1 Eyl 2013

Muhammed Abduh

Placeholder41849’da, Türkmen asıllı, çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan ve 1905’te Mısır müftüsü iken ölen Abduh, kısa yaşamına rağmen, hocası Afgani gibi, kendinden sonraki İslami akımları etkilemiş önemli biri.

Afgani’nin teorilerini, akıllıca pratiğe devşiren yönü ile Siyasal İslamcılığın başrolünü paylaşır onunla. Sizlere oldukça tanıdık gelecek olan fikirleri, İslam coğrafyasına yayılmış cemaatlerce dantel gibi işlenmiştir.

Her zaman tekrar ettiğim üzere, bu insanların söylemleri ilk bakışta çok mantıklı ve yararlı buluna bilir. Fakat açtıkları yoldan giden insanların uygulamalarını görünce, hiç te masum olmayan kasıtları göre biliyoruz.

Hayatı, tıpkı halefi Said Nursi gibi birkaç evreye ayrılıyor.

İlk Abduh, sufi meşreb, samimi ve saf bir ilim talebesi olarak karşımıza çıkıyor. Gizemli kişilerden feyz alıyor. Bu sayede, soğuduğu ilim hayatına geri dönüyor.

İkinci Abduh, Afgani’nin ateşli savunucusu ve talebesi. Onunla gazete-dergi çıkaran, onun adına batılı ülkelerde görüşmeler yapan, iktidar deviren bir aktivist. İngilizlere Ortadünya’da karşılaştıkları sorunlar ile alakalı konularda yardımcı oluyor. Özellikle Sudan’daki Mehdi isyanı ile ilgili olarak bizzat Londra’da brifingler veriyor. İngiliz işgaline karşı görünse de, o da hocası Afgani gibi Londra’dan çıkmıyor. İngiltere’de ağırlanıyor, önemli filozoflarla görüşüp, o yılların meşhur ortadünya arşınlayıcısı müsteşriklerle ahbap oluyor.

Üçüncü Abduh ise, durulmuş, iktidara karşı ılımlı, hocasının aksine hedeflerini uzun mesafelere yaymış, bir derin kişilik. Bu dönemindeki faaliyetleri ve yazdıkları islam dünyasındaki, tüm dini temelli oluşumları derinden etkiliyor. Fikirlerindeki ince falsolar çoğu saf İslamcı tarafından farkedilemiyor elbette, ancak bizler bu gün De-facto karşı karşıya kalmış durumdayız bu sapmalarla.

Yobazlarca masonluğu sebebiyle şeytan ilan edilmesi veya sevenlerince mesih addedilmesi beni ilgilendirmiyor Abduh’un. Bir insanın, tek başına, mason olması veya olmaması, değerini ne arttırır ne de düşürür. Ancak tekrar söylemeliyim, masonları, tüm kötülüklerin merkezine koyanların, aynı zamanda bu loca loca dolaşan zevatı, pir olarak görmelerini anlamıyorum. Tıpkı, hem ABD ve Avrupayı şeytan ilan edip, sonra da her sıkıştıklarında oralara sığınan İslami cemaat liderleri gibi. Asya veya Afrika ülkelerine giden bir dini lider görmedim. Hep Almanya, Fransa, İngiltere ve son çeyrekte ABD. Gel de komplolara inanma şimdi. Hem bayrağını yakıp, şeytan ilan et, sonra da Allah yerine onlara sığın. Hem, ömrü boyunca vatan toprağı dışında toprağa ayak basmamış M. Kemal’e söv, hem de bin deliğe kafa uzatan fareleri İslam kahramanı ilan et.  Anlamak mümkün değil.

Fikirlerini özetlemek gerekirse:
Dini inanışın taklitten kurtarılması. İmanın sağlam temellere oturtulması.

Gayet güzel bir söylem. Ancak buradaki taklitten ve hurafeden kasıt, o güne kadar insanların anladığı din anlayışını yıkıp yerine “öze dönüş” adı altında yeni bir din ikame etme. Yani Kuran’ın ilk dönemine dönme kılıfıyla sunulmuş bir anglo-sakson süngüsü.

Daha önce de belirtmiştim, Anglo-sakson emperyalizminin temel sacayaklarından biri, işgal edilen ülkede yeni ve kulağa hoş gelen söylemleri ile bir din veya mezhep veya cemaat tesis etmektir. Hindistan’daki Sihizim, Arap yarımadasındaki Vahhabilik gibi. Örneğin, Abduh’un bu gayet kulağa hoş gelen “öze dönüş” söylemi bizde, otuz yıldır çözemediğimiz bir başörtü sorunu olarak tezahür etti. Köyde başını oyalı yaşmağıyla örten ve iki omuzundan belikleri sarkan kızlarımıza,“bu İslam değil, bakın Kuran ne diyor” diyerek çarşafı, tek kılı göstermeyen boneli sıkmabaşları model gösterdiler. Şimdi biri kalkıp “canım Abduh gayet modern bir adamdı, bunları savunmuyordu” diyemez. Zira söylediği ve önerdiği her harf, yaşayan cemaatlerin amentüsü hükmündedir bu bün. En liberalinden en radikaline Afgani’yi, Abduh’u görürsünüz Ortadünya beyinlerinde.


Din ile bilimi buluşturma gerekliliği. Dinsiz bir bilim anlayışına asla izin verilmemelidir. Din ve fen ilimleri ile mücehhez, Eğitim ve Kültür faaliyetleri ile yetiştirilmiş yeni ve dindar bir nesle ihtiyaç vardır.

Özellikle bu söylem, yakın tarihte karşılaştığımız tüm İslami cemaatlerin manifestosu olmuştur. Zira laik bir eğitim sisteminden cemaat adamı çıkmaz. Dini argümanlar ve motivasyonlarla gençler  yoğrulmalıdır ki, soru sormasınlar, itaat etsinler ve çok iyi kalifiye eleman olsunlar. Efendinin filozofa değil, nitelikli iş gücüne ihtiyacı var. Tüm İslam dünyasındaki en zeki çocuklar, cemaatlerin okullarında hem din, hem de fen öğrendikten sonra kuzu kuzu efendinin bilimine katkı sunmak için memleketlerini terk etmiyorlar mı? Oxford, Cambridge veya ABD üniversitelerinin akedemik kadrolarına bir bakarsanız, o “dindar ve zeki” neslin kime hizmet ettiklerini, hangi ülkelerin bilimine katkı sunduklarını görürsünüz.

Madem öyle, o halde ‘dindar bilim’e bir örnek verin de görelim. İnsanlık tarihinde,”Kutsal”ın hakim olduğu bir toplumda, bilim yeşermiş midir? Vereceğiniz örnekler, İbn-i Sina, Farabi, Harezmi vs. zamanlarının dinsiz ilan edilen ve bu sebeple cenaze namazları dahi kılınmayan “kafirler”i idiler. Şimdi kalkıp pişkin pişkin “bakın müslümanlar zamanında ne bilginler yetiştirmişler” diye hava atıyorsunuz. Bunu savunanlar, dogmanın olduğu bir yerde felsefenin, dolayısı ile bilimin olamayacağını ya bilmiyorlar, ya da ortadünya insanını, aklını iğdiş ederek cehalet uçurumuna yuvarlıyorlar. Yüzyıllarca efendiden dayak yiyen insanlar, belki kendi içlerinden bir deha çıkaracak ve geri kalmışlıklarının asıl nedeninin, bilimden ve akıldan uzaklaşmak olduğunu kavrayacaklardı. Ancak ustaca bir dokunuşla efendi, bu arayış açlığını, din ile doyurarak, yeni dini anlayışlar üretmek suretiyle, bu en insani arayışa erken doğum yaptırmıştır.

Oysa Cumhuriyetimizi kuranlar bu hastalığın tedavisine başlamışlardı. Sonuç alınmak üzereydi. Avrupanın en iyi lise eğitimi, Anadolu’nun her köşesinde bedava veriliyor, getirtilen hocalar sayesinde kurulan üniversitelerde gençler, felsefe ve bilim nasıl yapılır’ı öğreniyorlardı. Bir yandan sanayi tesisleri hızla kuruluyor bir yandan da Dil, Tarih, Coğrafya, kültür, sanat okulları açılıyordu. Hummalı tercüme faaliyetleri ile doğu ve batı klasikleri aynı anda çevriliyor ve simit parasına halka ulaşıyordu. Köy çocuğu hem İlyada’yı, hem Bustan’ı okuyup meczede biliyordu. Otuz’lu ve Kırk’lı yılların lise mezunları düzeyinde, üniversite eğitimi verilemiyor bu gün.
Aslında, “Neden geri kaldık” sorusuna verilmiş en doğru ve tek gerçek cevaptı Cumhuriyet. Kıymetini bilmemenin ceremesini tüm ortadünya çekiyor şimdi.

Din adamları kelam ve fıkıh’ın kısır tartışmaları yerine, imansızlık cereyanlarına karşı Allah’ı anlatmak ile meşgul olmalıdırlar.

“Zaman, iman kurtarma zamanıdır” diyen, en az on cemaat lideri saya bilirim. Dinsizlik cereyanları denen 18. Yüzyıl felsefeleri olmaksızın, Avrupa bu günkü seviyesini yakalaya bilir miydi acaba? Avrupa’yı Avrupa yapan fikirler öcü ilan edilince, bilimsel aklın devrimini ummak hayal olacaktı, oldu da.

Ey zamanın kutbu, müceddidi, sahibi ilan edilmiş ancak kapı eşiğinde kaç ayakkabı olduğundan bi-haber “Veli”ler. Bu gün müritlerinizce size bahşedilmiş, yalancı cennetlerinizdeki  bitmeyen gerdek gecelerinizin konforunu, kendileri ve fikirleri ile mücadele edilmesi gerektiğini sayıkladığınız, dinsiz adamlara borçlu olduğunuzu hatırlatmak isterim. Ve sorarım size, Tanrıya rağmen mi bunca buluşa imza attılar? Tanrı dediğimiz evrensel hakikat kiminle?

Kuran mezarlıklarda okunan bir kitap olmaktan çıkartılıp, hayata dahil ve şamil olmalıdır.


İnmemiştir hele Kuran şunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için.
Dizesiyle Akif özetlemiş bu görüşü. Peki, Kuran’ın hayata dahil olması nasıl gerçekleşecek? Mısır’daki İhvan’a, Türkiye’deki cemaatlere, Araplara, Afganistan-Pakistan’a bakarsak görebiliriz aslında nasıl gerçekleştiğini. Dindar, cahil, beleşçi, teknoloji ve yeniliğe aç ancak bir o kadar da bilimden ve akıldan yoksun güruh. Bu muydu hayaliniz? Sürekli namaz kılan ve gene sürekli yalan söyleyen müslümanlar... Var mı asla yalan söylemeyeniniz, herşeyini cemaatinden olmayanlarla da paylaşanınız, asla zulmetmeyeniniz, haksız olan kardeşiniz dahi olsa ona karşı çıkanınız? Hangi “öz”den sözediyorsunuz? Sizi görenler islam’a imrenmeli değil miydi? Oysa bu gün sonradan görmüşlüğünüzü, ahlaksızlıklarınızı ve haksızlıkları savunmanızı görenler , sizin yüzünüzden bin yıllık inançlarından soğuyorlar. Siz gene haftalık sohbet gecelerinizde, birbirinize propaganda yapmaya devam edin. “İnsanlar İslam’a koşuyor”, yalanlarıyla teselli bulun. Kulaklarına ezanla isim konmuş evlatlarınızı bile tiksindirmeyi başardınız fiillerinizle.

İslam milletlerinin tek çatı altında olmalarına gerek yoktur. Merkezi yönetimden ziyade kendi başlarına kaderlerini tayin etmelidirler.

O yıllarda Osmanlıyı yakan en acı görüş buydu işte. Bir söylemin nereye gittiğini ve kimin ekmeğine yağ sürdüğünü takip edersek, hakikate de ulaşa biliriz. Osmanlıyı yutmanın planlarının yapıldığı bir dönemde, halkların bağımsızlığını savunmak, sadece Anglo-sakson efendiye yarayacaktı, ki öyle de olmuştur. Ancak bağımsız olan her İslam ülkesi, sabahına efendinin marabası olduğunda bu İslamcılardan tek hareket göremedik maalesef. Gene düşmana namusunu çiğnetmeyen, Anadolu’nun, gerektiği gibi dini yaşamamakla suçladığınız, insanı oldu. Çünkü onlar dinlerini, bu efendi yamaklarından değil, Anadolu’nun manevi sahiplerinden, ahilerden, bektaşilerden, erenlerden öğrendiler. Belki beş vakit namaz kılmıyorlar ve kızlarının başlarına poşet geçirmiyorlardı ama Allah’tan başkasına eyvallah etmemeyi, zalime dikilmeyi, dilenmemeyi  öğrenmişlerdi. Şunu da çok iyi bilin ki, sizler dini eğitimi çok iyi vere bilirsiniz ama namus, şeref ve hamiyyet eğitimini asla veremezsiniz.

Sonuç:

Bu fikirlerin takipçilerinden, Türk ve özellikle Atatürk düşmanı, Rus-Komünist düşmanı, Yahudi düşmanı, Laisizm dolayısıyla Fransız düşmanı, Felsefe’den dolayı Alman düşmanı çıktı ama bir tek İngiliz düşmanı olmadı bu Siyasal İslamcılar. Oysa ülkelerini İngilizler işgal etmişti. Lakin bu canlılar, sahiplerini ısırmazlar.

Abduh, bir yandan Arap milliyetçilerinin, bir yandan da selefi fanatiklerin referansı olmuştur. İhvan-ı Müslimin’in önderlerinin, Arap liberalleriyle aynı kaynaktan beslenmeleri düşündürücüdür.

Bu Neo-islamcılar, bizde de M.Akif başta olmak üzere günümüze kadar gelen tüm Siyasi İslami oluşumları etkilemiş ve zihinlerine o minik açıyı vermeyi başarmışlardır. Ayrıca Hindistan Müslümanlarını ayrılıp Pakistan’ı kurma konusunda yönlendiren M. İkbal’i de unutmamak gerek.


Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

Hiç yorum yok: