokar, savaştan kaçarlar ve İstanbul sokaklarında genç kadınlara ve oğlanlara tecavüz ederler.”
Parona Halil, Kabakçı Mustafa, 31 Mart’ta Derviş Vahdeti, Şeyh Sait, Dervis Mehmet vesaire de “Şeriatla davamız vardır!”, “Şeriat isteruk!” diyerek ayaklandılar ve ayaklandırdılar (...) Kabakçı olayında perde arkasına oynayanlar şunlardı:
Topal Ata, Köse Murat Paşa ve Münip Efendi.
Şeyhülislam Topal Ata ile Münip Efendi zamanın ulemasından idiler... Köse Musa Paşa ise sadrazam vekili idi.”] (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, I-II, Kaynak Yayınları, S.175-176)
Asker ile ulema bozuşması
Dünkü yazımda şöyle bir bölüm vardı: Ne olduysa, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ataları olan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn (1776) ve Mühendishane-i Berrî Hûmayûn’un (1795) açılmasıyla oldu. Geometri (1734), matematik (1773) ve mühendislik (1776) öğrenen subayın gözleri açıldı. Dünya ve ilimle ilgilenmeye başladı, Osmanlı toplumunun zifirî cehaletini gördü. Zamanla her türlü bilgiye açıldı ve bir ucundan siyasetle ilgilenmeye başladı. Doğal olarak “Biz neden böyleyiz?” sorusunu sordu.
Gözleri açılınca, vatan ve millet kavramlarını öğrendiler. İlerlemenin önündeki en büyük engelin ilmiye (ulema) sınıfından, din adamlarından ve eğitim-öğretim sisteminden kaynaklandığını gördüler. Asıl önemlisi Osmanlı devletini içerden çürüten irtica kaynağı olan din vesayetini gördüler. II.Meşrutiyet din ile devlet işlerinin ayrılması, yasaların kaynağının din olmaması gerektiğini anladı. İttihat ve Terakki okul ve yasalarda sekürlerleşmenin (çağdaşlaşmanın) kaçınılmaz olduğunu gördü.
Mürteci İslamcı kesim, bu nedenle İttihat ve Terakki’den, II.Meşrutiyet’ten nefret eder ve inadına II.Abdülhamid’i Ulu Hakan olarak göklere çıkartır. Sekülerleşme işlemini laik devrim yasalarıyla tamamlayan Cumhuriyet’ten aynı nedenlerden dolayı nefret eder.
Bu bozuşmaya karşın askeriye hiçbir zaman dini inancı karşısına almamıştır. Laikliğin dinsizlik, askerin din düşmanı olduğu da iftira ve yalandır. Asker, irtica ile koalisyonu bozduğu için din düşmanı (!) olmuştur. Ancak, “Türk-İslam Sentezi”ni meşrulaştıran, din derslerini zorunlu hale getiren 12 Eylül darbesini hiç mi hiç eleştirmezler. Varsa, yoksa 28 Şubat. Anayasa’nın 174 maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları ve 28 Şubat Kararları irticanın en büyük düşmanıdır. 28 Şubat kararlarını hallettiler, şimdi sıra Devrim Yasaları’nda.
Dinin vesayeti, din baskısı
Laik yasalar, devlet ile din işlerini büyük ölçüde birbirinden ayırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, ne yazık ki kuruluş amaçlarını gerçekleştiremedi, gizli bir irtica ocağına dönüştü. Tevhid-i Tedrisat’ın kurduğu imam-hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri tam anlamıyla cumhuriyet aydını din adamını yetiştiremedi. Laik cumhuriyet yasalarına karşın, dinin toplum üzerindeki vesayet ve baskısı hiçbir zaman kalmadı.
Ramazan ayları ve oruç, toplum üzerinde baskı aracına dönüştü. Oruç tutmayanlar dinin baskısıyla özgürlüklerinden indirim yapmak ve gizlenmek zorunda kaldılar. 2013 yılında artık Ramazan ayında neredeyse açık lokanta bulmak mümkün değil. Bu aylarda memur kantin ve yemekhaneleri kapalı oluyor. Oruç tutmayanlar, gafil davranıp sokakta sigara içenler gebertircesine dövülüyor, kimi zaman öldürülüyor.
Türlü nedenlerle içkili yerler kapatılıyor, içki ruhsatı verilmiyor ama her türlü lotaryacılık, lotoculuk, totoculuk, şans oyunları AKP Hükümeti tarafından teşvik ediliyor.
İmam-hatip liseleri laik liselerin yerini alıyor ve iktidar, “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme cihadında emin adımlarla ilerliyor.
Bunları yazarken, Koca Sekbanbaşı’nı düşünüyorum!

“Askerin Vesayeti, Dinin Vesayeti” dizisini bu onuncu yazıda bitiriyorum. Bu konuda yazmak, söylemek istediklerimin ancak küçük bir bölümünü yazdım. Cumhuriyetin çıkardığı devrim yasalarıyla kendini korumak istemesini despotluk diye kınayanlara, TSK’nın Cumhuriyet’e bağlılığını vesayet ve darbe içgüdüsü olarak tanımlayanlara, asıl vesayetin, hacr ve baskı tutkusunun din adamlarından ve dini siyasete alet eden partilerden kaynaklandığını biraz olsun göstermek istedim.
Yüzyıllardır, Osmanlı ve Türkiye toplumu üzerinde egemenlik süren “afyonlaşmış din”in baskılarının insanlar üzerinde uyuşturucu bir kadere dönüştüğünü hatırlatmak istedim.
Vatandaşlar, tarikat ve cemaat bağımlılığından kurtulup seçmen vatandaşa dönüşmeden, zihniyet ve bilinç olarak çağının çağdaşı olmak olanaksız.
AKP’nin dinsel sulta ve saltanatından, ülkeyi ancak vatandaşın çağının çağdaşı bilinci kurtarabilir.
Bunun bir somut örneği olarak “Haklarımız İçin Yurttaş Buluşması”nın bildirisini yayınlıyorum:
Yurttaşın Haklar Bildirisi
[“Uzun zamandır inanç ve köken farkımızı acımasızca siyasetin aracı yapanlar, 90 yıllık Cumhuriyetle hesaplaşmakta; Atatürk’e, laik Cumhuriyetin kurucularına, aydınlanmacılara akıl, bilim ve ahlakdışı saldırılar yoğunlaşmaktadır. Oysa Cmhuriyetimiz, başlı başına bir kültür devrimidir. Kılık kıyafeti, yazıyı, dili, ölçüyü, takvimi yenileştiren devrimlerle “kul” olmaktan kurtulup “yurttaş” kimliği kazanan halkımız, çağdaş dünyayla yarışa başlamıştır. 3 Mart 1924’te kabul edilen ve cumhuriyet tarihine “3 Mart Devrim Yasaları” olarak yazılan “Hilafetin Kaldırılması, Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin Kaldırılması, Eğitim ve Öğretim Birliği Yasaları”yla halk egemenliğinin özü olan laikliğin toplumsal temelleri atılmış; yurttaşlık bilincimizin kökleşmesi sağlanmıştır. Ne ki son zamanlarda 90 yıllık kültürel birikimimiz yok sayılıyor. Tarihin akışı, akıl ve bilimdışı yalanlarla değiştirilerek, çocuklar ve kadınlar kullanılarak Cumhuriyetin tüm değerleri birer birer siliniyor.
Bizler, 90 yıllık Cumhuriyetin kazanımlarıyla farklılıklarımızı varsıllık olarak içselleştiren bireyleriz. Ulusal bayramları yasaklayan, yargı bağımsızlığını yok eden, üniversiteyi susturan, inanç ve köken farkımızı sömüren, “4+4+4’lük ucube”yle eğitimi dinselleştiren, kız çocuklarını toplumsal yaşamdan koparan; gençleri, kadınları ve engellileri çaresizliğe iten, basın yayını etkisizleştiren, gericiliği aklayan, sanatı “muhafazakârlaştırma”yı düşleyen, adları bile değiştirilen cumhuriyet kurumlarında inanç odaklı kadrolaşmaya hız veren, aydınları zindana tıkan; siyasal bağımsızlığımızı yok sayan, emperyalisti füzesi, askeriyle topraklarımıza sokan, ülkeyi savaşa sürükleyen olumsuzluklara seyirci kalamayız! Bu duygularla ve yurttaşlık bilinciyle tüm “HAKLARIMIZ İÇİN YURTTAŞ BULUŞMASI” bir zorunluluk olmuştur!
3 Mart 2013; saat 13.00’te, Ankara’nın Tandoğan Meydanı’nda buluşacağız! Bağımsızlığımız için; çağdaş eğitim için; bilim ve sanat için; adalet ve demokrasi için; her yaştaki çocuklarımız, kadınlarımız, engellilerimiz için; emek ve emekçi için; emekliler için; insanca yaşamak hakça bölüşmek için; yok pahasına satılan yeraltı ve üstü zenginliklerimiz için; derelerimiz gibi kurutulan tüm değerlerimiz ve ulusal onurumuz için “Üç Devrim Yasası”nın 89. yılında laik Cumhuriyetimiz için meydanda olacağız!
Kadın erkek hepimiz, cumhuriyet devrimleriyle elde ettiğimiz kazanımları korumakta; aklın, bilimin ve sanatın ışığında geleceğe taşımakta kararlıyız!
Sizin ve tüm yurtseverlerin bu kararlılığımıza ortak ve destek olmasını bekliyoruz! Destek ve ilginizi esirgemeyeceğinize inanarak saygılar sunuyoruz.
Haklarımız için yurttaş buluşması!
3 Mart 2013, saat 13.00 Tandoğan’dayız!
Düzenleme Kurulu Adına Kitle Örgütlerinin Temsilcileri
Şenal Sarıhan, Sevgi Özel, Nazım Mutlu, Yıldırım Kılınçaslan, Meral Özaygen, Şenel İke, Cengiz Gülebay.
Tanrı vesayet altında mı?
Değerli ilahiyatçı, filozof ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, Yurt gazetesindeki sütununda (19.02.2013) “Tanrı Vesayet Altında mı?” başlıklı bir yazı yayınladı. Benim “Dinin Vesayeti” deyişimle Yaşar Nuri Öztürk’ün deyişi aynı kapıya çıkıyor. Dini vesayet aracı durumuna getirip onu toplum üzerinde bir silah olarak kullananlar ile Tanrı’yı vesayet altına alanlar aynı kişiler. Kim bunlar? İslamcılar, tarikatlar, Milli Görüşçüler, Fethullahçılar, dinci mütegallibe, yeni ulema sınıfı ve dini afyon olarak kullanan AKP kadrosu. Bunlara başka eklemeler de yapılabilir.
Yaşar Nuri Öztürk şöyle yazıyor:
“Tanrı vesayet altına elbette alınamaz ama O’nu vesayet altına almaya yönelik davranışlar insan tarafından her zaman sergilenebilir ve sergilenmiştir. Bugünkü dünyanın sıkıntı sebeplerinin başında da insanın bu namert girişimi bulunmaktadır.
Tanrı’yı vesayet altına alma tutkusu, Tanrı’nın gönderdiğı dini kendi hesaplarına uyduran din temsilcilerinin dünyasında barınabilmektedir. Tanrı’yı vesayet altına alma girişimi, Tanrı’nın yeryüzündeki iradesini saptırmakla başlıyor. Şirk (Allah’ın yetkilerini paylaştırma) illeti bu saptırmanın en tipik belirişidir.”
İslam’da ruhban sınıfının olmadığı söylenir ama uygulamada tıpkı Hıristiyan kiliselerinde olduğu gibi, bir Müslüman ruhban sınıfı vardır. Tanrı’yı vesayet altına alarak dinsel vesayet kuran ve bunu hem paraya, hem de siyasete dönüştüren sınıf. Bu sınıf bu nedenle bir kaç on yılda devlet kurumlarını ele geçirdi ve iktidara geçti ve on yılda Karun kadar zengin oldu.



Hiç yorum yok: