Cumhuriyet Halk
Partisi Milletvekili Birgül Ayman Güler, “Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit,
eş değerde gördüremezsiniz” dediği için kıyma makinesine koyup kıyım kıyım
kıydılar. Peki aynı cümleyi Başbakan Erdoğan söylemiş olsaydı bu kelle avcıları
ne yapardı acaba?
Belagat
sahibi Başbakan, “Bizim temelimiz anasır-ı İslamdır” dediği zaman ne yaptılar
ki? (17.12.2005 tarihli, AK Parti Grup Başkanlığı’nın Basın Özeti’nde okudum).
Üstelik sözünü güçlendirmek için, Atatürk’ün Nutuk’ta “Anasır-ı İslamiye”den
söz ettiğini eklemiş. Ardından, “alt kimlik-üst kimlik” tartışmalarından
duydukları rahatsızlığı dile getirmiş ve “Bu tartışmanın uzatılması terör
örgütüne yarıyor. Türkiye’de hakim unsur Türk halkıdır ve Kürt sorunu diye bir
sorun yoktur” buyurmuş.
Başbakan’ın
bu sözlerini, CHP milletvekilinin ümüğünü sıkanlar da duydular, ama
kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp sustular.
Kavramları
karıştırmak
Şehit
ailelerine konuşan Başbakan “Kabinede de Kürt kökenli bakanlar vardır. Kürt
vatandaşlar Türkiye’de her mevkiye gelebilir” demiş ve Anayasa’nın 66’ncı
maddesindeki, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan
herkes Türk’tür” ifadesini ezbere söylemiş. “Türkiye’deki vatandaşlar arasında
bağlayıcı din bağı vardır” yönündeki sözlerini Atatürk’ün Nutku’nu dayanak
yaparak iyice pekiştirmiş. “Nutuk’ta benim söylediğimden daha fazlası var.
Atatürk, Anasır-ı İslamiye‘den bahsetmiş. Baykal’a bunu bir türlü
anlatamıyorum” demiş.
1920’lerde
bu topraklarda yaşayan insanlar arasında elbette din bağı vardı: Sunniler,
Şiiler. Aleviler, Hıristiyanlar, Museviler, Mecusiler... Bu bağ şimdi de var.
Ateistler de birbirine bağlıdır.
Ama başbakan “Türkiye’de hakim unsur
Türk halkıdır!” diyerek Türk ırkını, etnisitesini; “Bizim temelimiz anasır-ı
İslamdır” diyerek Sunni İslamı öne çıkartıyor, böylece hem ırkçılık hem de
dinsel ayrımcılık yapıyor.
Bu
merteği elbette AKP avanesi, kapı kulları, ücretli askerleri görmedi, görmez,
görmeyecek! Peki sizler neredeydiniz, neredesiniz medyanın liberal bülbülleri,
solun sağcı horozları?
Gelelim
şu Söylev (Nutuk) işine: Atatürk, Söylev’in neresinde “Bizim temelimiz anasır-ı
İslamdır” demiş?
Mustafa
Kemal Paşa, 1920’lerde bir vesile ile Anasır-ı İslam’ı kullanmış olabilir ama
Başbakan’ın öne çıkardığı anlamda kullanmış olamaz, 600 küsur sayfalık
Söylev’de “Anasır-ı İslam” aramak samanlıkta iğne aramak gibi bir şey.
Başbakan’ın danışmanları deyişin geçtiği yeri haber verirlerse son derece
memnun ve mutlu olurum. Önümde ufuklar açılır.
Başbakan’ı anlıyorum
ama...
Başbakanı
anlıyorum: İmam-hatip mezunu olduğu için, kendini medrese mezunu ve ilmiye
(ulema) sınıfından sayıyor; II.Meşrutiyet (1908) ve Cumhuriyet yüzünden
yitirdiği saygınlığının, etkinliğinin öcünü almaya, devrim yasalarını tersine
çevirip bir restorasyon rejimi kurmaya çalışıyor. Kurmak istediği rejim Din-i
İslam’ın tam zamanlı vesayeti. O vesayet ki Osmanlı İmparatorluğu döneminde
dört kıtada egemendi; ilmiye sınıfının reisi Şeyhülislam, Osmanlı saltanat
hiyerarşisinde Padişah ve Sadrazamdan sonra üçüncü sıradaydı.
Kadı
olup şeriat adına hüküm veriyorlardı. Müderris olup medreselerde, kafalarındaki
islamı öğretip kadı ve müderris yetiştiriyorlardı. Özerktiler. Kadılar mahkeme
harçlarını, müderrisler vakıf ücretlerini cebe indiriyorlar, padişah tarafından
besleniyorlardı. Dedikleri dedik çaldıkları düdüktü...
Kendi
sınıf bilinçlerinin oluşumundan itibaren, sadece kendi çıkarları için, devletin
iç ve dış siyasetine müdahale edip söz sahibi olmuşlardı. Osmanlı ailesine
paralel bir saltanat düzeni kurmuşlardı: Kadılık ve müderrislik artık babadan
oğula, oğuldan toruna geçiyordu. Artık ana rahminde ulema oluyorlardı.
Cumhuriyet
ve II. Meşrutiyet yüzünden bu avantaları yitirmişlerdi.
Bütün
bunların intikamı alınacaktı!
Mustafa
Sabri Efendi’nin intikamını alacaktı!
Sabah
akşam uğradığı, uğradıkları zulümlerden söz etmiyor muydu? Elbette bu
zulümlerin (!) intikamını alacaktı. Alacaklardı. Gizli medreselerde, Nur ve
Işık evlerinde öğrendiklerini uygulayacaktı, uygulayacaklardı.
Bunları
yapabilmek için, karşılarında tek bir engel vardı artık: Adliyeyi, Mülkiyeyi,
Zaptiyeyi, Masa ve Kasayı ele geçirmişlerdi, geriye sadece askeriye kalıyordu.
Asker dinin vesayetini savunsaydı, geçmişte olduğu gibi ortaklık yapsaydı,
sorun yoktu. Laik Cumhuriyete bekçilik yapıyordu.
Askeriyeden
1908’in, 31 Mart’ın intikamı alınmalı, dinî vesayet rejiminin restorasyonu için
askerin vesayeti ortadan kaldırılmalıydı.
Başbakan’ı
ve yeni ilmiye sınıfını, hak vermek değil, anlamak mümkün!
1908’den
sonra, iktidardan düşünce, çok değişim ve gelişim gösterdiler, yoksul ve köylüleri
gizli medreselere gönderdiler, kendileri üniversitelerde okudular.
Artık,
“Şeriat isteriz!” diye sokaklara dökülmüyorlar; Cuma namazlarından sonra tekbir
getirip istemezüklenmiyorlar. Ama demokrasi küheylanına binmişler hedeflerine
doğru dörtnala at koşturuyorlar.
Fakat...
İntikam
cihadını ileri demokrasi yürüyüşüdür diye alkış tutan gafil ve goygoycu
sürüsüne ne demeli? Bir tek Cumhuriyet’e ihanet etmekten utanmazlar!
Dünkü
yazıda somut verilerden hareketle kısa bir görünüm tasviri yaptık. Bugün konunun
bilgisel ve kuramsal yanına değineceğiz. Değinemeyeceğiz. Araya bir karaçalı
girdi. Ama iyi de oldu. Konuya damardan girmeden somut bir örnekle uğraşmak
daha iyi olacak.
Kara çalı
dediğim haber 7 Şubat 2013 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlandı. Namık
Durukan imzalı “Tevhid-i Tedrisat Kaldırılsın” başlıklı
haberi okuyalım:
Tevhid-i Tedrisat kaldırılsın
BDP
Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, tartışma yaratacak bir kanun teklifi
hazırladı. Öğretim Birliği’nin esası olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun
kaldırılmasını isteyen Tan, yasanın tek tipçi eğitim anlayışının, çok kültürlü
toplumlarda, her bakımdan dünyanın gerisinde kalmanın ve gittikçe gerilemesinin
göstergesi olduğunu savundu. Kanun teklifi veren Tan, 3 Mart 1924’te yürürlüğe
giren “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”nun (Öğretim Birliği Yasası) yürürlükten
kaldırılmasını talep etti. Tan, teklifinin gerekçesinde kanunun 1924 yılının
şartlarına ve zihinsel atmosferine göre düşünülüp yürürlüğe konulduğunu
belirterek, ‘Eğitime milli bir karakter kazandıran ve eğitim ve öğretimin tüm
unsurlarıyla tek merkezden kumanda edilmesine yol açan, dolayısıyla hiyerarşik
bir yapılanmayı da beraberinde getiren bu “tevhidçi” eğitim anlayışı bugün hâlâ
yürürlüktedir. Ve gelişen dünyanın cevap verememektedir’” dedi.
Neden kaldırılsın?
Önce bir
durum ve konum saptaması yapalım: A: Tan’ın bende varattığı şudur: Önce
İslamcı, sonra Kürt milliyetçisi bir siyaset adamı. Bu tanım beni kesinlikle
tedirgin etmez.
Laik ve
demokratik cumhuriyetin ekolojik ortamında “İslamcı” olmak her vatandaşın
hakkıdır. Bu hakkı kullanmanın anayasal ve yasal yolları vardır ya da yoktur.
Aynı ortamda
Kürt Milliyetçisi olmak herkesin hakkıdır. Silaha davranmamak koşuluyla, cumhuriyetin
üniter devletine karşı olmak, özerklikçi, federasyoncu ve ayrı devletçi olmak
da herkesin hakkıdır. Kürtler için özerk, federe ya da bağımsız devlet isteyen
kimseyle tartışmaya girmem. Desteklemem de...
Ancak iş
“harbî”likten uzaklaşmışsa, arkaya dolanarak puan kapma hesapları yapılıyorsa,
“destur” bile demeden dalışa geçerim. Benim anladığım çağdaş ve nesnel “aydın”,
üstüne vazife olsun olmasın, kamuyu, insanlığı ilgilendiren her konuda söz alır
ve olaya burnunu sokar.
***
Şimdi A.Tan’ın önerisini teşrih
masasına yatıralım:
Altan Tan’ın
kaldırılmasını istediği yasa, mevcut Anayasa’nın 174.maddesinin koruması
altında, herhangi bir şekilde değiştirilmesi tavsiye edilmez.. Çünkü, laik
cumhuriyetin kuruluş temelinde bulunan belki de en önemli yasadır. Dinin
vesayetine son verdiği gibi eğitimi ebediyyen çağdaşlaştıran bir yasadır. Bu
yasa kaldırılırsa laik ve demokratik cumhuriyetin temelleri dinamitlenmiş olur.
Artık A.
Tan’ın iddialarını çürütebiliriz:
1. Evet, bu
yasa öğretim sistemi içinde tek tipçidir. Laik temele dayanır. Bu yasadan önce
de öğretim tek tipçi idi ve İslamın şeriatına dayanıyordu. Bu yasa ile Osmanlı
döneminde mürteci ve isyan ocağı olan medrese kaynağı kurutulmuştur.
2.
Medreselerin kaldırılması, ilk ve orta öğretimde çağdaş pedagojinin
metotlarının uygulanması ve çağdaş üniversitenin kurulmasıyla Türkiye
Cumhuriyeti çağdaş uygarlık düzeyini yakalama yoluna girmiştir.
3. Kanun,
1924 yılının koşul ve atmosferine uygun olarak yapılmıştır. Doğrudur. Koşul,
eğitim ve öğretimi dinin dogma ve şeriatından kurtarmayı zorunlu kılıyordu.
Eğitim ve öğretim düzeni laikleştirilerek, önü değişim ve gelişime açılmıştır.
Medreseler kaldırılarak ulema ve kof ilmiye sınıfının dinsel diktatoryasına son
verilmiştir.
4. Eğitim her ulusal devlette “milli”dir. Uygar
ülkelerde eğitim ve öğretim dinsel kurallara dayandırılamaz. Medreselerde
yapıldığı iddia edilen “ilim”, İslami ilimdir. Tarih, coğrafya, felsefe, fen,
matematik, fizik, kimya, cebir ve geometri gibi müsbet bilimleri kapsamaz ve
red eder. Dünyanın bütün uygar ülkelerinde bir Eğitim Bakanlığı vardır, eğitim
ve öğretimi tek elden yönetir. Tek elden yönetim, bireylerin fotokopi ya da
teksir makinesiyle tornadan geçirildiği anlamına gelmez. Yoksa, cumhuriyetin
okullarından Abdullah Gül, R.T. Erdoğan, Altan Tan gibi tipler mezun olamazdı.
Altan Tan mugalata yapmaktadır.
5. A.Tan’ın
bu yasanın gelişen dünyanın taleplerine cevap veremediği iddiasına gelince:
Uzaya fırlatılan uydu, tıp, fizik, kimya, matematik, otomotiv sanayisi ve öteki
sanayi türleri, ülkenin yetiştirdiği “kadro” (cadres), dünyanın dört bir
tarafında tercih edilen GEO’lar onun iddialarını yalanlamaktadır.
6. Artık
iflas etmiş olan postmodernitenin kavramlarından biri olan çok kültürlülüğe
gelince, başta bu kavramın gönüllü taraflarları olan Holanda ve Almanya’da
artık gözden düşmüş bulunmaktadır.
Altan Tan’ın taktiği
1. Altan Tan,
bu önerisi ile, AKP’nin eğitim ve öğretimin dinselleştirme siyasetini
desteklemektedir. İlk aşamada, laik okulların karşısına şeriata dayalı eğitim
ve öğretim yapan mahalle mektepleri ve yeni ulema yetiştirecek medreseler
yeniden açılacak. İkinci aşamada laik okullar kapatılacak ve ülkte Tanzimat
öncesine dönecektir. Ki bu da R.T.Erdoğan’ın Başkanlık projesiyle
örtüşmektedir. Bu konuda, Nilgün Cerrahoğlu’nun 7 Şubat 2013 günü Cumhuriyet
gazetesinde yayınlanan yazısını tavsiye ederim.
2. Tevhid’i
Tedrisat’ın kaldırılması durumunda, A.Tan’ın “Kürdistan” tesmiye ettiği
mıntıkada, öğretimin tamamının Kürtçe yapılmasının önü açılacaktır. Bu ancak
tam özerk, federe ya da bağımsız bir Kürt devletinde mümkündür.
Bu yazıların
ana fikrine girmeden önce, çevresinde dolaşıyorum. Bunu yapmak zorundayım.
Çünkü: “Askerin Vesayeti, Dinin Vesayeti” yazı dizimi bir tür vasiyetim
sayıyorum
İlkin, “Tarih
Cehenneminde Irkçılık” (06.02.13) ve “Dünyanın Dört Bir Tarafı ve M.E. Bozkurt”
(08.02.13) yazılarında, belki, eksik bıraktığım bir yere döneceğim:
Mahmut
Esat Bozkurt
İlkin, M.E.
Bozkurt’un ne mel’un ırkçı olduğunu kanıtlama vesiyesi yaptıkları “Türk’ün en
kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir” cümlesini ele alacağız. Bozkurt’un
bu cümlesinin yer aldığı metin, sözü geçen Türk ırkçısının (!) Kaynak Yayınları
tarafından yayınlanan Atatürk İhtilali, I-II. Adlı kitabının 134. Sayfasında
yer almaktadır. Okuyalım:
“Kendi
hesabıma son sözüm şudur: Bir ihtilal hangi millet hesabına yapılırsa, mutlaka
o milletin öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır.
Mesela:
Türk ihtilali
öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız şartsız.
Yabancıların
yardımıyla başarılan ihtilaller yabancılara borçlu kalırlar.
Bu borç
ödenmez.
Ancak,
Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Geçmişte Osmanlı
İmparatorluğu’nun bahtsızlığı, çoğunlukla, kaderini Türklerden başkasının idare
etmiş olmasıdır.”
M.E. Bozkurt
“Öz Türk” deyişini, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı bulunan
azınlıklara ya da Türk etnisitesinden olmayanlara karşı kullanmamaktadır.
Emperyalist yabancılara (İngilizlere, Fransızlara, Almanlara, İtalyanlara...)
karşı kullanmaktadır.
“Öz” sözcüğü,
Türkçenin sadeleştirilmesi döneminde kullanılan tuhaf örneklerden biridir.
Tuhaflık sadece bu sözcükte kalmamakta, M.E.Bozkurt “kaytak” (dönek, mürteci)
gibi günümüzde pek az kimsenin bileceği sözcük de kullanmaktadır.
Ancak yazıda,
kötü niyetli münafıkların kötüye kullanabileceği bir başka deyiş var: “Türk
olmayanın.” Münafıklar bunu “Türk etnisitesinden, ırkından olmayanlar”
anlamında yorumluyor. Oysa adam, “İngilizler, Fransızlar, Almanlar, falanlar ve
filanlar” anlamında kullanmaktadır.
Bu bölümü
bitirmeden önce, Televizyon programlarına katılan cumhuriyetçilere bir sözüm
var: Karşınıza bir “kaytak” münafık çıkıp da M.E. Bozkurt’a bu cümle ve benzeri
cümlelerle iftira ettikleri zaman susacaksanız, televizyonlara çıkarak
insanlara kötülük yapmayın. O cümlenin nerede kullanıldığını, kitabın ya da
gazetenin adını, tarihini ve sayfasını sorun. Cevap veremeyeceklerdir. O zaman,
kanıt getirmeleri için ısrar edin. Yoksa, Cumhuriyet ve devrimlerine,
devrimcilerine kara çalınmasına katkıda bulunmuş olursunuz.
Altan Tan
Altan Tan
konuşmayı seven bir adam. Tam anlamıyla bir laf ebesi. Dünkü yazımda “Laik ve
demokratik Cumhuriyetin ekolojik ortamında ‘İslamcı’ olmak her vatandaşın
hakkıdır. Bu hakkı kullanmanın anayasal ve yasal yolları vardır ya da yoktur.
Aynı ortamda
Kürt Milliyetçisi olmak herkesin hakkıdır. Silaha davranmamak koşuluyla,
cumhuriyetin üniter devletine karşı olmak, özerklikçi, federasyoncu ve ayrı
devletçi olmak da herkesin hakkıdır “ diye yazmıştım. Muhterem milletvekili bir
gün sonra (08.02.13) Aydınlık gazetesinden Cansu Yiğit’e demeç vermiş. Tevhid-i
Tedrisat Kanunu’nun kaldırılması için verdiği teklifin ideolojik olmadığını
ileri sürüyor. Dün dediğim gibi arkadan dolanıyor. Önerisi ideolojik. Savunması
demagojik ve illojik (mantık dışı).
Muhterem
milletvekili, Kemalizm’e karşıymış, tasfiye olmalıymış. Şahıs olarak laik
değilmiş. Bir Müslüman olarak İslam şeriatına inanıyormuş. Olabilir. Bu kafa
ile de demokratik ve laik bir cumhuriyette yaşayabilir. Ama bu düzenin temel
direği olan yasanın kaldırılması için önerge verirse iş değişir. O zaman, ahlak
sahibi ise, öneriyi, dinin vesayetini restore etmek için yaptığını itiraf
etmesi gerekir.
Demagojik ve illojik konuşuyor: Heybeliada Ruhban
Okulu Tevhit-i Tedrisat Kanunu yüzünden kapatılmadı, 1971 yılında, Türkiye’deki
özel yüksekokulların devlet denetimine girmesi ile ilgili kararı kabul etmeyen
Fener Rum Patrikhanesi tarafından 1971-1972 yılında kapatıldı.
Çoğulculuk bataklığı
Dünkü
yazımda, Nilgün Cerrahoğlu’nun 7 Şubat 2013 günü Cumhuriyet Gazetesi’nde
yayınlanan yazısını tavsiye etmiştim. Yazının adı: “Düşünür Fernando Savater:
Özerklikle Milliyetçilik Yumuşamadı, bilendi.”
Gene
demagojik ve illojik Altan Tan, bir gün önce, Tevdit-i Tedrisat Kanunu’nun
çoğulculuğa, çoğulcu kültüre engel olduğunu savunuyordu. Dün de yazdığım gibi,
postmodern çağın devam ettiğini sanıyor. Millet postpostmodern dönemi bile
geride bıraktı. Bunun en taze örneğini, İspanya’nın en önemli filozofu Fernando
Saveter’le konuşan Nilgün Cerrahoğlu veriyor.
Ayrılıkçılık, bölgecilik ve
bölgesel milliyetçilik olgularını “fırsatçı bir hastalık” olarak tanımlayan ve
bu hastalığın “zayıflayan organizmalara saldırdığını” ileri süren Fernando
Savater şöyle konuşuyor:
“Özerklikler
her şeyden önce milliyetçilik ateşini söndürmedi. Bir ‘özerklikler devleti’
oluşacağına, ortaya bir ‘milliyetçilikler devleti’ çıktı [...] Bugün
İspanya’nın 17 özerk bölgesinde 17 tedrisat var. Her bölgenin tedrisatı ayrı.
Bazı bölgelerde resmi dil İspanyolca ile eğitim yapılamıyor. Avrupa’da başka
böyle ülke yok. [...] Katalonya’da yapılamıyor. Bask’ta, Galisya’da, Balear’da
zorlukla yapılıyor. [...] Özerk bölgeler, devletin ademi merkeziyetçilikle daha
iyi çalışması için kurulmamış mıydı? Bu neticeye ulaşılmadığına göre mantıklı
olan eğitim gibi bazı yetkilerin geri alınması...”
Zor geri
alınır! Kendi düşen ağlamaz, demişler. Özgürlük var, herkes dilediği gibi
intihar edebilir!
Prof.
Dr. İlber Ortaylı’yı delikanlılığından beri tanırım. Meraklıydı. Dost Dergisi’nde,
Suriye tiyatrosu hakkında yazı bile yazmışlığı vardır. Bir gün bir yerde
karşılaşsak, kendisine, “Yahu İlber, yedi düvelin televizyonunu dolaşıyorsun,
iğne deliğinden geçen deveyi anlatıyorsun. Bir de şu Osmanlı döneminde dinin
vesayeti durumunu, ulemayı, ilmiye sınıfının hal ve gidişini, Suhte
ayaklanmalarını anlatsan da millet irşat olsa. Bu işler benim gibi bir
troubadour’a kalmamalı” diyecektim.
Vesayet ve istibdat
Dinin
vesayetini (aslında din istibdatını) yeniden kurmak isteyenler, bir yandan
hayallerini dile getirirken bir yandan da bunları gerçekleştirme yoluna
girdiler, bazılarını gerçekleştirdiler: Tekke ve zaviyeleri, medreseleri
yeniden açmak; başta Tevhid-i Tedrisat Kanunu olmak üzere Devrim Yasalarını
yürürlükten kaldırmak; 31 Mart irtica ayaklanmasını kutsamak için Taksim
Kışlası’nı yeniden inşa etmek; Cumhuriyet devrimcilerini ırkçı ve faşist ilan
etmek; Seyyit Rıza, Şeyh Sait gibi ayrılıkçı isyancıların; İskilipli Atıf Hoca,
Mustafa Sabri ve Düzceli Zahid el Kevserî gibi Cumhuriyet düşmanı mürtecilerin
itibarını iade etmek; İstanbul’da İslam Üniversitesi kurulması (11.12.2013
tarihli yazım)...
İş bunlarla bitmiyor.
Projelerin
sonu gelmiyor: İstanbul’da İslam Üniversitesi’nin kurulacağını müjdeleyen DİB
Başkanı Mehmet Görmez, bu kez, Diyanet Akademisi’nin kurulacağını haber
veriyor. (7 Şubat 2013 tarihli gazeteler).
Diyanet
İşleri Başkanlığı Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen “Dini
Yüksek İhtisas Eğitim Merkezleri İdareci ve Eğitim Görevlileri Semineri”nde
konuşan Mehmet Görmez, üç yıllık eğitim veren eğitim merkezinin gerçek ihtiyaca
yetmediğini, bu nedenle kendi içinde akademik özerkliğe sahip, kurumsal statüsü
olan bir akademiye dönüşmesi gerektiğini açıklamış.
Türkiye’nin El Ezher’i mi?
Hazırlanan
yasa taslağına göre: Ankara merkezinde bir akademi, akademiye bağlı üç çeşit
eğitim kurumu, akademinin kendisi, genel kurul ve akademik kurul olacakmış.
Akademik kurul da müfredatı ve programı belirleyecekmiş.
Başkan Mehmet
Görmez’e göre: Dini Yüksek İhtisas ve Eğitim Merkezleri’nin dört bakımdan
kendilerini yenilemeleri gerekiyormuş.
DİB’i bir tür
Vatikan’a, Osmanlı’nın Şeyhülislamlık’ına dönüştürmek isteyen Mehmet Görmez
şöyle konuşmuş:
“Diyanet’in
pek çok rektörlükten büyük bir eğitim işi var. Eğitim merkezlerimizde yürütülen
eğitim faaliyetleri büyük hizmet veriyor. Diyanet teşkilatının personel sayısı
65 binden 128 bine çıktı. Yıl sonuna kadar bu rakam 150 bine ulaşabilir. Eğitim
ihtiyacımız giderek daha da artıyor. Bunun yanında 83 İlahiyat Fakültesi
kuruldu. Bunların büyük bir kısmı ise eğitim merkezlerimizdeki hocalarımızın
öğrencileri tarafından kuruldu” demiş.
Diyanet’te
işler yolunda diye düşünebilirsiniz ama değil. Meğer 19 eğitim merkezi bu
ihtiyaca cevap vermiyormuş, 19 eğitim merkezine daha gereksinim varmış.
Müjdeler vermeyi sürdüren Görmez şöyle devam etmiş ve:
“Yüzümüzü ağartacak mezunlarıyla, kurumsal kimliğine kavuşmuş, kurumsallaşma
süreci tamamlanmış yeni eğitim merkezleriyle Diyanet’in yüz akı olacak bu
müesseselerin sayısını arttırmamız gerekiyor” demiş.
Gözü olanın
gözü çıksın! Ama ben Diyanet İşleri Başkanı’nı uyarmayı görev biliyorum.
Osmanlı döneminde, Anadolu’da irili ufaklı yüzlerce medrese ve binlerce suhte
(öğrenci) vardı. Ortalığı bir sürü cahil ve işsiz softa kaplamıştı. Sonunda
suhte ayaklanmaları başladı. Bunlar, çiftbozanların (topraksız köylülerin)
isyancılarıyla birleşip soygunlar yapmaya başladılar. Birkaç yüzyıl süren Celali İsyanları’nın neferleri
bunlardır. Allah saklasın!
Ne kadar dindarsın?
Bu Diyanet
İşleri durmadan bendenize top kaldırıyor: DİB, “Vatandaş Memnuniyet Anketi”
düzenleyerek yurttaşların dindarlık düzeyini ölçmüş. Tansiyon ölçer gibi.
Anketin sonuçlarına göre: Toplumun yüzde 63’ü çok dindar’mış; “Ne dindarım, ne
değilim” diyenler yüzde 21; dindar olmayanlar yüzde 4,7; hiç dindar olmayanlar
yüzde 1.1.
Katılımcıların
yüzde 92.2’si din bilgisinin “çok iyi”, “iyi” ya da “orta” düzeyde olduğunu
söylemiş. Geriye kalan yüzde 7,8, demek ki cahil.
Fevkalbeşer,
tebrikler! Bir yerde de halkımızın yüzde 80’inin beş vakit namaz kıldığını
okumuştum. Bana söylenenlere inanırım. Örneğin biri uçabildiğini söylese,
inanırım. Ancak uçması gerektiğinde uçamazsa, gücenirim.
Demek ki
Diyanet İşleri Başkanlığı, bu muhteşem durumdan hoşnut değil. Bütün
vatandaşların hafız olmasını, gerektiğinde imamlık ve müezzinlik yapmasını
istiyor. Bu gidişle insanlar çift meslekli olacak: İmam-vali, vali-imam gibi.
Çok iyi!
Her şey bu
kadar yolunda da arkalarına AKP Hükümeti’ni alan AKP belediyeleri neden her
yerde içki yasağı uyguluyorlar? Dindarlar hiç meyhaneye gitmezler, “ne... ne”
diyenlerin yarısı gitmez. Etti mi sana yüzde 73 buçuk. Sen yüzde 75 de! Geriye
kalan yüzde 25’in bir bölümü sağlık sorunları, bir bölümü parasızlıktan içkili
yerde içki içemez. Yüzde 5, yüzde 10 nüfus için mi bunca tantana? Hani İslam
hoşgörülü idi?
Bir de kafamı
kurcalayan bir soru var: Bu anket hapisanelerde yapılsa yüzdeler kaçta kaç olur
acaba? Hapishaneleri dolduranlar ne kadar dindar? Karılarını kıyma gibi
doğrayanların yüzde kaçı dindar, yüzde kaçı ateist ve dinsiz? Diyanet İşleri
Başkanlığı bu soruları da yanıtlamalı.
Dini
Vesayet’i tam anlamıyla kurdukları, nüfusun tamamını dindar yaptıkları zaman
hapishaneler kapanacak mı? Polis teşkilatı ne olacak?
27
Aralık 2012 günü yayınlanan “Ne vesayet ne de hacr” başlıklı yazımda konuyla
ilgili tanımları sözlüklere bakarak vermiştim:
Vasî : Bir
yetimin ya da akılca zayıf birinin malını, mülkünü yöneten kimse. Ölen birinin
vasiyetini yerine getiren kimse.
Vasiyyet: Bir
kimsenin öldükten sonra yapılmasını istediği şey.
Vesâyet:
Vasîlik, vasîlik yapma..
Hacr (Hacir):
Kısıt, kısıtlılık, hacir altına almak.
Mahcur:
Kısıtlanmış, kısıt altına alınmış, hacir (hacr) altına alınmış. . Hacz olunmuş,
haciz altına alınmış.
Kısıtlamak:
Önceden verilmiş hakların kaldırılması; bir kimsenin haklarını, özgürlüğünü,
mallarını kullanmasını yasal yolla yasaklamak.
Hangisi
doğru?
Günümüzdeki
kullanım tarz ve alanlara bakacak olursak: “Askerin vesayeti” belki doğru
olabilir. Ama din söz konusu olunca, müdahale vesayet boyutlarını aşıp “hacr”
düzeyine varıyor.
Örneğin,
Milli Gazete yazarı Mehmet Şevki Eygi birçok yazısında olduğu gibi (tarihini
bulamadığım) “İslam Medreseleri Açılmalıdır” adlı yazısında şöyle buyuruyor:
“Bu medreselerde,
kapatıldıkları zamanda ne okutuluyorsa o dersler okutulacaktır. Fazlası da
olacaktır. Bu medreselerden yeni Şeyhülislam Mustafa Sabri’ler, yeni Düzceli
Zahid el Kevserî’ler, yeni Elmalılı Hamdi Efendi’ler, yeni Gazalî’ler
yetişecektir. Bu medreselerin üstün ve parlak mezunları Arapça kitaplar telif
edecektir.”
Bu birkaç
satır bile İslamcıların milleti vesayet altına almaktan öte, Cumhuriyet
öncesinde olduğu gibi “hacr” altına alma konusunda ne kadar kararlı olduklarını
gösteriyor.
Yakında
Osmanlı medreselerinin ilkellik düzeylerini betimleyecek yazılar yazacağım ama
şimdilik şu birkaç satırdaki korkunç niyete değineceğim:
Osmanlı
medreselerinde son yıllarda, ilim niyetine sadece dinle ilgili bilgiler
veriliyordu. Özellikle Rönesans’tan ve Aydınlanma’dan sonra “müsbet ilim”
alanında meydana gelen yeniliklere ve düşüncelere, fen ve teknik alanlarında
yapılan keşiflere yer verilmiyordu. Tarih sadece İslam tarihi idi. Coğrafya,
edebiyat, felsefe okutulmuyordu. Matematik, fizik, kimya, modern astronomi,
kısacası o dönemde çağdaş ülkelerde okutulan hiçbir konuya yer verilmiyordu.
Bunun sonucu olarak cahil ve yobaz softalar yetiştiriliyordu. Bu medreselerden
çıkan din adamları Osmanlı padişahlarının öngördükleri askeri ve sivil bütün
yeniliklere karşı çıkıyor, bazen bununla yetinmeyip isyan ediyorlardı. Osmanlı
tarihi bunun örnekleriyle doludur.
Örnek kişilikler
Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi: 1869 yılında Tokat’ta doğdu. 1954’te Mısır’da öldü.
Osmanlı Mebusan Meclisi mebusu idi. Vahdettin’e Sèvres anlaşmasının kabul
edilmesini tavsiye eden Meclis-i Âlî’nin üyeleri arasındaydı. Hürriyet ve
İtilaf Fırkası’nın kurucuları arasında yer aldı. 1913 yılında bir hükümet
darbesi hazırlığına katıldığı için Romanya’ya kaçtı. Mahmut Şevket Paşa suikastının
arkasında yer aldı. Teal-i İslam Cemiyeti’nin kurucularındandır. İngiliz
Muhipleri Cemiyeti’nin kuruluşuna öncülük etti. Hazırladığı Kuvvayi Milliye
karşıtı bildiri 25 Eylül 1919’da gazetelerde yayınlandı, uçaklardan atıldı.
Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey’in idam fetvasını verdi. 11 Nisan 1920‘de
aralarında Mustafa Kemal Paşa’nın bulunduğu milliyetçiler hakkında ölüm fetvası
verdi.
Kurtuluştan
sonra, ailesini yanına alarak, İngilizlerin yardımıyla Mısır’a kaçtı ve orada
öldü.
Mustafa
Sabri’nin bir şiiri: Cumhuriyet devrimlerini lanetleyen ve Kuran’ın Türkçeye
tercüme edilmesine karşı çıkan bu muhterem zat, Yunanistan’da çıkardığı Yarın
gazetesinde yayınladığı bir şiirinde Türklük ’ten istifa etmiştir:
“Yalnız Müslüman ve insan / Olarak kalmak üzere,
Türklükten, / Şeref ve izzetimle istifa ediyorum Allah’ın huzurunda!... //
Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme / Beni Türk milletinden addetme.”
Mustafa
Sabri’den düşünceler: Kendi deyişiyle “Dinsiz Kemalist rejim”in, Türklerin
başına gelen en büyük felaket olduğu inancından ölünceye kadar vazgeçmedi:
“Yani bütün
hareketlerini hilafet makamına hizmet şeklinde göstermiş iken, nasıl kahbelik
ve hayasızlıktır ki hilafetin en çirkin tezyif ve tahkirler altında birden bire
ilgisına cesaret etmiştir.”
Kim yapmıştır
bu işi? Mustafa Kemal!
“İki paralık
Mustafa Kemal kuvvetinin baskısına boyun eğerek İngilizlerin, Fransızların ve
sair devletlerin İstanbul’dan çekip gitmelerini ancak Kemalistlerin idam ettiği
Türk aklı kabul edebilir.”
(Bu herzeler,
Sadık Albayrak’ın hazırladığı “Mustafa Sabri, Hilafet ve Kemalizm” adlı kitapta
yer alıyormuş.)
Düzceli Zahid
El Kevserî (1879-1951). Mustafa Sabri türünden biri. 1922 yılında İstanbul’dan
ayrılarak Mısır’a göçtü. Önce Kahire’ye yerleştiyse de kısa bir zaman sonra
Şam’a gitti. Bir süre Şam’da kaldıktan sonra tekrar Kahire’ye döndü. Bu ikinci
gelişten sonra ailesini de yanına alarak Kahire’ye yerleşti.
Elmalılı
Hamdi Efendi (1878-1942): Epeyce karışık biri.
Gazali’nin
İslam’ın içine girdiği çıkmazın baş sorumlusu olduğu bilinen bir gerçek.
Mehmet Şevki
Eygi’nin, medreselerinin yeniden açılması durumunda, yetiştireceği insanlar bu
türden Cumhuriyet düşmanı mürteciler olacak kuşkusuz. Ancak, “Bu medreselerin
üstün ve parlak mezunları Arapça kitaplar telif edecektir” iddiasının hiçbir
sağlam dayanağı yok. Çünkü Kâtip Çelebi dışında düzgün Arapça ile yazmış bir
tek âlim olmadığı söylenir ki onun da Arapçası hatasız değilmiş.
Din hacri bu
türden insanların sultası altında yaşandı. Bu düzeni şimdi tekrar kurumak
istiyorlar. Başkanlık döneminde heykellerinin dikileceği tahmin olunabilir.
Ramazan ayları ve oruç, toplum üzerinde baskı aracına dönüştü. Oruç tutmayanlar dinin baskısıyla özgürlüklerinden indirim yapmak ve gizlenmek zorunda kaldılar. 2013 yılında artık Ramazan ayında neredeyse açık lokanta bulmak mümkün değil. Bu aylarda memur kantin ve yemekhaneleri kapalı oluyor. Oruç tutmayanlar, gafil davranıp sokakta sigara içenler gebertircesine dövülüyor, kimi zaman öldürülüyor.
Askerin vesayetinin olduğu yerde askeri darbe olmaz. Neden olsun? Vesayet, darbenin neden ve gerekçelerini zaten ortadan kaldırmıştır. Vesayet kurmak için de darbe yapılmaz. İktidarda kalmak için yapılır. Bir başka darbe ile yıkılıncaya kadar.
Askeri darbeden söz edenler, dinin vesayet ve hacr kurum ve kuruluşlarının tarih ve eylemlerinden habersiz duruyorlar. Habersiz durdukları için de Türkiye’nin içinde bulunduğu kaosun gerçek nedenleri ortaya çıkmıyor.
Şeyhülislamlık, medreseler, ulema, ilmiye sınıfı, tarikatlar ve bunların Osmanlı devlet ve siyasetindeki yeri bilinmeden dinin vesayetini anlamak mümkün değildir. Dinin vesayeti sadece Osmanlı devletinin sorunu olmamıştır. Avrupa’nın aydınlanma ve çağdaşlaşma tarihi aynı zamanda dinin vesayet ve sultasından kurtulma tarihidir. Buna laikleşme, aydınlanma, sekülerleşme (çağdaşlaşma) diyorlar. Osmanlıda bu süreç Tanzimat ile başlamış, İkinci Meşrutiyetle devam etmiş, Cumhuriyet ile resmen tamamlanmıştır. “Resmen”! Ama...
Toptan “irtica” olarak tanımlanan gizli ve açık karşı devrimci hareket, dinin vesayetini tekrar kurmayı, dolayısıyla Cumhuriyet’i hedef alan girişimdir. Askerin buna izin vermemeyle ilgili sorumluluk ve yükümlülüğüne “askerin vesayeti” adını veriyorlardı. İrticayı bir demokratik hak ve özgürlük içinde değerlendirenler için çok doğal bir adlandırma. Dinin vesayet sultası altında yaşamayı istemek bir demokratik hak olabilir mi? Böylesine bir vesayet demokrasinin sonu olmaz mı? Olur, olmuştur, olacaktır!
Her şeyin, Osmanlı’nın içine düştüğü her türlü bataklıktan kurtulmak için askeri reform yapmaya karar vermesiyle başladığını söyleyebiliriz. Askerin çağdaşlaşması için yeni askeri okullar açılması gerekiyordu. O zamana kadar askeriye ile ilmiye can ciğer kuzu sarması halinde yaşıyordu. Arada sırada aralarında çıngar çıksa da askeriyenin gereksinim duyduğu fetvaları ilmiyenin uleması veriyor; ilmiyenin gereksinimi olunca da yeniçeri ocağı kılıç çekiyordu. İkisinin işbirliğine padişahlar bile dayanamıyordu.
Ne olduysa, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ataları olan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn (1776) ve Mühendishane-i Berrî Hûmayûn’un (1795) açılmasıyla oldu. Geometri (1734), matematik (1773) ve mühendislik (1776) öğrenen subayın gözleri açıldı. Dünya ve ilimle ilgilenmeye başladılar ve Osmanlı toplumunun zifirî cehaletini gördüler. Doğal olarak “Biz neden böyleyiz?” sorusunu sordular.
Bu sorunun doğru cevabını alıp almadıklarını bilemeyiz ama Osmanlı’nın okul ve eğitim durumunu tasvir etmemiz gerekiyor.
Tasvir edelim
Kısaca: Sübyan mekteplerinde, çocuklara Kuran okumak, namaz kılmanın usulleri ve biraz da yazı yazmak öğretiliyordu. O kadar.
II. Mahmut, 1824-1825 yılında yayınladığı bir fermanla, ilk öğretimi zorunlu hale getirdi. Bunun nedeni çocukların dini bilgilerden yoksun kalmamaları idi.
Öğrenim dili Arapça idi. Türkçe ancak Tanzimat (1839) ve II.Meşrutiyet (1908) reformlarıyla resmi dil durumuna geldi. Ancak Osmanlı topraklarında, ne soyut ne de somut anlamda “Okul” diye bağımsız bir yapı vardı. Okul, cami idi. İlk Rüştiye (Ortaokul) de 1839 yılında Sultanahmet Camii’nde açılmıştı.
Gelelim ilmiye (ulema) sınıfının kaynağı medreselere: Buralarda müsbet ilim (matematik, geometri, fizik, kimya...) öğretilmezdi. Öğretim şeriat ağırlıklı ve nakli (tekrar) idi. Buralardan mezun olanlara âlim (ilim adamı) deniliyor ve bunlar Osmanlı devlet yapısı içinde ilmiye (ulema) sınıfını oluşturuyordu. Kimi zaman laf olsun diye, yabancı bilimler denen “ulumul El-avail” okutulduğu da oluyordu.
Mirasın bölüşülmesinde gerekli olduğu için hesap ve namaz vakitlerini saptamak için biraz kozmografya da öğretilirdi. Başlangıçta tıp okutulduğu da iddia edilir. Belki kurşun dökme öğretilmiştir.
Öğretim dili Arapçaydı dedik. Osmanlı’nın ilk yıllarında açılan medreselere Arapça konuşan memleketlerden hoca getirilmişti. Bunların öğrencileri öğrendikleri kadar Arapça öğrendiler. Onların öğrencileri de öğrendikleri kadar. Böylece Arapça okuyup yazma giderek zayıfladı. Sonunda medrese öğrencileri Tarzan Arapçası ile yazmaya ve konuşmaya başladılar. Kanunî dönemine doğru, medreselerde okuyanların çoğunluğu Arapça öğrenemediklerinden, asıl amaç olan İslam dinini ve kültürünü de öğrenemiyorlardı. Tabii Arap memleketlerini gidip eğitim ve öğrenimlerini tamamlayanlar hariç.
1900’lü yıllara gelindiğinde medreselerin ve ulema sınıfının durumu çok aşağı düzeylerdeydi. Artık mürteci yuvasına dönmüşlerdi.
Buna karşılık asker (subay) artık çağdaş dünyayı yakalama çabaları içindeydi. Sadece mesleğini değil, tarih, felsefe, sosyoloji, yabancı dil öğreniyordu. Aralarında çağlarını yakalamış entelektüeller de vardı.
Düşünsenize, kızlar 1862’den itibaren orta öğretim görmeye başladılar. İlk kadın öğretmen 1873 yılında atandı. Darülfunun (üniversite) sürekli öğretime 1900 yılında geçti ve kadınlar üniversiteye 1914 yılında kabul edildi.
Sıkıldım, yoruldum demem bundan işte. Bu yazdıklarımı siyasetçi bilmiyor diyelim, peki tarihçi milleti, sosyolog taifesi, müderris loncası, gazeteci locası bilmiyor mu? Galiba bilmiyor.
Bunları bilmeden ne asker ile ulema çatışmasını; ne ulemanın cumhuriyet düşmanlığını, ne de laikliğin erdemlerini anlayıp anlatabilirsiniz.
NOTA BENE: Bu yazıyı yazmak için, İsmail Tokalak’ın İslam Ülkeleri Neden Geri Kaldı (Gülerboy Yayıncılık, 2011) ile Faik Bulut’un Ordu ve Din (Berfin Yayınları, 2008) adlı kitaplarından yararlandım. Okumadan olmuyor. Beyin bilgi ve ilim salgılamıyor.
Askerin darbeci vesayetinin İttihat ve Terakki döneminde başladığı kuyruklu bir yalandır. Böyle bir yalanı ancak tarihsel gerçekleri çaptırmak ya da gizlemek isteyenler söyler. Ha isyan, ha darbe. İkisi de vesayet ve hacr defterlerine yazılır. Bunun bilinen ilk resmi örneği, II. Murat’ın (1421-1451) küçük yaştaki oğlu Mehmet’i (Fatih) tahta geçirmesine karşı çıkan Yeniçerilerin çıkardığı bir isyandır. II. Murat’ın tahta tekrar oturup buçuk oranında yeniçerilerin maaşına zam yapmasıyla son bulmuştur. O günden sonra Edirne’de isyanın olduğu tepeye “Buçuktepe”; isyana da “Buçuktepe İsyanı” adı verildi.
Yeniçeriler kaç kez isyan etti, bilmiyorum. Ama en kabadayı padişahlar zamanında bile birkaç kez isyan ettiler. Padişahın, sadrazamın her an isyan tehdidi altında yaşamaları vesayetin âlâsıdır. Bu isyanlarda ilmiye (ulema) sınıfı, askerin her zaman önünde, yanında, arkasında oldu. Özellikle de irtica kaynaklı ayaklanmalarda.
İrtica
Örnek olarak Parona Halil, Kabakçı Mustafa ve 31 Mart 1909 irtica ayaklanmalarını anımsayalım. Üçü de şeriatı ileri sürdü. Osmanlı’nın yaşayabilmek, ayakta kalabilmek için giriştiği en küçük yenilikler karşısında, üçü de safdil askeri iğfal etti. Bu isyanlar yabancıların ve düşmanların çok işine yaradı. İsyan meydanlarında ortada görünenler, yobazlar (softalar) ve asker kılığında gezen baldırı çıplaklardı.
Geride duranlar, bu yeniliklerden zarar göreceğini düşünenler ile ilmiye sınıfının ileri gelenleriydi. Bunun için softalarla yeniçerileri kullandılar.
Koca Sekbanbaşı tasarısı
[“IV. Mustafa’ya verdiği meşhur tasarısında Koca Sekbanbaşı bunların mahiyetini pek güzel deşer ve ortaya koyar.
Koca Sekbanbaşı diyor ki: “Şeriat naralarıyla İstanbul sokaklarını çınlatan bu baldırı çıplaklar dinin şartını bilmezler, kelimeyi şahadet getirmekten âciz kimselerdir ki, ağızları şarap kokar, savaştan kaçarlar ve İstanbul sokaklarında genç kadınlara ve oğlanlara tecavüz ederler.”
Parona Halil, Kabakçı Mustafa, 31 Mart’ta Derviş Vahdeti, Şeyh Sait, Dervis Mehmet vesaire de “Şeriatla davamız vardır!”, “Şeriat isteruk!” diyerek ayaklandılar ve ayaklandırdılar (...) Kabakçı olayında perde arkasına oynayanlar şunlardı:
Topal Ata, Köse Murat Paşa ve Münip Efendi.
Şeyhülislam Topal Ata ile Münip Efendi zamanın ulemasından idiler... Köse Musa Paşa ise sadrazam vekili idi.”] (Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, I-II, Kaynak Yayınları, S.175-176)
Asker ile ulema bozuşması
Dünkü yazımda şöyle bir bölüm vardı: Ne olduysa, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ataları olan Mühendishane-i Bahr-i Hûmayûn (1776) ve Mühendishane-i Berrî Hûmayûn’un (1795) açılmasıyla oldu. Geometri (1734), matematik (1773) ve mühendislik (1776) öğrenen subayın gözleri açıldı. Dünya ve ilimle ilgilenmeye başladı, Osmanlı toplumunun zifirî cehaletini gördü. Zamanla her türlü bilgiye açıldı ve bir ucundan siyasetle ilgilenmeye başladı. Doğal olarak “Biz neden böyleyiz?” sorusunu sordu.
Gözleri açılınca, vatan ve millet kavramlarını öğrendiler. İlerlemenin önündeki en büyük engelin ilmiye (ulema) sınıfından, din adamlarından ve eğitim-öğretim sisteminden kaynaklandığını gördüler. Asıl önemlisi Osmanlı devletini içerden çürüten irtica kaynağı olan din vesayetini gördüler. II.Meşrutiyet din ile devlet işlerinin ayrılması, yasaların kaynağının din olmaması gerektiğini anladı. İttihat ve Terakki okul ve yasalarda sekürlerleşmenin (çağdaşlaşmanın) kaçınılmaz olduğunu gördü.
Mürteci İslamcı kesim, bu nedenle İttihat ve Terakki’den, II.Meşrutiyet’ten nefret eder ve inadına II.Abdülhamid’i Ulu Hakan olarak göklere çıkartır. Sekülerleşme işlemini laik devrim yasalarıyla tamamlayan Cumhuriyet’ten aynı nedenlerden dolayı nefret eder.
Bu bozuşmaya karşın askeriye hiçbir zaman dini inancı karşısına almamıştır. Laikliğin dinsizlik, askerin din düşmanı olduğu da iftira ve yalandır. Asker, irtica ile koalisyonu bozduğu için din düşmanı (!) olmuştur. Ancak, “Türk-İslam Sentezi”ni meşrulaştıran, din derslerini zorunlu hale getiren 12 Eylül darbesini hiç mi hiç eleştirmezler. Varsa, yoksa 28 Şubat. Anayasa’nın 174 maddesinin koruması altında olan Devrim Yasaları ve 28 Şubat Kararları irticanın en büyük düşmanıdır. 28 Şubat kararlarını hallettiler, şimdi sıra Devrim Yasaları’nda.
Dinin vesayeti, din baskısı
Laik yasalar, devlet ile din işlerini büyük ölçüde birbirinden ayırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı, ne yazık ki kuruluş amaçlarını gerçekleştiremedi, gizli bir irtica ocağına dönüştü. Tevhid-i Tedrisat’ın kurduğu imam-hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri tam anlamıyla cumhuriyet aydını din adamını yetiştiremedi. Laik cumhuriyet yasalarına karşın, dinin toplum üzerindeki vesayet ve baskısı hiçbir zaman kalmadı.
Türlü nedenlerle içkili yerler kapatılıyor, içki ruhsatı verilmiyor ama her türlü lotaryacılık, lotoculuk, totoculuk, şans oyunları AKP Hükümeti tarafından teşvik ediliyor.
İmam-hatip liseleri laik liselerin yerini alıyor ve iktidar, “dindar ve kindar nesiller” yetiştirme cihadında emin adımlarla ilerliyor.
Bunları yazarken, Koca Sekbanbaşı’nı düşünüyorum!
“Askerin Vesayeti, Dinin Vesayeti” dizisini bu onuncu yazıda bitiriyorum. Bu konuda yazmak, söylemek istediklerimin ancak küçük bir bölümünü yazdım. Cumhuriyetin çıkardığı devrim yasalarıyla kendini korumak istemesini despotluk diye kınayanlara, TSK’nın Cumhuriyet’e bağlılığını vesayet ve darbe içgüdüsü olarak tanımlayanlara, asıl vesayetin, hacr ve baskı tutkusunun din adamlarından ve dini siyasete alet eden partilerden kaynaklandığını biraz olsun göstermek istedim.
Yüzyıllardır, Osmanlı ve Türkiye toplumu üzerinde egemenlik süren “afyonlaşmış din”in baskılarının insanlar üzerinde uyuşturucu bir kadere dönüştüğünü hatırlatmak istedim.
Vatandaşlar, tarikat ve cemaat bağımlılığından kurtulup seçmen vatandaşa dönüşmeden, zihniyet ve bilinç olarak çağının çağdaşı olmak olanaksız.
AKP’nin dinsel sulta ve saltanatından, ülkeyi ancak vatandaşın çağının çağdaşı bilinci kurtarabilir.
Bunun bir somut örneği olarak “Haklarımız İçin Yurttaş Buluşması”nın bildirisini yayınlıyorum:
Yurttaşın Haklar Bildirisi
[“Uzun zamandır inanç ve köken farkımızı acımasızca siyasetin aracı yapanlar, 90 yıllık Cumhuriyetle hesaplaşmakta; Atatürk’e, laik Cumhuriyetin kurucularına, aydınlanmacılara akıl, bilim ve ahlakdışı saldırılar yoğunlaşmaktadır. Oysa Cmhuriyetimiz, başlı başına bir kültür devrimidir. Kılık kıyafeti, yazıyı, dili, ölçüyü, takvimi yenileştiren devrimlerle “kul” olmaktan kurtulup “yurttaş” kimliği kazanan halkımız, çağdaş dünyayla yarışa başlamıştır. 3 Mart 1924’te kabul edilen ve cumhuriyet tarihine “3 Mart Devrim Yasaları” olarak yazılan “Hilafetin Kaldırılması, Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin Kaldırılması, Eğitim ve Öğretim Birliği Yasaları”yla halk egemenliğinin özü olan laikliğin toplumsal temelleri atılmış; yurttaşlık bilincimizin kökleşmesi sağlanmıştır. Ne ki son zamanlarda 90 yıllık kültürel birikimimiz yok sayılıyor. Tarihin akışı, akıl ve bilimdışı yalanlarla değiştirilerek, çocuklar ve kadınlar kullanılarak Cumhuriyetin tüm değerleri birer birer siliniyor.
Bizler, 90 yıllık Cumhuriyetin kazanımlarıyla farklılıklarımızı varsıllık olarak içselleştiren bireyleriz. Ulusal bayramları yasaklayan, yargı bağımsızlığını yok eden, üniversiteyi susturan, inanç ve köken farkımızı sömüren, “4+4+4’lük ucube”yle eğitimi dinselleştiren, kız çocuklarını toplumsal yaşamdan koparan; gençleri, kadınları ve engellileri çaresizliğe iten, basın yayını etkisizleştiren, gericiliği aklayan, sanatı “muhafazakârlaştırma”yı düşleyen, adları bile değiştirilen cumhuriyet kurumlarında inanç odaklı kadrolaşmaya hız veren, aydınları zindana tıkan; siyasal bağımsızlığımızı yok sayan, emperyalisti füzesi, askeriyle topraklarımıza sokan, ülkeyi savaşa sürükleyen olumsuzluklara seyirci kalamayız! Bu duygularla ve yurttaşlık bilinciyle tüm “HAKLARIMIZ İÇİN YURTTAŞ BULUŞMASI” bir zorunluluk olmuştur!
3 Mart 2013; saat 13.00’te, Ankara’nın Tandoğan Meydanı’nda buluşacağız! Bağımsızlığımız için; çağdaş eğitim için; bilim ve sanat için; adalet ve demokrasi için; her yaştaki çocuklarımız, kadınlarımız, engellilerimiz için; emek ve emekçi için; emekliler için; insanca yaşamak hakça bölüşmek için; yok pahasına satılan yeraltı ve üstü zenginliklerimiz için; derelerimiz gibi kurutulan tüm değerlerimiz ve ulusal onurumuz için “Üç Devrim Yasası”nın 89. yılında laik Cumhuriyetimiz için meydanda olacağız!
Kadın erkek hepimiz, cumhuriyet devrimleriyle elde ettiğimiz kazanımları korumakta; aklın, bilimin ve sanatın ışığında geleceğe taşımakta kararlıyız!
Sizin ve tüm yurtseverlerin bu kararlılığımıza ortak ve destek olmasını bekliyoruz! Destek ve ilginizi esirgemeyeceğinize inanarak saygılar sunuyoruz.
Haklarımız için yurttaş buluşması!
3 Mart 2013, saat 13.00 Tandoğan’dayız!
Düzenleme Kurulu Adına Kitle Örgütlerinin Temsilcileri
Şenal Sarıhan, Sevgi Özel, Nazım Mutlu, Yıldırım Kılınçaslan, Meral Özaygen, Şenel İke, Cengiz Gülebay.
Tanrı vesayet altında mı?
Değerli ilahiyatçı, filozof ve hukukçu Yaşar Nuri Öztürk, Yurt gazetesindeki sütununda (19.02.2013) “Tanrı Vesayet Altında mı?” başlıklı bir yazı yayınladı. Benim “Dinin Vesayeti” deyişimle Yaşar Nuri Öztürk’ün deyişi aynı kapıya çıkıyor. Dini vesayet aracı durumuna getirip onu toplum üzerinde bir silah olarak kullananlar ile Tanrı’yı vesayet altına alanlar aynı kişiler. Kim bunlar? İslamcılar, tarikatlar, Milli Görüşçüler, Fethullahçılar, dinci mütegallibe, yeni ulema sınıfı ve dini afyon olarak kullanan AKP kadrosu. Bunlara başka eklemeler de yapılabilir.
Yaşar Nuri Öztürk şöyle yazıyor:
“Tanrı vesayet altına elbette alınamaz ama O’nu vesayet altına almaya yönelik davranışlar insan tarafından her zaman sergilenebilir ve sergilenmiştir. Bugünkü dünyanın sıkıntı sebeplerinin başında da insanın bu namert girişimi bulunmaktadır.
Tanrı’yı vesayet altına alma tutkusu, Tanrı’nın gönderdiğı dini kendi hesaplarına uyduran din temsilcilerinin dünyasında barınabilmektedir. Tanrı’yı vesayet altına alma girişimi, Tanrı’nın yeryüzündeki iradesini saptırmakla başlıyor. Şirk (Allah’ın yetkilerini paylaştırma) illeti bu saptırmanın en tipik belirişidir.”
İslam’da ruhban sınıfının olmadığı söylenir ama uygulamada tıpkı Hıristiyan kiliselerinde olduğu gibi, bir Müslüman ruhban sınıfı vardır. Tanrı’yı vesayet altına alarak dinsel vesayet kuran ve bunu hem paraya, hem de siyasete dönüştüren sınıf. Bu sınıf bu nedenle bir kaç on yılda devlet kurumlarını ele geçirdi ve iktidara geçti ve on yılda Karun kadar zengin oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder