1 Eyl 2013

Muhammed Reşid Rıza

Placeholder4Siyasal İslamcı, modernist, üç silahşorun sonuncusu olan M. Reşid Rıza, 1865’te Lübnan-Trablusşam’da doğuyor. İlk iki selefi olan Afgani ve Abduh kadar mucizevî bir biyografisi yok maalesef. Fikir ve uygulamaları, onların şarihi ve talebesi olduğunun ispatı hükmünde. Ancak, onu orijinal kılan yönleri de yok değil. Daha ziyade siyasete, özellikle “din devleti” ve “hilafet”e ilişkin görüşleri kendinden sonra gelen Siyasal-İslami hareketlerin doğuşuna zemin hazırlıyor. Anlayacağınız, Mısır olaylarını telin için yapılan mitinglerde, “hilafet isterük” nidalarının fikir babası.

Başta Gazali’den etkilendi. Ardından Abduh ve Afgani’nin çıkardığı “urvetül vüska” dergisi onu “elektrik çarpmışçasına” sarstı ve “yeniden doğurdu”. Afgani ile tanışamadı ama Abduh’un has adamı olmayı başardı. “El-Menar” adıyla ölümüne kadar aksatmadan çıkardığı dergide, hocasının görüşlerini kendi üslubuyla yayınladı. 1905’te Abduh’un ölümüyle siyasetle daha rahat ilgilenmeye başladı. Zira Abduh, “dindar nesil” yetiştirilmeden siyaset yapmayı “erken” buluyordu. Hocaları gibi o da bitimsiz seyahatlere çıktı. İstanbul’dan Hindistan’a, Almanya’dan İsviçre’ye kadar…

Feraset eksikliği, ilk fark edilen özelliği biyografisinde. Hayatı boyu, önce methettiği ve sonra küfretmediği kimse yok gibi. II. Abdülhamit’e önce, “ Ömer adaletinde ve Ali cesaretinde biri” derken, bir süre sonra “zalim ve kindar” diyor. İttihatçılara destek için bir sene İstanbul’da yaşıyor ama bir süre sonra onları da milliyetçilikleri hasebiyle aforoz ediyor. Şerif Hüseyin’le beraber, Arap isyanının ön saflarında gördüğümüz R.Rıza, Suud’larla tanışınca, onu da “ şeytanın halifesi” ilan etmekten çekinmiyor. Mustafa Kemal, onun gözünde İslam kahramanı bir “gazi” ama İngilizleri kovup hilafeti kaldırınca, birden ona da sövmeye başladığına şahit oluyoruz. Bu arada, Atatürk’e söverken kullandığı jargon çok tanıdık gelir, herhangi bir cemaat mensubu Türk’e. Lakin Suud ailesine vefası var anlaşılan. Onlar için neler yapmıyor ki? Vahhabiliğe övgüden tutun da,” Hilafet için Kureyş’li olma” şartını ikinci plana atmaya kadar hep destek olmuş Suud ailesine. Suud ailesi, bu şıpsevdinin son aşkı değil elbet. Bir de, hep gizlediği ama sadakatten ayrılmadığı kadim aşkı var. İngilizlerin 1923’te anayasal bir monarşi kurmayı arzuladıkları Mısır’da, Rıza efendi, yandaşlarının karşı olduğunu söyledikleri İngilizler için, öncülük yapıyor ve canla başla çalışıyor.

Söylemleri Arap milliyetçiliğini o kadar gazlıyor ki, Cenevre konferansına başkan yardımcısı olarak onu gönderiyor Arap liderler.

1935’te ibn-i Suud’u ziyaretten dönerken, Kahire yolunda, Süveyş’te ölüyor.

Fikirleri:

Hocası Afgani ve Abduh gibi o da, “neden geri kaldık?” sorusuna, “İslam’dan uzaklaşma” cevabını veriyor. Reçete olarak sundukları, Abduh’un şerhi mahiyetinde. Ancak bazı konulara daha bi yoğunlaşmış. Eğitim ve Hilafet.

Eğitimin laikleşmesine kati bir şekilde karşı çıkılmalıdır. Din ilimlerinin yeniden canlandırılması ve – Gazali’nin tabiriyle- ihya edilmesi gerekmektedir.

Yani, eğitim kurumları bilimsel ve diyalektik bir yöntemle değil, Kelâmi metotla kurgulanmalıdır.

Bilimsel metot, felsefi aklın hâkim olmasıyla mümkün olabilir. Filozof aklı, sınırsız bir alanda, fenomenler dünyasını özgürce sorgulama hakkına sahiptir. Ulaştığı önermeler her türlü kritiğe açıktır. Geliştirile bilir veya çürütüle bilirdir. Kutsal önermeler değildir. Bu yönüyle sürekli kendini yenileyen bir organizma gibi, akıl ve onun eseri olan bilim gelişir, değişir, mükemmelleşir. Durağanlık, son nokta diye bir şeyi asla kabul etmez. Aklın bu evrimi doğal olarak insanı ve tabiatı da evirir. Aklın testine tabi tutulmayan ve bu sınavı veremeyen hiçbir önerme kabul edilmez.

Kelami metot ise, vahyin sınırlarını çizdiği bir alanda çalışır. Bu metot da aklı kullanır ancak kelamcı aklı, vahyin önermelerini mutlak doğru kabul eder, sorgulamaz. Akıl inşâsı, vahyin önermeleri üzerine kurulur. Vahyin izin verdiği yere kadar sorgular. Kelamcı için, aklın bir “sidretül münteha”sı vardır. Vahyin doğrusunu sorgulamaz, vahyin önermelerini anlamaya çalışır ve akıl ile izah eder veya etmek için uğraşır.

Dolayısıyla R.Rıza’nın, geri kalmışlığa çözüm olarak sunduğu eğitim sistemi ile batı aklını yene bilmek veya geçe bilmek mümkün olamayacağı gibi, bu anlayışın, yüzyıldır çökeceği varsayılan Batı medeniyeti karşısındaki acınası hali elan görülmektedir. Kuramını okuduğumuz tek İslam bilgini yoksa günümüzde, Fas’tan Çin’e kadar uzanan İslam coğrafyasında, insanlığın derdine derman olacak bir tek ilaç bulunamamışsa, nedeni felsefi aklın eğitimde hâkim olamamasından kaynaklanmaktadır.

Çok basit bir örnek verelim. Kilisenin veya ulemanın sınırlarını belirlediği akıl, evrimi inkâr eder, evrimi inkâr eden akıl, virüslerdeki mutasyonu anlayamaz, virüs mutasyonunu anlayamayan, aşı geliştiremez. Her hapşırdığımızda “kâfirlere” muhtaç oluruz, bu gün olduğumuz gibi. Sadece bilim değil, teoloji de yapılamaz ve yapılamamaktadır da. İlahiyat fakültelerimiz teolog yetiştirmek için kurulmuşlardı ama bu gün, imam ve vaiz yetiştirmektedirler.

Bu sebeple, bilim yapmak isteyen Müslümanların, batı ülkelerine gitmeleri bir zorunluluktur.

19.yüzyıl başlarında, bazı batılı emperyalistlerin iddia ettikleri gibi, “Müslümanlar veya Afrikalılar veya batılı olmayan herhangi bir millet bilim yapamaz” demiyorum. Bilakis ezilen toplumların, batı medeniyetinin ötesine geçebilecek yeteneklerinin olduğuna inanıyorum. Mustafa Kemal ve cumhuriyeti kuranlar, bunun olabilirliğini ispatladılar. Fakat bu günkü kafa yapısı ve eğitim sistemiyle devam ettikleri sürece, batılı olmayan toplumların asla batı aklının ve kavramlarının ve biliminin ve efendilerinin sultasından kurtulamayacakları açıktır.

Geri kalmışlığımız, genlerimizden değil, tercihlerimizden kaynaklanmaktadır.

İslam dünyası için bir halife zorunludur. Tek merkezden yönetilmekle birlikte, yerel yönetimler de güçlendirilmelidir. Türkler, Kürtler ve Arapların beraber yaşadıkları bir yer hilafet merkezi olmalıdır. (Mesela Musul gibi). Halife bir şura tarafından seçilmelidir. (Ehlü’l- hal ve’l-akd) Bu şura üyelerini özel olarak yetiştirilecek bir okul kurulmalıdır. Bu üyelerin her biri, halife olabilecek vasıflara sahip olacağından, aralarından birini halife olarak seçmelidirler.

Yani, din ve dünya işlerinden sorumlu bir tek kişi olmalı ve tüm İslam dünyası onun iki dudağı arasından çıkacak sözlerle yaşamını belirlemelidir. Müslümanlar için bir Papa. Böylelikle efendi için satın alınması gereken tek bir şahıs olacağından, emperyalizmin işi kolaylaşmış olacak. Bu gün mini halifeler tarafından yönetilen Müslümanlara bir bakın! İster okumuş olsun, ister çoban olsun, bir cemaat mensubu, hocasının emrine itaat ediyor. Ne yemesi gerektiğinden, çocuğuna hangi ismi vereceğine kadar her konuyu hocasına soruyor. Sorgulamıyor, zira Allah hocasının hata yapmasına izin vermez, diye inanıyor. Ve eğer hocasına “gassal elindeki meyyit gibi” itaat ederse cennete gideceğine inanıyor. “Hamdolsun” ülkemizdeki cemaatler, mensuplarına henüz “ölün” demiyorlar. Fakat “öl” emrine de itaat edilen cemaatlerin var olduğuna şahit oluyoruz.

Bilinmelidir ki, hiçbir kutsal kitapta, Allah bir yönetim biçimi sunmaz, mahiyetini sunar. Adil olan her sistem, Allah’ın istediği sistemdir. İster Kral yönetsin, ister Cumhuriyetin başkanı, ister Fransız olsun, ister Arap, insanlar arasında mutlak adaleti hâkim kılıyorsa bir lider, Allah’ın rızasını elde etmiş olur. Adaleti sadece insanlara değil, tüm doğaya hâkim kılan bir sistemin adı ne olursa olsun, evrenin sistem koyucusu ondan memnun olacaktır.

Maslahat anlayışı ile hareket eden ulamaya ihtiyaç vardır.

“Maslahat” kaygısı tüm görüşlerine hâkim R.Rıza’nın. “İşine geldiği gibi davranma” veya “pragmatizm” denebilecek bu tavır, zaman içerisinde Müslüman dünyayı karakterden yoksun bırakmıştır. Zorluklar ve çıkmazlar karşısında, mevcut durumu kurtaracak en iyiyi tercih etme yani,“Ehveni şer”. Oysa “ehveni şer”, şerri meşrulaştırmaktır ki, ne evrensel ahlaka, ne de insan onuruna yakışmayan bir tutumdur. Ayrıca “hakikate” de ihanettir.

Bu “maslahat” hastalığıdır ki, yüzyıldır güce boyun eğen bir zümre yaratmıştır ortadünya’da. O gün İngilizlere edilen secde, bu günün efendilerine de aynı tevekkülle sürmektedir “maslahat” adına.

Afgani ve haleflerine bakıldığında, bir sorun göze çarpar. Alternatif üretmek yerine pragmatik uyumluluk çabaları serimlemektedirler. Doğru bulduklarına çabucak adapte olma çabası vardır. Mesela, Demokrasiye alternatif yoktur hiç birinde, “İslam’da da zaten demokrasi var” söylemini duyarsınız onlardan. Demokrasinin babaları İslam’dan mı öğrendiler acaba ilkelerini? Veya kapitalizme alternatif getirmek yerine, İslam’ı kapitalizme yamayacak deliller bulma çabası içine girerler. R.Rıza’nın faiz ile ilgili görüşü bu meyanda güzel bir örnektir. Kapital’den az çok haberdar olanlar, hemen Medine’de peygamberin komün hayatı yaşadığını söylerler. Pragmatik olma, yer yer işe yarasa da, temel sorunları asla çözemez.

Fikrin bir bedeli vardır ve o bedel hiç de az değildir.

Göze çarpan bir diğer husus ise şudur; “İslam’ın özüne dönmeliyiz” söylemindeki “İslam’ın özü”, kendi anladıkları İslam’dır. Yani, neo-selefi ve biraz da vahhabi görüşlerdir. Öze dönüşle kastettikleri, Türklerin bin yıldır bile geldikleri, Anadolu irfanı değildir. 18. Yüzyıl icadı, anglo-sakson dinidir.

Eserleri ve etkilerine bakacak olursak, nübüvvet ispatı, Kuran’ın icazı, vahyin geliş maksadı vs. gibi konuları olduğu gibi R.Rıza’dan alan, Said Nursi’den Hasan el- Benna’ya, Mevdudi’ye kadar birçok isim sayabiliriz. 20. Yüzyıldaki İslami hareketlerin neredeyse tamamında bu üç ismin, Afgani-Abduh-R.Rıza teslisinin etkileri fark edilir. Türkiye’de kurumsallaşmış yapılara sahip herhangi bir cemaate, bir ay devam edecek olursa biri, bu görüşlerin varyasyonlarına şahit olacaktır. Özellikle İhvan’ı Müslimin hareketinin öncüleri bu üçlünün eteğinde büyümüşlerdir.


Ayrıca, Ortadünya’nın bitirilemez kini olan, Anti-İsrailizm’in ilk işaret fişeklerinin de, gene bu ellerce ateşlendiğini unutmamalıyız.

Hiç yorum yok: