2 Şub 2013


Madrid Mektupları
Duvarı kaplayan dev tablo önünde bağdaş kurmuş miniklere başlarında bulunan öğretmen soruyor: “Resimde at nerede? Boğayı gördünüz mü? Hani boğa nerede?
İlkokul sıralarına yeni oturdukları izlenimi veren minikler bir bir parmak kaldırıp, söz alıyorlar: “Örtmenim! Örtmenim!”

Çocuk heyecanı her yerde aynı...
Burası Madrid’in “Reina Sofia Müzesi/Centro de Arte Reina Sofia”...
Önünde durduğumuz tablo da Picasso’nun ünlü “Guernica”sı.
Öğretmen, yeni okuma yazma söken çocuklara; “Guernica”yı anlatıyor.
Yıllar önce bu tabloyu zihnime kazımıştım.
Madrid’de 80’li yıllarda uzun zaman yaşadım. Yaşadığım ev kentin kalbindeki“Retiro” parkının karşısındaydı. “Guernica” tablosu da, Picasso’nun vasiyeti doğrultusunda, demokrasiye geçişle birlikte yurtdışından getirilerek, evimden birkaç metre ötedeki Prado Müzesi’nin bağımsız bir bölümüne yerleştirilmişti. Fırsat buldukça, kutsal bir mabet gibi ziyaret edilen Picasso’nun bu ölümsüz eseri karşısında dakikalar geçirirdim.
İspanya İç Savaşı’nı anlatan dev yapıt, “Cason del Buen Retiro” ismiyle anılan Prado’nun ayrı pavyonu içinde kurşun geçirmez devasa bir camekân arkasında korunmaktaydı. Bask bölgesinin Guernica kentinde bir pazaryeri kalabalığının faşist Almanlarca bombalanmasını anlatan tablo, bir faşizm alegorisi olmuştu. Küçük çocuklara bugün müze gezdiren öğretmenin,“Nerede” diyerek sorduğu tablodaki “at” ve “boğa” figürleri de faşizmin gene dehşetini, vahşetini, baskısını ve barbarlıklarını simgeliyorlardı.

Madrid Modern: Reina Sofia
“Guernica”, geçen yıllar içinde “Cason del Buen Retiro”dan çıkarılarak 90’lar başında açılan modern sanat müzesi “Reina Sofia”ya taşınmış. Ve kurşun geçirmez camlar arkasından çıkarılarak müzenin diğer tabloları arasına yerleştirilmiş.
“Diğer tablolar” derken... Yanlış anlaşılmasın...
“Diğer tablolar” içinde Dali’ler, Miro’lar, Juan Gris’ler, çeşitli Picasso’lar,Tapies’ler, Max Ernst’ler, Barcelo’lar, Magritte’ler var. Kısaca, “modern resim” dendiğinde burada yok yok demek daha doğru.
“Reina Sofia”, ben Madrid’den ayrıldıktan sonra açılmış olduğu için daha önce görmemiştim. Çok şey kaçırmışım.
92’de kapılarını açan bu sanat abidesi, mekânı ve eserlerinin dudak uçuklatan çapı ile hatırı sayılır New York müzeleri ile boy ölçüşüyor. Ben bir günümü yalnız sabit koleksiyonun olduğu bölümlere ayırdım ve gördüklerimi ancak hazmedebildim.
Sabit koleksiyonun bulunduğu ikinci kata çıktığınızda, hemen bir iç savaş videosu ile yüz yüze geliyorsunuz.
Savaşta öldürülen bir anarşistin, anarşist Durruti’nin cenazesi bu.
1936 Barselonası’nda yarım milyon İspanyol’un katıldığı muazzam bir cenazeyle defnedilen “yoldaş Durrutti”nin cenazesindeki ateşli sloganlar ve sol yumruk havada verilen hararetli nutukları izledikten sonra, iç savaş yıllarının ideoloji yüklü broşürlerini, posterlerini, kitap ve dergilerini izliyorsunuz.

Zaman tünelinde yolculuk
2013 İspanyası’ndan böyle... Geçen yüz yılın başlangıçlarına savrulmak, bir büyük zaman tünelinde seyahat etmek gibi oluyor. “Reina Sofia” bu bağlamda çok etkileyici. Sanat burada sırf “sanat” yönüyle sergilenmiyor. Tarihi içerikle teşhir ediliyor. Büyük sanatsal dönemleri ve o dönemlerin yaratıcılarını izlerken geri plandaki gelişmelerden hiç kopmuyorsunuz...
Bu bağlamda... Yüzyıl öncesinin bu yüksek dozlu ideolojik yüküyle, günümüz İspanyası’nın vahşi kapitalizme boyun eğen edilgenliği arasındaki farka şaşmadan edemiyorsunuz. Ve “Nasıl olur?” diyorsunuz; “Sağ-sol arasında vaktiyle bu denli radikal biçimde bölünmüş, bunca yüksek dozlu siyasi tutkular yaşamış bir ülke, nasıl olur da bugün bu tutkulardan bu denli arınmış olur? O sol söylemlerden geriye nasıl olur hiçbir iz kalmaz?”
“Reina Sofia” ziyaretinde aklıma takılan başlıca konu bu oldu: Geçmişteki büyük siyasi kavgaların İspanyası ile küreselleşen günümüz İspanyası’nın farkı...
“Reina Sofia” müzesinden çıkar çıkmaz, küresel İspanya’nın yeni çehresi bizi karşılıyor. Hemen karşıda İspanya’nın çeşitli kentlerine hizmet veren hızlı tren“AVE”lerin kalktığı “Atocha” istasyonu duruyor.
Devasa palmiyelerle çevrili görkemli bir tropikal bahçe olarak düzenlenen istasyon girişinde, günümüz gerçeğiyle tanışıyoruz.
Tropikal bitkiler ve ağaçlar için belli ısıda tutulan bahçe etrafındaki bekleme banklarında, yaşlı kriz kurbanı perişan insanlar büzüşmüş, dışardaki soğuktan korunmaya çalışıyorlar.
Yanımızdan gelip geçen; Barselona ya da Valensiya’ya gitmek için adam başı 120 Avro ödeyen telaşlı AVE yolcuları, kanıksamış oldukları bu zavallı insan manzaralarına artık dönüp bakmıyorlar bile...
Küreselleşen Madrid, her yerde olduğu gibi, uçurumları büyütüyor.

Hiç, sırf kaktüs satan çiçekçi gördünüz mü?
Vitrinine saksı saksı, boy boy egzotik kaktüs yerleştirmiş bir “kaktüsçü”den söz ediyorum...
Bir kaktüs mağazasıyla ben ilk kez Madrid’de yüz yüze geldim.
Bu yeni bir trend olmalı: Vitrinine kütüphane özeniyle peynirler sıralamış şık, rafine peynir butikleri; pahalı şarap evi tarzında kaliteli zeytinyağlarının dizildiği uzman zeytinyağı mağazaları, yalnız lavantalı tatlı ve şekerlemeler satan özel lavanta butikleri, sadece bal satan bal dükkânları, çikolatanın envai çeşidini satan çikolatacılar, çayın (kokulu, kokusuz, baharatlı) binbir çeşidini sunan özel çay mağazaları... Liste böyle uzayıp gidiyor...
Madrid’i, tek üründe ihtisaslaşan New Yorkvari yeni bir mağazacılık anlayışı sarmış.
Kentte eskiden uzmanlaşmış dükkân denildiğinde akla yalnız 19. yüzyıldan kalma yelpazecilerle flamenko şalcıları ve gitarcıları; zil, şal ve gül gelirdi…
Tozlu camlarıyla o eski, geleneksel mağazaların bazıları hâlâ yerinde duruyor, ama kriz etkisiyle çoğu kapanmış.
Onların yerine işte böyle yalnız üst gelir gruplarına hitap eden Amerikan tarzı yeni tüketim mabetleri açılmış.
Bu, bir küreselleşme etkisi.
Alt gelir gruplarını ezen küresel sistem, belli düzeyin üstüne çıkan tüketicilere olabildiğince zengin olanaklar, benzerine rastlanmamış bir çeşitlilik sunuyor.
Kentler, bu yeni tüketim kalıplarıyla tekrar şekilleniyor.

Madrid’in Cihangir’i: Chueca
Madrid’de son on yılda yeni küresel rüzgârlarla şekillenen tipik mahallelerden biri de Chueca. Ürün uzmanlığıyla öne çıkan özel butiklerin çoğu burada.
Madrid’de benim bulunduğum yıllarda, hayat kadınları ve eşcinsellerin mesken tuttuğu, ağır uyuşturucu problemi yüzünden “yasak bölge” sayılan bir mahalleydi Chueca…
Zaman içinde Cihangirvari bir dönüşüm geçiren semt, şimdi şehrin en rağbet gören mekânı olmuş. Eşcinseller, Chueca’nın hâlâ ayırt edici özelliği sayılıyor. Yaz başlarında her yıl burada eşcinsel geçidi -“gay pride”-yapıyorlar. Ancak eşcinseller, toplum tarafından kabullenilip benimsendikçe, semtin nüfus yapısı da çeşitlenerek kozmopolitleşmiş. Ve “Madrid’in Soho’su” diye bilinen Chueca, şık ve eğlenceli bir mekân olmuş.
19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başından kalma tarihi binalarla çevrili dar sokaklarda yer alan “trend” butikleri; değişik mutfaklar sunan etnik restoranları, “tapas” tabir edilen meze spesiyaliteleriyle ün salan pub’ları, barları ve baharda sokaklara taşan keyifli kahveleriyle “Chueca”, İspanya’da süregiden çeşitli değişimlere ayna tutan bir yer.
İki yıl önce açılan ve günün geç saatlerine dek açık kalan “Mercado de Chueca Sant Anton” ismindeki Chueca pazarı, kastettiğim değişimlere tipik bir örnek.

Ötelenen orta sınıf
Semt meydanı “Plaza de Chueca”ya yakın pazar, hafif bizim Nişantaşı’nın “Mahalle” havasında... Ancak üç kata yayılıyor.
Girişte “geleneksel pazaryeri dükkânları”; rengârenk meyveler ve sebzelerle birer tablo gibi kurgulanan manavlar ve çiçekçiler; mücevher dükkânı görkemi, özeniyle sunulan, ürünler üzerine de mücevher fiyatları iliştiren balıkçılar, kasaplar, fırın mamulleri ve şarkütericilerle dikkat çekiyor.
İkinci katta hamburgerciler, suşiciler ve zengin, şık meze barları yer alıyor...
Ayakta aperatif alınan, birer bira/şarap eşliğinde çilingir sofrası atıştırmalıklarıyla karın doyurulan bu meze barlarda, gerçek bir “kültür şoku” yaşadım desem yeridir.
İspanya’da geleneksel olarak çok popüler olan meze barlarda geçmişte sigara dumanından göz gözü görmez, coşkulu bir bağırış çağrış içinde karın doyuran bar müşterileri; izmaritleriyle beraber kullanılmış kâğıt peçetelerini gamsızca yerlere atardı.
2011 yazından beri kapalı tüm mekânlarda sigara tüttürmek İspanya’da da yasaklanmış.
Böyle olunca hamburgercisinden suşicisine dek.. bir örnek estetikle dizayn edilen “San Anton”un atıştırma mekânlarına da sterilize edilen bir klinik havası sinmiş.
Yerler bal dök yala, öyle temiz.
Ipad’li müşteriler de artık birbiriyle konuşmak yerine bilgisayarlarıyla yemek yiyor.
Sigara içmekte ısrar edenler, ısıtıcıların yerleştirildiği Madrid çatılarına bakan teras restoranına çıkmak zorunda...
Ancak bu kata, yüksek fiyatları nedeniyle az müşteri çıkabiliyor...
“San Anton”da en dikkatimi çeken şey, “pazaryerinin” bu sınıfsal farklılaşması oldu.
Tüm sınıf ve tabakadan insanlar, eskiden kentin hemen her mahallesinde yer alan geleneksel halk pazarlarında bir araya gelir, kaynaşırdı.
Görünmez bir el bugün her yerdeki gibi burada da adı konmayan bir “sınıf ayrımcılığı” yaratıyor.
Chueca’da da yaşanan bu.
“San Anton”un şık tezgâhlarından sade üst gelir grupları alışveriş edebiliyor.
Son iki yılda İspanyol orta sınıfının belini ağır şekilde büken ekonomik krizi burada pek fark edemiyorsunuz.

Küçülen orta sınıfların krizini anlamak için sokaktaki İspanyollarla konuşmak gerekiyor.
Altmış dört milyar Avro gibi uçuk bir miktara mal olan, kimilerince finans krizini tetikleyen nedenlerden biri sayılan “hızlı tren” AVE’lerin kalktığı Atocha’dan yürüyüş mesafesinde bir mahalle Lavapies.
İspanya’da yaşadığım sırada burası bir varoştu. Öncesinde de bir Yahudi gettosuymuş. Son dönemde Berlinvari bir “Kreuzberg” olmuş: Bohem ve“mülti-külti”.
Atocha istasyonunun kendisi gibi çoğu 19. yüzyıldan kalan Lavapies’in tarihi binalarında artık Faslılar, Çinliler, Güney Amerikalılar; düşük emlak fiyatları nedeniyle semte rağbet eden İspanyol entelektüelleri, sanatçılar ve öğrenciler yaşıyor.
Yüzde 50’ye varan yoğun göçmen nüfusu nedeniyle Lavapies, etnik kahveleri, restoranlarıyla Madrid’in en canlı mekânlarından biri sayılıyor. Çin-Japon restoranlarından Türk dönerine uzanan çeşitlilikteki egzotik mutfakları ve sinematek filmlerini 2.5 Avro’ya oynatan yüzyıllık müze sineması “Dore” ile gençleri mıknatıs gibi çekiyor.
Nitekim Lavapies’e gittiğimde, öğle saatleri olmasına rağmen sinema gişesinde “Paris’te Son Tango”yu görmeye gelen kalabalık bir öğrenci grubu vardı. Öğrencileri aşıp, az ilerdeki Lavapies pazarına girdim.

Dükkânlar kepenk indiriyor
Cıvıl cıvıl bir pazar kalabalığı bulacağımı umarken boş tezgâhlarla karşılaştım. Bazı dükkânlar kepenk indirmiş, “kiralık-satılık” ilanları koymuştu.
Girişte sabun, güzellik müstahzarı, organik ürünler satan ilk dükkâna yanaştım. Satıcı bir dokun bin ah işit anlatmaya başladı:
“Durum üç yıldır böyle. Alım gücü her yıl daralıyor. Son üç ayda bıçak kemiğe dayandı. Ben de herhalde kapatacağım. Kurtarmıyor! Bu Noel hiç satış yapamadım!”
Vitrine ucuz sakatat etleri ile domuz kelleleri yerleştiren kasaba yöneliyorum:
“Müşterilerin yüzde 30’u buhar olup uçtu!” diyor.
Tezgâhta 1950’lerden kaldığı izlenimi yaratan tamir görmüş bir çift perişan pabuç sergileyen ayakkabı tamircisini de geçip manava uğruyorum:
“Yalnız bu pazaryeri içindeki dükkânlar kapanmakla kalmıyor!” diye konuşuyor manav: “Kentte çok sayıda işyeri kepenk indiriyor. Beceriksiz politikacılar yüzünden. (eski sosyalist başbakan) Zapatero krizle mücadele edemedi deyip oyumuzu (mevcut muhafazakâr başbakan) Rajoya verdik. O da altından kalkamadı. Beş para etmez hiçbiri!”

Siyaset krizi
Kiminle konuşsanız, kriz nedeniyle gözden düşen siyasi sınıfı suçluyor.
Siyasete güven kaybı; Avrupa’nın tüm kriz ülkelerinde olduğu gibi İspanya’da da çok yüksek.
“El Pais”in yayımladığı bir kamuoyu yoklaması; İspanyolların, ekonomik kriz ve işsizlik ardından hemen 3. sorun olarak “siyasetçiler, siyasi partiler ve siyaseti” sıraladığını gösteriyor. Bunu “yolsuzluk” izliyor.
Örneğin iktidardaki -PP- Halk Partisi’nin kasası olan Luis Barcenas’ın skandalı şu sıra İspanya’yı sallıyor.
Partinin haznedarı Luis Barcenas’ın İsviçre bankalarına “22 milyon Avro”kaçırmış olması, kemer sıkan İspanyolları kızdırıyor. 300 parlamenter, belediye başkanı ve danışman hakkında ayrıca yolsuzluk suçlamalarının olması, öfkeyi katlıyor.
Kraliyet ailesinin de “yolsuzluklara” karışması, bir tutkal rolü oynaması gereken kraliyete güveni aşındırıyor.
Kral Juan Carlos’un damadı Inaki Urdagarin’in çok büyük bir kara para aklama skandalının ortasında olması, İspanya’nın cumhuriyetçi damarını kabartıyor. Mevcut kurumlara güvensizlik oranı, böylelikle yüzde 97’ye varıyor.

‘Don Kişot havaalanı’
Kısacası çeyrek asır öncesinde İspanya’nın dünyaya örnek olduğu demokrasiye geçiş günlerinden, uzak bir tablo bu.
80’lere damga basan demokrasiye geçiş yıllarının baş teması, antifaşizm, anti-Frankoculuk, şeffaflık, sivilleşme ve katılımcı demokrasiydi. 
90’lı yılların küreselleşme ve neoliberalizm furyası güç kazandıkça, yurttaşı öne koyan siyasi partiler ve sendikalar güç yitirmiş. Demokrasiye geçiş yıllarının değerleri ile ideallerinin yerine “dinerismo” (maddiyatçılık, paracılık) denen, ideolojilerden muaf bir “köşe dönmecilik” gelmiş. 

2007’de ABD’deki finans krizi de gelişmelere eklenince olan olmuş. Carlos III üniversitesinden Profesör Rafael Illescas“Lehman Brothers” iflası, altı ayda İspanya’ya vardı!” diyor; “Bankanın, İspanyol bankalarıyla ortak operasyonları vardı. Kredilerin suyunu çekmesiyle, inşaat balonu söndü. Zil çaldı ve krize girdik!” 
İşyerleri böyle kapanmaya başlamış. İnşaat sektörü durmuş. İşsizlik tavana fırlamış. 
Saadet zincirinin devam edeceği varsayımıyla yaptırılan iki koca havaalanı bile böylece kapatılmış ve ekonomik, sosyal, siyasi krizin simgesi olmuşlar.
Bunlardan ilki, Valensiya yakınındaki “Castellon”. 
Diğeri 1 milyon yolcu taşımak düşüyle yapılan, adını acı bir ironiyle yeldeğermenleriyle savaşan aymazlık örneği Don Kişot’tan alan “Don Kişot-Ciudad Real havaalanı”! 

Katalanların Bağımsızlık Ruleti
Katalan parlamentosu bu hafta ortası yarıdan fazla oyla, bağımsızlık kapısı aralayan bir “egemenlik bildirisi” onayladı.
Ülkenin en gelişmiş yörelerinden biri olan Katalonya’nın attığı bu kritik adım, İspanya’da nicedir yaşanan ayrılıkçılık gerilimini ve huzursuzluğunu artırdı.
Muhafazakâr ABC gazetesi, “Yasadışı, anayasa karşıtı ve gülünç!” başlığıyla Katalan parlamentosundan geçen bildiriyi eleştirdi.
Katalonya’da çıkan, İspanya’nın en büyük 3. gazetesi olan “La Vanguardia”buna karşın; “Egemenlik bildirisine Katalonya parlamentosundan geniş destek” başlığını kullandı.
Etkili “El Pais” ise, “Kopuş rüzgârları” başlığıyla yayımlanan başyazısında,“Egemenlik bildirisinin kurumsal bağlamda hukuki bir sonucu yok. Ancak siyasi sonuçlar; İspanya ve Katalonya açısından olumsuzdur. Öncelik ekonomik krizden çıkmak olması gerekirken; bu konu şimdi siyaseti yoracak. Süreçten iki çıkış yolu var: Ya karşıtlaşma ya da müzakere. Karşıtlaşma kabul edilemez!” yorumunu yaptı.
Katalan krizinin tırmanışı özetle genel bir şaşkınlık havası yaratıyor.
Kimileri Katalan milliyetçilerinin giriştiği bu bilek güreşinin sadece retorikten ibaret, asıl muradın merkezi hükümetten özellikle mali politikalar alanında ayrıcalıklar ve tavizler kopartmak olduğunu söylerken; kimileri de durumun ciddileştiğini ve her sürprize açık bir dejenerasyon içine girildiğini iddia ediyor. 

Öfkenin nedenleri
Örneğin, İspanyol parlamentosu “Cortes”te görüştüğüm Bask milletvekillerinden Juan Moscoso del Prado Hernandez, Katalanlarla merkezi hükümetin karşılıklı rulet oynadığını düşünüyor. Sosyalist muhalefet milletvekili Moscoso çok sayıda gözlemcinin aksine, Katalonya’nın İspanya’dan ayrılması olasılığının bundan böyle somut bir tehdide dönüştüğünü belirtiyor.
Bask kökenli olması hasebiyle “ayrılıkçılık” üzerinde karşılaştırmalı temeller üzerinden değerlendirme yapabilen Moscoso’nun anlattıkları şöyle:
“Son birkaç ayda (Katalan ayrılıkçılığında) 30 yıl geri gittik. Katalonya ve Bask ülkesinde ‘egemenlik’ yanlısı duygular hep olageldi. Ancak bu azınlıktaydı. (Katalonya’nın hâkim siyasi gücü, merkez sağdaki) CiU partisinin, yerel milliyetçiliği hep güçlü olmuştu. İspanyol anayasasının kurucuları arasında bu partinin liderleri de vardı. CiU’lu Katalan milliyetçileri İspanyol anayasasına kısaca angajeydiler. Öyle ki İspanya’nın demokratik anayasası Katalonya bölgesinde başlangıçta yüzde 91 çoğunlukla kabul edildi. Ancak son dönemde bir kısırdöngüye girildi. (Ödedikleri vergilerle merkezi devlet hazinesine aşırı katkı yaptıklarını düşünen) Katalan halkı, istismar edildiğini düşünüyor…”
“Ekonomik kriz bu olumsuz duyguları biledi ve bir katalizör oldu. Refah devleti kısıntıları en çok Katalonya’da hayata geçti. Sağlıkta en büyük tasarruf, Katalonya’da yapıldı. Katalanlar buna çok öfkelendi. Ancak yerel düzeyde yapılan kendi yerel hükümetlerinin hatalarını eleştireceklerine, Madrid’i günah keçisi yaptılar. Endülüs’e bakıp -misal!- 
(görece olarak azgelişmiş) Endülüs hastaneleri ya da okulları (Katalanların vergileri sayesinde) daha iyi durumda’ demeye başladılar.”

‘Egemenlik bildirisi tuzak’
“İlişkilerin yozlaşmasında tek unsur yalnız ekonomik kriz değil. Kriz, geçmiş yaraları deşti. Bu yaraların en ağırı, on yıl önce Katalonya bölgesi başkanlığına gelen (yerel) sosyalist Pasqual Maragall’ın hazırladığı bir reform oldu. Maragall, Katalonya’nın (yerel anayasası sayılan) tüzüğünü, milliyetçi çizgide değiştirmek istedi. Madrid’de de o dönemde sosyalistler işbaşındaydı; (Katalan halkını bir ‘ulus’ olarak tanımlayan) milliyetçi tüzüğe, dönemin gene sosyalist partiden olan Başbakanı Zapatero arka çıkmıştı. Ancak Maragall’ın milliyetçi projesi, Madrid parlamentosunda bir kuşa çevrildi. Ardından o dönem muhalefette bulunan muhafazakârların konuyu anayasa mahkemesine götürmesiyle, paramparça oldu. Bu, Katalonya’da infial yarattı. Katanlar bu konuya çok içerlediler!”
“Egemenlik bildirisi bir tuzak. Katalan halkının çoğunluğu bu bildiriyle,kararları biz alırız’ diyor. Bu bir otodeterminasyon/kendi kaderini kendi tayin etmek hakkından başka şey değildir ki, bu ‘bağımsızlık’ olur. Bu spirale bir kez girildi mi, buradan çıkmak zordur. ‘Bağımsız olmaya karar verdikderlerse, ne yapacaksınız? Katalonya’ya tankları mı yollayacaksınız? Ben Katalanların sınırları zorlamak istediklerini ve bu yolda kararlı olduklarını düşünüyorum. Ancak Madrid’le karşıtlaşmayı tam nereye kadar götürebileceklerinden emin değiller. Aslında Madrid de bilek güreşini nereye dek götüreceğini bilmiyor. O yüzden iş biraz rulete dönüştü.” 

Bask ve Katalan Ayrılıkçılığı
İspanya’nın başında bir değil iki ayrılıkçılık problemi var…
İspanyol devleti yıllarca ayrılıkçılığı savunan Bask terörizmi ile mücadele etti, henüz kesin zaferle olmasa bile bu savaştan baskın çıktı. Buna karşın şiddet kullanmayan Katalan milliyetçiliği, ekonomik kriz yaşayan ülkenin başına daha büyük bela kesildi.
Bask yöresinde ayrılıkçılık yanlıları halihazırda yüzde 50’lerde seyrederken aynı oran Katalonya’da yüzde 60 - yüzde 70’lere yükseldi. Katalan parlamentosu otodeterminasyona kapı aralayan bir “egemenlik bildirisi”geçirerek Madrid ile bu hafta yeni bir çatışma sayfası açtı.
Bundan sonra olabilecekleri sosyalist Parti Milletvekili Juan Moscoso ile konuştuk. Bask kökenli Navarra Milletvekili Juan Moscoso; dün ilk bölümüne yer verdiğimiz açıklamalarında, Bask ve Katalan milliyetçiliği hakkında karşılaştırmalı bir analiz sunuyor. Moscoso ile görüşmemiz şöyle:
“Katalanların egemenlik bildirisinin ardından bir bağımsızlık referandumunun gelebileceğini düşünüyorsunuz. Tırmanma mı yaşanıyor?”
“Kesinlikle!” 
“Katalanlarla daha ileri bir özerklik formülü müzakere edilemez mi?”
“Sosyalistler olarak bizim önerimiz bu. İspanya’yı federalleştirmek için bir anayasal reform öneriyoruz.”
“Katalanlara, Bask benzeri mali özerklik verilmesini destekler misiniz?”
“İsteyen herkese, anayasal çerçeve içinde mali özerklikler tanınmalı. Bizim önerilerimiz bu yönde.” 

İspanyol-Katalan rekabeti
“Ama Katalanlar ve Baskların Madrid’le ilişkileri farklı…”
“Katalanlar kurban pisikolojisi içinde. Anlaşılmadıklarını, Madrid’e giden vergilerle soyulduklarını düşünüyorlar. Katalonya ile ülkenin ilişkisi karmaşık. 1984’te ETA yılda 150 can alırken, ben Madrid’de öğrenciydim. Bask olduğum için kimse bana laf etmezken, ‘Katalanlar’ hep sataşmaya maruz kalırdı. Askerlikte de keza, Basklara bir şey diyen çıkmazdı. Katalanlar fıkralar dahil, çeşitli şekillerde karikatürize edilip aşağılanırdı…”
“Neden İspanyollar Katalanlara daha tahammülsüz?”
“Bunun nedenleri tarihi. Dil faktörü de var. Bask dili yereldir. İspanyolcayla paralel şekilde var olur ve ona rakip çıkmaz. Bask yöresinde İspanyolca konuşabilirsiniz. Katalonya da bir Katalana gidip İspanyolca bir şey söyleseniz, size Katalanca yanıt verir. Katalanlar dil konusunda agresif. Bu İspanyolları kızdırıyor. Bir İspanyol Baskça konuşulmasına huylanmaz, Katalanca duyduğunda sinirlenir. Kontrolden çıkan böyle fasit bir daire oluştu.”
“Şu sıra Basklar sakin. Katalanlarla olanı biteni mi seyrediyorlar?”
“Bask sorunu farklı. Bir yıl öncesine dek Bask ülkesinde terör vardı. Terörün olduğu yerde bağımsızlık ivmesi yaratmak kolay değil. Ayrılıkçılıkta çoğunluğun desteği için, şiddet yanlısı olanı da olmayanı da yanınıza almanız lazım. Şiddet yanlılarının oranı Bask ülkesinde yüzde 25. O yüzde 25’le işbirliği olanaksız. Basklar ayrıca sahip oldukları ileri özerklikten de memnun.”
“Bask ülkesinin, İspanya’nın diğer bölgelerinden ileri olan özerkliğini anlatmak için bana ‘adı konmamış bağımsızlık’ tanımını yapmışlardı. Dış politika, savunma dışında, Basklar tümüyle özerk. Topladıkları vergileri harcıyorlar vs.”
“Bağımsızlık Basklar için bu yüzden sembolik bir düş. Bask halkı, özde memnun. 8 yıldır ben Madrid’de milletvekiliyim. Seçim bölgem için burada fazla bir şey yaptığımı söyleyemeyeceğim. Kararların hepsi yerinde alınıyor.”

Terörle mücadelenin sırrı
“Bask terörizmi nasıl yatıştı?”
“Bask ülkesinde şiddet yanlısı 
Amaiur-Bildu’ partisi yüzde 25’lik kesimi temsil ediyor. 90’larda siyasi partiler olarak bu yüzde 25’i siyaset ve ülke kurumları dışına çıkarmaya karar verdik. Teröre açıkça karşı olduğunu beyan etmeyen partiler kurumlar dışında kalacaktır’ diyen bir yasa geçirdik. Terörle işbirliği yapanların kaynaklarını kuruttuk. Polis mücadelesini de sürdürdük. ETA elebaşlarını, aktivistlerini, tetikçilerini yakaladık. Liderlerin yakalanmasından sonra örgüte yeni katılanları ele geçirmek kolaylaştı. Fransa, Portekiz’in bu mücadeleyi desteklemesini sağladık. Muhafazâkar Halkçı Parti (PP), ayrılıkçılara yönelik yasakların hep sürmesinden yanaydı. Biz Sosyalist Parti olarak burada PP’den ayrılıyorduk. Demokratik bir ülkede yüzde 25’e sürekli sırt çevirerek yaşayamazsınız. Biz ETA ile doğrudan ilişki içinde olmayanların siyasi sürece geri dönebilmesinden yana olduk. Ancak bunun için birtakım şartları yerine getirmeleri gerekiyordu…”

“Ne gibi?”
“Siyasi kanadın şiddete son verdiğini açıklaması, kamuoyuna bunun hata olduğunu itiraf etmesi ve ETA’nın kendini feshetmesi gerekiyordu. ETA şiddeti bıraktığını söyledi ancak örgüt hâlâ çözülmedi. Bundan böyle hapisteki arkadaşlarının şartlarını iyileştirmek için mücadelelerini sürdürüyorlar. Hapisteki bin tutsağın salınmasını, arkadaşlarının normal yaşama dönmesini istiyorlar. İspanyol devleti de silahları geri istiyor.”

Sonu Olmayan Kriz
İspanya’nın ayrılıkçılık probleminin göbeğindeki Bask, Katalan bölgeleri, ülkenin en zengin ve en gelişmiş yöreleri.
Bask yöresi, kişi başına düşen gelir açısından AB ortalamasının yüzde 30 üzerinde. Katalonya’da gelir düzeyi de aynı şekilde AB ortalamasının yüzde 14 üstüne çıkıyor.
Yakın tarihin en büyük ekonomik ve sosyal krizi yaşanırken, bu iki en zengin bölgeden özellikle Katalonya’nın ayrılıkçılık bayrağı ile öne çıkması İspanya’da yaşanan endişeyi katlıyor.
Ayrılıkçılık sorununun yarattığı gerilim ve istikrarsızlıkların, istihdam sağlayan kaynaklara şiddetle ihtiyaç duyan ekonomiyi ve dış yatırımları olumsuz etkilemesinden korkuluyor.
İspanya’nın ekonomik sorunlarını ve içinde bulunduğu bu negatif spirali“Bask ve Katalan ayrılıkçılığı” konusunda görüşlerine başvurduğumuz Sosyalist Parti milletvekili Juan Moscoso ile konuştuk.
Aynı zamanda bir iktisatçı olan Moscoso, İspanya’nın ekonomik krizden çıkmasının yıllar alacağını söylüyor.
“Bugün İspanya’da 6 milyon işsiz var. İşsiz sayısı 4 yıl önce 1 milyon 600 bindi. Son dört yılda 4 milyondan fazla işin yok olduğu anlamına gelir bu”diyor Moscoso ve ekliyor:
“Buhar olup eriyen 4 milyon işin yarısı inşaat balonundaydı. Bunun anlamı, artık o sektörde o işlerin bir daha yaratılmayacak olmasıdır. İnşaat sektöründe işlerini yitiren 2-3 milyon kişinin (diğer sektörlerde çalışabilmeleri için) tekrar eğitilmesi gerekiyor. Bu birkaç yılda yapılabilecek bir şey değil. İşsizlik probleminin diğer boyutu, bölgesel dengesizliklerdeki artış. Yitirilen 4 milyon iş zengin kuzeyde değil, azgelişmiş güneyde: Kaybedilen işlerin 1 milyonu Endülüs’te. Öbür 1 milyonu Valensiya ve Murcia’da... Sonuç kuzey-güney dengesizliğinin büyümesi ve farkın açılması. Sorun salt makro ekonomik dengeleri tekrar yerine oturtmakla çözülebilecek bir sorun değil. Yeni faaliyet alanları da yaratmak gerekiyor. Bu kolay değil.

‘Refah devletini yıkıyoruz’
Muhafazakâr Rajoy hükümetinin ekonomik krizi yönetiş biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
“İspanyol ekonomisi rakkamlarına göre İspanya borçlarının gayrisafi milli hasılaya oranı, Almanya’nın borç oranıyla karşılaştırıldığında hâlâ daha düşük. Ancak Almanya borcuyla mutlu ve sağlıklı biçimde büyüyor. Buna mukabil biz bütün iktisat politikalarımızı borç yüküne yoğunlaştırıyoruz ve (borç yükünü düşürmek kaygısıyla) refah devletini yıkıyoruz. Bunun bize hiçbir faydası olmayacak. Çünkü sorunun kaynağı burada değil.

‘Avro bizi çürütüyor’
Sorunun kaynağı nerede peki?
“Avrupa’da. Avro’nun yapılandırılışında. Avro yapısı bizi çürütüyor. Bu yapı yüzünden borçlara, Almanya’dan yüksek prim (spread) ödüyoruz. Faiz hadleri arasındaki farkla bizim borç finansmanının altından kalkmamız mümkün değil. Aradaki fark, Avrupa Merkez Bankası’nın yaptığı kötü tercihlerden kaynaklanıyor.”

Madrid’in hiç hatası yok mu?
“Son on beş yılın olumlu ekonomik döngüsünü, emlak ve inşaat sektörüne yoğunlaşmak suretiyle ne yazık ki kaçırdık. Şimdi de hükümet aşırı kemer sıkma politikaları uyguluyor. Pazar olmadığı için şirketler arka arkaya kapanıyor. Özellikle küçük ve orta çaplı şirketler İspanya’nın her yanında kapanıyor. Sanayi sektörleri yıkılıyor. Bunları yeniden yaratmak kolay değil. Kamu gelirleri bu yıl GSMH’nin yüzde 42’sinden yüzde 29’a düştü. Son iki yılda bu gelirlerin dörtte birini kaybettik.
‘Hüsran ve öfke’
Üretim azaldığı için vergi gelirleri de daralıyor…
Keza tüketim de... Her şey daralıyor.
- Kamu harcamalarındaki daralma ne bu durumda?
“Beşte bir. Harcama kısıldıkça, kamu gelirleri artmıyor. Daha çok daralıyor.”
Gelin Keynes’i hatırlamayın
“Keynesçi önlemler için sürekli olarak AB’ye ve Merkel’e talepte bulunuyoruz. IMF bile bu yönde çıkışlar yapıyor. Tek başımıza bu işin altından kalkamayız. Önümüzdeki yol uzun ve meşakkatli. Sade bu yıl İngiltere’ye 60 bin, Almanya’ya da 30 bin İspanyol göç etti. Bir beyin göçü bu. Genç, üst düzey eğitim almış İspanyollar gidenler…”
İspanya’da yaşadığım 80’li yıllarda burada harikulade bir demokratikleşme süreci yaşanıyordu ve ülkede müthiş idealler, değerler vardı. Bu kabına sığmayan bir pozitif enerji, iyimserlik yaratıyordu. Günümüz İspanyası’nın ruh halini nasıl tarif edersiniz?
“İspanyollar bunalımda değil ama endişeli. Bazı aşırılıkları da olan çok iyi bir dönemi arkalarında bıraktıklarının farkındalar. Uzun sürecek güç bir döneme giriyoruz ve insanlarda kötümserlikten çok hüsran ve öfke var. Yozlaşma, yolsuzluğa karşı güçlü bir öfke bu!”
‘Bu başka bir dünya’
Büyükelçi Carlos Zaldivar“Artık başka bir dünyada yaşıyoruz” diyor: “Bu çok farklı bir dünya. Anlatmakla olmaz. Yaşamadan anlayamazsınız. İspanya’ya ben de yeni döndüm. Bu yeni dünyayı anlamaya çalışıyorum!”
Carlos Zaldivar, İspanya’nın Brezilya büyükelçiliğinden geçen yıl ayrılmış. “Kriz İspanya’sı nereye gidiyor?”u konuşurken yaptığı bu girizgâh ardından,Erdoğan’la yaşadığı bir anıyı aktarmaktan da kendisini alıkoyamıyor.
“2010 Mayısı’ydı” diyor Büyükelçi: “Erdoğan Brezilya’ya geldi. Sizin Başbakanınız ile benim başbakanımın (o dönemde ‘Medeniyetler İttifakı’eşbaşkanlığı yapan Zapatero) inişleri çakıştı. Havalanına gittiğimde ne göreyim? 50 arabalık dev bir kortej, Erdoğan’ı bekliyor! Korumalar, ambulanslar…
Şaşakaldım. İspanya Başbakanı’nı ise bekleyen toplam 5 araba var. Protokol müdürüne gittim. ‘Önce Zapatero karşılanacak!’ dedim. Brezilyalılar; ‘Aman efendim önce Erdoğan iniyor!’ diye itiraz ettiler. Ben; ‘Erdoğan’ın arabalarının alandan ayrılmasını beklersek saatlerce buradan çıkamayız. 5 arabayla biz alanı hemen boşaltırız’ deyince kortej savaşını kazandım. Önce Zapatero çıktı!”

Yazarlar mahallesinde sohbet
Büyükelçi Zaldivar’la, Madrid’in yeni açılan restoranlarından, “El Barril de Las Letras”da konuşuyoruz.
Bask mutfağı, balık ve deniz ürünleri ile nam salan restoran; Madrid’in kalbindeki “Letras”(Barrio de las Letras) Mahallesi’nde bulunuyor. “Letras”, aslında “edebiyat” demek. Barrio de las Letras, edebiyat/yazarlar mahallesi anlamına geliyor.
Cervantes bu mahallede doğmuş, burada ölmüş. İlk Don Kişot baskısı da burada yayımlanmış. Yazarın mezarı, ilerdeki “Convento de Las Trinitarias”isimli bir 17. yüzyıl manastırında bulunuyor. Manastır rahibeleri, Türk korsanları tarafından kaçırılıp Cezayir’de 5 yıl alıkonan Cervantes’i, aralarında para toplayıp, fidye ödeyerek kurtarmış.
Bizim restoran “Cervantes” sokağının hemen alt köşesinde. İspanyol edebiyatının büyük yazarını, ölüm yıldönümlerindeki bir ayinle her yıl 23 Nisan günü anan “Trinitarias” rahibeleri de bulunduğumuz sokağın paralelindeki-bir başka büyük yazar olan- “Lope de Vega” sokağına bakıyor...
Ama yalnız Lope de Vega değil; Quevedo ve Gongora gibi 16. - 17. yüzyıl İspanyol edebiyatının altın çağı yazarlarının hepsi, İspanyol parlamentosu“Cortes” ile “Atocha” istasyonu ve iki yıl önceki “öfkeliler” eyleminin yaşandığı merkezi “Sol” meydanı arasında kalan bu kültür yuvası mahallede yaşamış.
Madrid’de yaşadığım yıllardan bu yana müthiş bir yenilenme hamlesiyle gelişen “Yazarlar Mahallesi” sokaklarında, şimdi artık gençleri çeken kahveler, barlar, sanat galerileri, kitabevleri var. Beş-on dakika yürüyüş mesafesinde, Madrid’in entelektüellerini buluşturan görkemli “Circulo de Bellas Artes” (Güzel Sanatlar Kulubü) karşınıza bulunuyor. 
Madrid’in “Pera Palas”ı
Bu sanat kulübünün arkasında parlamento, parlamentonun çaprazında da Madrid’in “Pera Palas”ı sayılabilecek tarihi otel “Palace” göze çarpıyor.
İç Savaş’ta hastane yapılan, müşterileri arasında Hemingway, Orson Welles, Mata Hari, Dali, Picasso, Lorca, Bunuel gibi isimler bulunan otelin, vitray kubbesi altındaki ünlü barında; halihazırda İspanyol parlamenterleri ile gazetecileri kulis sohbetleri için yan yana geliyor.
Palace ayrıca; demokrasiye geçiş yıllarının sosyalist lideri Felipe Gonzalez’in 1982’deki ilk seçim zaferi ardından, bu otel balkonlarından ilan ettiği “faşizmin sonu” deklarasyonuyla da tarih yazan bir yer.
“Palace”ın önünden aşağıya doğru sağa dönüldüğünde; aristokrat “Ritz” oteli ile Prado müzesi önünde uzanan görkemli “Paseo del Prado/Prado Bulvarı’na” çıkılıyor. 
En sanat yoğun bulvar
Prado Bulvarı, her biri on beş-yirmi dakika yürüyüş alanındaki üç dünya çapındaki müzeye ev sahipliği yapıyor.
Derin İspanya’nın ruhunu ele veren Velazquez ve Goya’ları için mutlaka görülmesi gereken Prado’nun yanı sıra; 13. - 20. yüzyıl Batı resminin gelişimini gözler önüne seren “Museo Thyssen-Bornemisza” ve modern sanat mabedi “Reina Sofia” müzelerinin hepsinin bu bulvarda bulunması nedeniyle, Prado Bulvarı’na “Paseo Del Arte/Sanat Bulvarı” da deniyor.
Dünyanın en sanat yoğun bulvarı diye bilinen “Paseo del Arte” üzerinde aristokrat “Alba ailesinin” sanat hazinelerini teşhir eden (eski merkez postane) “Cibeles Sarayı” ve “Caixa Forum” gibi irili ufaklı başka sanat merkezleri/galerileri de ziyaret edilebiliyor...
Madrid’in bu en tipik, en görülesi mahallesinin Prado Bulvarı’na çıkan dar sokakları içindeki 18. - 19. yüzyıllardan kalma evler istisnasız birer İspanya kartpostalı gibi.
Hepsi teker teker elden geçmiş olan dörder katlı, ferforje balkonlu, cumbalı, kiremit renkli, geleneksel evleri çevreleyen sokakların çoğu trafikten arındırılmış ve AB yardımlarıyla sil baştan döşenmiş… 

‘Kanı Kim Durduracak?’
“Krizin en korkunç yanı konut kredisi’ intiharları” diye söze giriyor dostum;“Bu kış başı Bilbao’da 53 yaşındaki bir kadın ev kredisini ödeyemeyince dördüncü katın penceresinden atladı. Aynı şekilde Malaga’da bir başka kadın kendisini boşluğa bıraktı. Bankalar, ipoteklerini ödeyemeyenleri savcılığa veriyor; savcı polise başvuruyor, polis evin hemen boşaltılmasını istiyor. Yersiz yurtsuz kalmakla yüzleşemeyen insanlar intiharı seçiyor. İnşaat balonunun yarattığı bir insanlık dramı bu!”
“2003’ten sonra konut kredileri çok ucuzladı” diye anlatmaya devam ediyor dostum: “İnşaatçılar, emlakçiler, ev sahibi olmak isteyenler 40-50 yıllık uzun vadeli konut kredileri ile borçlandılar ve satın aldıkları evleri ipotek ettiler. ABD’de olduğu gibi bu insanların kredilerini geri ödeyebileceklerine dair hiçbir garantileri yoktu. Ancak çarkın dişlileri tam gaz çalışıyordu. Aldığınız kata ertesi gün ‘satılık’ ilanı koyup fiyatının çok üstünde satıyordunuz. Apartman fiyatları tavan yapmıştı. Bu dalgada konut kredisi veren bankalar da ipotek değerlerini çok yüksek tutmuştu. Çarkın tıkandığı noktada iş tersine döndü. Piyasaya kapılan çok sayıda alıcı, konut kredilerini geri ödeyemedikleri için yalnız evlerinden olmakla kalmadılar, ayrıca bankalara borçlandılar. Bu konumdaki tüketiciler hem evlerini vermek, hem üstüne ipotek borçlarını ödemek zorunda şimdi. Böyle çaresiz 400 bin insan var...”
Mısır firavunlarından kalma “Debod Mabedi’ne” bakan bir apartman katında konuşuyoruz…
Madrid’in göbeğinde Mısır mabedinin ne işi var diyeceksiniz?
İki bin küsur yıllık bu Eski Mısır eserlerini, Asvan Barajı’nın yapıldığı ’60’larda şehre Mısır hükümeti hediye etmiş. Amon ve İsis tanrılarına adanan mabedin sular altında kalmasındansa, tarihi yapıtı kurtaracak ülkelere Kahire bağış yapmayı vaat etmiş. İspanya’nın yardımı karşılığında yerinden sökülen bu muhteşem eser gemiyle önce Valensiya’ya getirilmiş. Oradan buraya taşınıp orijinal konumuna uygun şekilde karşımızdaki geniş parkın içine monte edilmiş. 

İnebahtı dağa taşa yazılmış
Madrid’de yaşadığım yıllarda gazetecilik yapan arkadaşım, üst düzey bir bürokrat... Günbatımlarıyla ünlü Sierra de Guadarrama Dağları’na bakan evi, nevraljik kent merkezi İspanya meydanı/Plaza de Espana’ya on beş-yirmi dakika mesafede.
Az ileride kralın yalnız resmi davetlerde kullandığı “Kraliyet Sarayı” ile sadece yayalara açık olan görkemli başka bir meydan; “Oriente Meydanı” bulunuyor.
Sarayın yamacındaki meydanın karşı tarafında da Madrid’in küçük ve görkemli opera binası dikkat çekiyor.
Yarım ay şeklindeki yarı yuvarlak meydanın saray yanından, opera cephesine kıvrıldığınızda, Cervantes’in bir kolunu yitirdiği İnebahtı Savaşı’nın anısına ithaf olunan “Lepanto/İnebahtı” sokağından geçiyorsunuz.
Geçerken yerde dev puntolarla, asfalt üzerine metal harflerle döşenen, “Yunanistan’ın İnebahtı körfezinde Miguel de Cervantes Saavedra 7 Ekim 1571’de İspanyol, Venedik ve Papalık filolarının Marquesa kadırgasında, Türk donanmasının yenilgisine tanık oldu” yazısı önünüze çıkıyor. Yazının ardından karşınıza çıkan ilk köşede, Madrid’in en keyifli kahvelerden biri olan Oriente Meydanı’na nazır “Cafe de Oriente” ile karşılaşıyorsunuz. 

Dört kişiden biri işssiz
Burası turistlerle üst orta sınıf gelir gruplarının rağbet ettiği bir yer olduğu için, kriz buralarda pek hissedilmiyor. Ancak “ipotek krizi intiharlarına”kaldığımız yerden devam ederken arkadaşım “Orta sınıf İspanya’da yok oluyor” diyor; “Zenginler hâlâ çok zengin. Ama orta sınıfın yerini gitgide alt orta sınıflar alıyor. Avrupa’nın en yüksek işsizliği burada. Dört kişiden biri işsiz. Gelecek perspektifi olmayan gençlerin işssizliği (yüzde 55) büyük bir dram…”
“İnsanlar nasıl ayakta kalıyor?” şeklindeki soruma dostum; “Tüm Akdeniz ülkelerinde güçlü olan aile bağları ve aile yardımlarıyla” diyerek karşılık veriyor: “Bir de tabii paralel ekonomi var!”
Görünebilir gelecek için beklentilerin ne olduğunu sorduğumda ise “kemer sıkmak”tan başka bir yanıt alamıyorum.
Bir yıldır görevde bulunan muhafazakâr Rajoy hükümeti sadece kemer sıkıyor.
Vergiler artırılırken, memurlara ikramiyeler kaldırılıyor, emekli maaşları donduruluyor, kamu taşımacılığı zamlanıyor, kamu harcalamalarında genel kısıntılara gidiliyor ve öncelikli olarak da sosyal güvenlik, sağlık harcamaları kısılıyor. 
Sağlıkta geniş çaplı özelleştirme öngören hükümetin bu hazırlıkları karşısında, beyaz önlüklü sağlık personeli Madrid’de sık sık protestolar yapıyor.
İspanyol başkentine ayak bastığım ilk gün karşılaştığım sağlık personelinin bu gösterilerine burada “huelga blanca” (ak grev) diyorlar.
“Halk Partisi/Partido Popular”ın bulunduğu “Calle Genova” Sokağı’nda öfkeyle yürüyen sağlık sektörü mensupları her fırsatta, “sağlığımızı satışa çıkarıyorlar”; “Sağlık Satılmaz, korunur”, “Halk kanıyor. Kim kanamayı durduracak?”, “Sağlık ticaret değildir” sloganlarıyla feryat ediyor. 


Avrupa’nın Yeni Adı ‘Merkiavelli’

Beni havaalanına götüren taksi şoförü; “Oğlum bir yıl öncesinde 1200 Avro kazanıyordu” diyor: “İşine son verdiler. Aylarca işsiz kaldı. Sonra aynı işyerinden bir telefon geldi ‘İsterseniz geri dönün ama size 600 Avro verebiliriz’ dediler. Aynı işin ücretini yarıladılar. Oğlum mecburen kabul etti. Ne yapsın? İş yok ki! Yalnız benim oğlum değil, arkadaşları da aynı durumda. Çoğu şirket kriz yüzünden kapanma noktasında ve zor durumda ama çoğu da krizden istifade, çalışanı böyle sömürüyor.”
İspanya’dan ayrılırken tam ayaküstü Rajoy skandalı patlak verdi…
El Pais”in patlattığı skandala göre, İspanya’nın muhafazakâr Başbakanı Mariano Rajoy, 1997-2008 yıllarında, 250 bin Avro tutarında “gizli ödeme”(rüşvet) almış.
İktidardaki Halk Partisi PP’nin bu “gizli ödeme” skandalı, ücretleri, taksi şoförünün oğlu gibi “esnek işgücü piyasasında” tepetaklak aşağı giden ve artık her koşulu kabul etmek zorunda kalan İspanyolları şimdi çileden çıkarıyor.
PP’nin “Calle Genova/Cenova Sokağı”ndaki parti genel merkezi önüne toplanıp sabah akşam bağırıyorlar: “Ladrones/hırsızlar!”
İki skandal ve ayrılıkçılık
İspanya’da geçirdiğim 15 günde Katalonya’dan gelen “egemenlik deklarasyonu” darbesinin yanında, iki de böyle büyük skandal yaşandı…
Ülkeye ayak bastığımın haftasında PP Defterdarı Luis Barcenas’ın İsviçre bankalarındaki 22 milyon Avro’luk gizli hesabın skandalı patladı. Ülkeden ayrılırken bu kez başbakanın merkezinde bulunduğu “gizli ödeme/rüşvet”skandalı gün yüzüne çıktı.
Rajoy’a tranfer edilen paraların kaynağı henüz belli değil. PP yöneticileri her şeyi inkâr ediyor. Ancak PP’ye akıtıldığı söylenen “gizli ödemelerin”üzerlerindeki tarihlerin, inşaat balonu yıllarıyla çakışması; bunların siyasilerce sağlanan inşaat izinleri karşılığında partiye verilmiş rüşvetler olduğunu düşündürtüyor.
Art arda skandallar, İspanya’daki krizin bir ölçüsü. İşsizlik oranları gençlerde yüzde 55 gibi düşünülmeyecek düzeylere çıkarken ve “esnek piyasa” şartları çalışanları oradan oraya savururken; “Ekmek yoksa pasta yesinler!” misali siyasiler hâlâ günlerini gün ediyor. Kemer sıkmak için halktan yüksek vergiler ödemelerini talep ediyor, kendileri gizli kaynaklardan sağladıkları fonları İsviçre bankalarına taşıyorlar ve tabii haliyle vergiden de kaçırıyorlar.
Bu tablo, sokaktaki insanın siyasi partilere, siyasi sınıfa ve demokrasiye güvenini yok ediyor. Kamuoyu yoklamaları, halkın yüzde 96’sının, siyasetçilerin yoz olduğuna inandığını belgeliyor. Kraliyet mensuplarının dahi yolsuzluğa karışması tüm kurumlara inancı baltalıyor. 
Geç modernleşmenin bedeli
80’lerdeki başarılı “demokrasiye geçiş modeli” ile dünyaya örnek olan İspanya, böyle şimdi iç içe geçen çok boyutlu ekonomik, siyasi, sosyal çözülme yaşıyor. Çok yönlü krizin nedenleri çeşitli. Bunların en önemlisi geç tamamlanan modernleşme…
Ekonomik krizin kökenindeki “inşaat balonunun” örneğin neden İtalya’da değil de İspanya’da patlamış olduğuna baktığımızda, “ev edinme furyasının”,İtalya’da çok daha uzun zaman dilimine yayıldığını; zenginleşmesini geç tamamlayan İspanya’da bunun daha kısa süreye sıkıştığını görüyoruz.
90’lar sonu ve 2000’ler başında İspanyolların cümlesi ev sahibi olmak istiyor. Bir evi olan, 2., 3. evi edinmeye çalışıyor.
Fransa, İtalya gibi köklü sanayi ülkelerine nazaran, sanayisi daha yeni olan İspanya’da finans balonu kepenk indiren orta, küçük sanayileri daha kolay eritiyor.
“İspanya’nın en önemli ekonomik sektörleri ne?” diye sorduğunuzda, bizatihi bunların krizin baş gösterdiği sektörler olan “inşaat” ve “bankacılık” olduğunu görüyoruz. 
Gelişmiş, eski Avrupa ülkelerinde olduğunun aksine, hepsi son yıllarda yapılan ve şimdi giderek yük olan dev havaalanları ile hızlı tren atılımına baktığımızda; gene burada da kısa sürede bir “sınıf atlama” kaygısı görüyoruz.
2665 kilometrelik hızlı tren ağı için yapılan fuzuli istasyonlar, uçaklar inmediği için otomobil pisti niyetine kullanılan hayalet havaalanları; politikacıların rüşvet çarklarını yağlarken bir yandan israf kapısı açıyor.
Bu yatırımlar gerçi AB fonlarıyla yapılıyor ancak hem alternatif maliyet açısından; hem onarım ve bakım açısından kaynakların hovardaca kullanımına set çekilmemiş olduğu görülüyor.
İspanya için bir büyük “değişim aracı” ve “umut ışığı” olarak görülen Avrupa ile ilişkiler de bu vesileyle 180 derece değişiyor.
Borç krizinin yükünü -ulusal hatalar yerine- “Avro”nun yapılandırılış şekline bağlayan İspanyollar için Avrupa artık hüsran kaynağı. Yardım elini eskisi gibi cömertçe uzatmayan Avrupa’nın, İberik Yarımadası’ndaki yeni adı “Merkel” ve“Makyevelli” isimleri bileşiminden oluşan “Merkiavelli”.
İspanya’da geçirdiğim on beş günde öğrendiklerimin bir kısmını burada sizlere de aktarmaya çalıştım. Büyükelçi Carlos Zaldivar’ın sözleri hâlâ kulağımda: “Bu artık başka bir dünya” diye özetlemişti tüm bu değişiklikleri İspanyol diplomat: “Bundan böyle bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Anlatmakla olmaz. Yaşamak lazım.”

Hiç yorum yok: