1849’da, Türkmen asıllı, çiftçi bir ailenin çocuğu olarak
doğan ve 1905’te Mısır müftüsü iken ölen Abduh, kısa yaşamına rağmen, hocası
Afgani gibi, kendinden sonraki İslami akımları etkilemiş önemli biri.
Afgani’nin teorilerini, akıllıca pratiğe devşiren yönü ile
Siyasal İslamcılığın başrolünü paylaşır onunla. Sizlere oldukça tanıdık gelecek
olan fikirleri, İslam coğrafyasına yayılmış cemaatlerce dantel gibi
işlenmiştir.
Her zaman tekrar ettiğim üzere, bu insanların söylemleri ilk
bakışta çok mantıklı ve yararlı buluna bilir. Fakat açtıkları yoldan giden
insanların uygulamalarını görünce, hiç te masum olmayan kasıtları göre
biliyoruz.
Hayatı, tıpkı halefi Said Nursi gibi birkaç evreye
ayrılıyor.
İlk Abduh, sufi meşreb, samimi ve saf bir ilim talebesi
olarak karşımıza çıkıyor. Gizemli kişilerden feyz alıyor. Bu sayede, soğuduğu
ilim hayatına geri dönüyor.
İkinci Abduh, Afgani’nin ateşli savunucusu ve talebesi.
Onunla gazete-dergi çıkaran, onun adına batılı ülkelerde görüşmeler yapan,
iktidar deviren bir aktivist. İngilizlere Ortadünya’da karşılaştıkları sorunlar
ile alakalı konularda yardımcı oluyor. Özellikle Sudan’daki Mehdi isyanı ile
ilgili olarak bizzat Londra’da brifingler veriyor. İngiliz işgaline karşı
görünse de, o da hocası Afgani gibi Londra’dan çıkmıyor. İngiltere’de
ağırlanıyor, önemli filozoflarla görüşüp, o yılların meşhur ortadünya
arşınlayıcısı müsteşriklerle ahbap oluyor.
Üçüncü Abduh ise, durulmuş, iktidara karşı ılımlı, hocasının
aksine hedeflerini uzun mesafelere yaymış, bir derin kişilik. Bu dönemindeki
faaliyetleri ve yazdıkları islam dünyasındaki, tüm dini temelli oluşumları
derinden etkiliyor. Fikirlerindeki ince falsolar çoğu saf İslamcı tarafından
farkedilemiyor elbette, ancak bizler bu gün De-facto karşı karşıya kalmış durumdayız
bu sapmalarla.
Yobazlarca masonluğu sebebiyle şeytan ilan edilmesi veya
sevenlerince mesih addedilmesi beni ilgilendirmiyor Abduh’un. Bir insanın, tek
başına, mason olması veya olmaması, değerini ne arttırır ne de düşürür. Ancak
tekrar söylemeliyim, masonları, tüm kötülüklerin merkezine koyanların, aynı
zamanda bu loca loca dolaşan zevatı, pir olarak görmelerini anlamıyorum. Tıpkı,
hem ABD ve Avrupayı şeytan ilan edip, sonra da her sıkıştıklarında oralara
sığınan İslami cemaat liderleri gibi. Asya veya Afrika ülkelerine giden bir
dini lider görmedim. Hep Almanya, Fransa, İngiltere ve son çeyrekte ABD. Gel de
komplolara inanma şimdi. Hem bayrağını yakıp, şeytan ilan et, sonra da Allah
yerine onlara sığın. Hem, ömrü boyunca vatan toprağı dışında toprağa ayak
basmamış M. Kemal’e söv, hem de bin deliğe kafa uzatan fareleri İslam kahramanı
ilan et. Anlamak mümkün değil.
Fikirlerini özetlemek gerekirse:
Dini inanışın
taklitten kurtarılması. İmanın sağlam temellere oturtulması.
Gayet güzel bir söylem. Ancak buradaki taklitten ve
hurafeden kasıt, o güne kadar insanların anladığı din anlayışını yıkıp yerine
“öze dönüş” adı altında yeni bir din ikame etme. Yani Kuran’ın ilk dönemine
dönme kılıfıyla sunulmuş bir anglo-sakson süngüsü.
Daha önce de belirtmiştim, Anglo-sakson emperyalizminin
temel sacayaklarından biri, işgal edilen ülkede yeni ve kulağa hoş gelen
söylemleri ile bir din veya mezhep veya cemaat tesis etmektir. Hindistan’daki
Sihizim, Arap yarımadasındaki Vahhabilik gibi. Örneğin, Abduh’un bu gayet
kulağa hoş gelen “öze dönüş” söylemi bizde, otuz yıldır çözemediğimiz bir
başörtü sorunu olarak tezahür etti. Köyde başını oyalı yaşmağıyla örten ve iki
omuzundan belikleri sarkan kızlarımıza,“bu İslam değil, bakın Kuran ne diyor” diyerek
çarşafı, tek kılı göstermeyen boneli sıkmabaşları model gösterdiler. Şimdi biri
kalkıp “canım Abduh gayet modern bir adamdı, bunları savunmuyordu” diyemez.
Zira söylediği ve önerdiği her harf, yaşayan cemaatlerin amentüsü hükmündedir
bu bün. En liberalinden en radikaline Afgani’yi, Abduh’u görürsünüz Ortadünya
beyinlerinde.
Din ile bilimi
buluşturma gerekliliği. Dinsiz bir bilim anlayışına asla izin verilmemelidir.
Din ve fen ilimleri ile mücehhez, Eğitim ve Kültür faaliyetleri ile yetiştirilmiş
yeni ve dindar bir nesle ihtiyaç vardır.
Özellikle bu söylem, yakın tarihte karşılaştığımız tüm
İslami cemaatlerin manifestosu olmuştur. Zira laik bir eğitim sisteminden
cemaat adamı çıkmaz. Dini argümanlar ve motivasyonlarla gençler yoğrulmalıdır ki, soru sormasınlar, itaat
etsinler ve çok iyi kalifiye eleman olsunlar. Efendinin filozofa değil,
nitelikli iş gücüne ihtiyacı var. Tüm İslam dünyasındaki en zeki çocuklar,
cemaatlerin okullarında hem din, hem de fen öğrendikten sonra kuzu kuzu
efendinin bilimine katkı sunmak için memleketlerini terk etmiyorlar mı? Oxford,
Cambridge veya ABD üniversitelerinin akedemik kadrolarına bir bakarsanız, o
“dindar ve zeki” neslin kime hizmet ettiklerini, hangi ülkelerin bilimine katkı
sunduklarını görürsünüz.
Madem öyle, o halde ‘dindar bilim’e bir örnek verin de
görelim. İnsanlık tarihinde,”Kutsal”ın hakim olduğu bir toplumda, bilim
yeşermiş midir? Vereceğiniz örnekler, İbn-i Sina, Farabi, Harezmi vs.
zamanlarının dinsiz ilan edilen ve bu sebeple cenaze namazları dahi kılınmayan
“kafirler”i idiler. Şimdi kalkıp pişkin pişkin “bakın müslümanlar zamanında ne
bilginler yetiştirmişler” diye hava atıyorsunuz. Bunu savunanlar, dogmanın
olduğu bir yerde felsefenin, dolayısı ile bilimin olamayacağını ya bilmiyorlar,
ya da ortadünya insanını, aklını iğdiş ederek cehalet uçurumuna yuvarlıyorlar.
Yüzyıllarca efendiden dayak yiyen insanlar, belki kendi içlerinden bir deha
çıkaracak ve geri kalmışlıklarının asıl nedeninin, bilimden ve akıldan uzaklaşmak
olduğunu kavrayacaklardı. Ancak ustaca bir dokunuşla efendi, bu arayış
açlığını, din ile doyurarak, yeni dini anlayışlar üretmek suretiyle, bu en
insani arayışa erken doğum yaptırmıştır.
Oysa Cumhuriyetimizi kuranlar bu hastalığın tedavisine başlamışlardı.
Sonuç alınmak üzereydi. Avrupanın en iyi lise eğitimi, Anadolu’nun her
köşesinde bedava veriliyor, getirtilen hocalar sayesinde kurulan
üniversitelerde gençler, felsefe ve bilim nasıl yapılır’ı öğreniyorlardı. Bir
yandan sanayi tesisleri hızla kuruluyor bir yandan da Dil, Tarih, Coğrafya,
kültür, sanat okulları açılıyordu. Hummalı tercüme faaliyetleri ile doğu ve
batı klasikleri aynı anda çevriliyor ve simit parasına halka ulaşıyordu. Köy
çocuğu hem İlyada’yı, hem Bustan’ı okuyup meczede biliyordu. Otuz’lu ve Kırk’lı
yılların lise mezunları düzeyinde, üniversite eğitimi verilemiyor bu gün.
Aslında, “Neden geri kaldık” sorusuna verilmiş en doğru ve
tek gerçek cevaptı Cumhuriyet. Kıymetini bilmemenin ceremesini tüm ortadünya çekiyor
şimdi.
Din adamları kelam ve
fıkıh’ın kısır tartışmaları yerine, imansızlık cereyanlarına karşı Allah’ı
anlatmak ile meşgul olmalıdırlar.
“Zaman, iman kurtarma zamanıdır” diyen, en az on cemaat
lideri saya bilirim. Dinsizlik cereyanları denen 18. Yüzyıl felsefeleri
olmaksızın, Avrupa bu günkü seviyesini yakalaya bilir miydi acaba? Avrupa’yı
Avrupa yapan fikirler öcü ilan edilince, bilimsel aklın devrimini ummak hayal
olacaktı, oldu da.
Ey zamanın kutbu, müceddidi, sahibi ilan edilmiş ancak kapı
eşiğinde kaç ayakkabı olduğundan bi-haber “Veli”ler. Bu gün müritlerinizce size
bahşedilmiş, yalancı cennetlerinizdeki
bitmeyen gerdek gecelerinizin konforunu, kendileri ve fikirleri ile
mücadele edilmesi gerektiğini sayıkladığınız, dinsiz adamlara borçlu olduğunuzu
hatırlatmak isterim. Ve sorarım size, Tanrıya rağmen mi bunca buluşa imza
attılar? Tanrı dediğimiz evrensel hakikat kiminle?
Kuran mezarlıklarda
okunan bir kitap olmaktan çıkartılıp, hayata dahil ve şamil olmalıdır.
İnmemiştir hele Kuran
şunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için.
Dizesiyle Akif özetlemiş bu görüşü. Peki, Kuran’ın hayata
dahil olması nasıl gerçekleşecek? Mısır’daki İhvan’a, Türkiye’deki cemaatlere,
Araplara, Afganistan-Pakistan’a bakarsak görebiliriz aslında nasıl
gerçekleştiğini. Dindar, cahil, beleşçi, teknoloji ve yeniliğe aç ancak bir o
kadar da bilimden ve akıldan yoksun güruh. Bu muydu hayaliniz? Sürekli namaz
kılan ve gene sürekli yalan söyleyen müslümanlar... Var mı asla yalan
söylemeyeniniz, herşeyini cemaatinden olmayanlarla da paylaşanınız, asla
zulmetmeyeniniz, haksız olan kardeşiniz dahi olsa ona karşı çıkanınız? Hangi
“öz”den sözediyorsunuz? Sizi görenler islam’a imrenmeli değil miydi? Oysa bu
gün sonradan görmüşlüğünüzü, ahlaksızlıklarınızı ve haksızlıkları savunmanızı
görenler , sizin yüzünüzden bin yıllık inançlarından soğuyorlar. Siz gene
haftalık sohbet gecelerinizde, birbirinize propaganda yapmaya devam edin.
“İnsanlar İslam’a koşuyor”, yalanlarıyla teselli bulun. Kulaklarına ezanla isim
konmuş evlatlarınızı bile tiksindirmeyi başardınız fiillerinizle.
İslam milletlerinin
tek çatı altında olmalarına gerek yoktur. Merkezi yönetimden ziyade kendi
başlarına kaderlerini tayin etmelidirler.
O yıllarda Osmanlıyı yakan en acı görüş buydu işte. Bir
söylemin nereye gittiğini ve kimin ekmeğine yağ sürdüğünü takip edersek,
hakikate de ulaşa biliriz. Osmanlıyı yutmanın planlarının yapıldığı bir
dönemde, halkların bağımsızlığını savunmak, sadece Anglo-sakson efendiye
yarayacaktı, ki öyle de olmuştur. Ancak bağımsız olan her İslam ülkesi,
sabahına efendinin marabası olduğunda bu İslamcılardan tek hareket göremedik
maalesef. Gene düşmana namusunu çiğnetmeyen, Anadolu’nun, gerektiği gibi dini
yaşamamakla suçladığınız, insanı oldu. Çünkü onlar dinlerini, bu efendi
yamaklarından değil, Anadolu’nun manevi sahiplerinden, ahilerden,
bektaşilerden, erenlerden öğrendiler. Belki beş vakit namaz kılmıyorlar ve
kızlarının başlarına poşet geçirmiyorlardı ama Allah’tan başkasına eyvallah
etmemeyi, zalime dikilmeyi, dilenmemeyi
öğrenmişlerdi. Şunu da çok iyi bilin ki, sizler dini eğitimi çok iyi
vere bilirsiniz ama namus, şeref ve hamiyyet eğitimini asla veremezsiniz.
Sonuç:
Bu fikirlerin takipçilerinden, Türk ve özellikle Atatürk
düşmanı, Rus-Komünist düşmanı, Yahudi düşmanı, Laisizm dolayısıyla Fransız
düşmanı, Felsefe’den dolayı Alman düşmanı çıktı ama bir tek İngiliz düşmanı
olmadı bu Siyasal İslamcılar. Oysa ülkelerini İngilizler işgal etmişti. Lakin
bu canlılar, sahiplerini ısırmazlar.
Abduh, bir yandan Arap milliyetçilerinin, bir yandan da
selefi fanatiklerin referansı olmuştur. İhvan-ı Müslimin’in önderlerinin, Arap
liberalleriyle aynı kaynaktan beslenmeleri düşündürücüdür.
Bu Neo-islamcılar, bizde de M.Akif başta olmak üzere
günümüze kadar gelen tüm Siyasi İslami oluşumları etkilemiş ve zihinlerine o
minik açıyı vermeyi başarmışlardır. Ayrıca Hindistan Müslümanlarını ayrılıp
Pakistan’ı kurma konusunda yönlendiren M. İkbal’i de unutmamak gerek.
Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i
aklı eserinde
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder