Siyasal İslamcı, modernist, üç silahşorun sonuncusu olan M.
Reşid Rıza, 1865’te Lübnan-Trablusşam’da doğuyor. İlk iki selefi olan Afgani ve
Abduh kadar mucizevî bir biyografisi yok maalesef. Fikir ve uygulamaları,
onların şarihi ve talebesi olduğunun ispatı hükmünde. Ancak, onu orijinal kılan
yönleri de yok değil. Daha ziyade siyasete, özellikle “din devleti” ve
“hilafet”e ilişkin görüşleri kendinden sonra gelen Siyasal-İslami hareketlerin
doğuşuna zemin hazırlıyor. Anlayacağınız, Mısır olaylarını telin için yapılan
mitinglerde, “hilafet isterük” nidalarının fikir babası.
Başta Gazali’den etkilendi. Ardından Abduh ve Afgani’nin
çıkardığı “urvetül vüska” dergisi onu “elektrik çarpmışçasına” sarstı ve
“yeniden doğurdu”. Afgani ile tanışamadı ama Abduh’un has adamı olmayı başardı.
“El-Menar” adıyla ölümüne kadar aksatmadan çıkardığı dergide, hocasının
görüşlerini kendi üslubuyla yayınladı. 1905’te Abduh’un ölümüyle siyasetle daha
rahat ilgilenmeye başladı. Zira Abduh, “dindar nesil” yetiştirilmeden siyaset
yapmayı “erken” buluyordu. Hocaları gibi o da bitimsiz seyahatlere çıktı.
İstanbul’dan Hindistan’a, Almanya’dan İsviçre’ye kadar…
Feraset eksikliği, ilk fark edilen özelliği biyografisinde.
Hayatı boyu, önce methettiği ve sonra küfretmediği kimse yok gibi. II.
Abdülhamit’e önce, “ Ömer adaletinde ve Ali cesaretinde biri” derken, bir süre
sonra “zalim ve kindar” diyor. İttihatçılara destek için bir sene İstanbul’da
yaşıyor ama bir süre sonra onları da milliyetçilikleri hasebiyle aforoz ediyor.
Şerif Hüseyin’le beraber, Arap isyanının ön saflarında gördüğümüz R.Rıza,
Suud’larla tanışınca, onu da “ şeytanın halifesi” ilan etmekten çekinmiyor. Mustafa
Kemal, onun gözünde İslam kahramanı bir “gazi” ama İngilizleri kovup hilafeti
kaldırınca, birden ona da sövmeye başladığına şahit oluyoruz. Bu arada,
Atatürk’e söverken kullandığı jargon çok tanıdık gelir, herhangi bir cemaat
mensubu Türk’e. Lakin Suud ailesine vefası var anlaşılan. Onlar için neler
yapmıyor ki? Vahhabiliğe övgüden tutun da,” Hilafet için Kureyş’li olma”
şartını ikinci plana atmaya kadar hep destek olmuş Suud ailesine. Suud ailesi,
bu şıpsevdinin son aşkı değil elbet. Bir de, hep gizlediği ama sadakatten
ayrılmadığı kadim aşkı var. İngilizlerin 1923’te anayasal bir monarşi kurmayı
arzuladıkları Mısır’da, Rıza efendi, yandaşlarının karşı olduğunu söyledikleri
İngilizler için, öncülük yapıyor ve canla başla çalışıyor.
Söylemleri Arap milliyetçiliğini o kadar gazlıyor ki,
Cenevre konferansına başkan yardımcısı olarak onu gönderiyor Arap liderler.
1935’te ibn-i Suud’u ziyaretten dönerken, Kahire yolunda,
Süveyş’te ölüyor.
Fikirleri:
Hocası Afgani ve Abduh gibi o da, “neden geri kaldık?”
sorusuna, “İslam’dan uzaklaşma” cevabını veriyor. Reçete olarak sundukları,
Abduh’un şerhi mahiyetinde. Ancak bazı konulara daha bi yoğunlaşmış. Eğitim ve
Hilafet.
Eğitimin
laikleşmesine kati bir şekilde karşı çıkılmalıdır. Din ilimlerinin yeniden canlandırılması
ve – Gazali’nin tabiriyle- ihya edilmesi gerekmektedir.
Yani, eğitim kurumları bilimsel ve diyalektik bir yöntemle
değil, Kelâmi metotla kurgulanmalıdır.
Bilimsel metot, felsefi aklın hâkim olmasıyla mümkün
olabilir. Filozof aklı, sınırsız bir alanda, fenomenler dünyasını özgürce
sorgulama hakkına sahiptir. Ulaştığı önermeler her türlü kritiğe açıktır.
Geliştirile bilir veya çürütüle bilirdir. Kutsal önermeler değildir. Bu yönüyle
sürekli kendini yenileyen bir organizma gibi, akıl ve onun eseri olan bilim
gelişir, değişir, mükemmelleşir. Durağanlık, son nokta diye bir şeyi asla kabul
etmez. Aklın bu evrimi doğal olarak insanı ve tabiatı da evirir. Aklın testine
tabi tutulmayan ve bu sınavı veremeyen hiçbir önerme kabul edilmez.
Kelami metot ise, vahyin sınırlarını çizdiği bir alanda
çalışır. Bu metot da aklı kullanır ancak kelamcı aklı, vahyin önermelerini
mutlak doğru kabul eder, sorgulamaz. Akıl inşâsı, vahyin önermeleri üzerine
kurulur. Vahyin izin verdiği yere kadar sorgular. Kelamcı için, aklın bir
“sidretül münteha”sı vardır. Vahyin doğrusunu sorgulamaz, vahyin önermelerini
anlamaya çalışır ve akıl ile izah eder veya etmek için uğraşır.
Dolayısıyla R.Rıza’nın, geri kalmışlığa çözüm olarak sunduğu
eğitim sistemi ile batı aklını yene bilmek veya geçe bilmek mümkün olamayacağı
gibi, bu anlayışın, yüzyıldır çökeceği varsayılan Batı medeniyeti karşısındaki
acınası hali elan görülmektedir. Kuramını okuduğumuz tek İslam bilgini yoksa
günümüzde, Fas’tan Çin’e kadar uzanan İslam coğrafyasında, insanlığın derdine
derman olacak bir tek ilaç bulunamamışsa, nedeni felsefi aklın eğitimde hâkim
olamamasından kaynaklanmaktadır.
Çok basit bir örnek verelim. Kilisenin veya ulemanın
sınırlarını belirlediği akıl, evrimi inkâr eder, evrimi inkâr eden akıl,
virüslerdeki mutasyonu anlayamaz, virüs mutasyonunu anlayamayan, aşı
geliştiremez. Her hapşırdığımızda “kâfirlere” muhtaç oluruz, bu gün olduğumuz
gibi. Sadece bilim değil, teoloji de yapılamaz ve yapılamamaktadır da. İlahiyat
fakültelerimiz teolog yetiştirmek için kurulmuşlardı ama bu gün, imam ve vaiz
yetiştirmektedirler.
Bu sebeple, bilim yapmak isteyen Müslümanların, batı
ülkelerine gitmeleri bir zorunluluktur.
19.yüzyıl başlarında, bazı batılı emperyalistlerin iddia
ettikleri gibi, “Müslümanlar veya Afrikalılar veya batılı olmayan herhangi bir
millet bilim yapamaz” demiyorum. Bilakis ezilen toplumların, batı medeniyetinin
ötesine geçebilecek yeteneklerinin olduğuna inanıyorum. Mustafa Kemal ve
cumhuriyeti kuranlar, bunun olabilirliğini ispatladılar. Fakat bu günkü kafa
yapısı ve eğitim sistemiyle devam ettikleri sürece, batılı olmayan toplumların
asla batı aklının ve kavramlarının ve biliminin ve efendilerinin sultasından
kurtulamayacakları açıktır.
Geri kalmışlığımız,
genlerimizden değil, tercihlerimizden kaynaklanmaktadır.
İslam dünyası için bir halife zorunludur. Tek merkezden
yönetilmekle birlikte, yerel yönetimler de güçlendirilmelidir. Türkler, Kürtler
ve Arapların beraber yaşadıkları bir yer hilafet merkezi olmalıdır. (Mesela Musul
gibi). Halife bir şura tarafından seçilmelidir. (Ehlü’l- hal ve’l-akd) Bu şura
üyelerini özel olarak yetiştirilecek bir okul kurulmalıdır. Bu üyelerin her
biri, halife olabilecek vasıflara sahip olacağından, aralarından birini halife olarak
seçmelidirler.
Yani, din ve dünya işlerinden sorumlu bir tek kişi olmalı ve
tüm İslam dünyası onun iki dudağı arasından çıkacak sözlerle yaşamını
belirlemelidir. Müslümanlar için bir Papa. Böylelikle efendi için satın
alınması gereken tek bir şahıs olacağından, emperyalizmin işi kolaylaşmış
olacak. Bu gün mini halifeler tarafından yönetilen Müslümanlara bir bakın!
İster okumuş olsun, ister çoban olsun, bir cemaat mensubu, hocasının emrine
itaat ediyor. Ne yemesi gerektiğinden, çocuğuna hangi ismi vereceğine kadar her
konuyu hocasına soruyor. Sorgulamıyor, zira Allah hocasının hata yapmasına izin
vermez, diye inanıyor. Ve eğer hocasına “gassal elindeki meyyit gibi” itaat
ederse cennete gideceğine inanıyor. “Hamdolsun” ülkemizdeki cemaatler,
mensuplarına henüz “ölün” demiyorlar. Fakat “öl” emrine de itaat edilen
cemaatlerin var olduğuna şahit oluyoruz.
Bilinmelidir ki, hiçbir kutsal kitapta, Allah bir yönetim
biçimi sunmaz, mahiyetini sunar. Adil olan her sistem, Allah’ın istediği
sistemdir. İster Kral yönetsin, ister Cumhuriyetin başkanı, ister Fransız
olsun, ister Arap, insanlar arasında mutlak adaleti hâkim kılıyorsa bir lider,
Allah’ın rızasını elde etmiş olur. Adaleti sadece insanlara değil, tüm doğaya
hâkim kılan bir sistemin adı ne olursa olsun, evrenin sistem koyucusu ondan
memnun olacaktır.
Maslahat anlayışı ile
hareket eden ulamaya ihtiyaç vardır.
“Maslahat” kaygısı tüm görüşlerine hâkim R.Rıza’nın. “İşine
geldiği gibi davranma” veya “pragmatizm” denebilecek bu tavır, zaman içerisinde
Müslüman dünyayı karakterden yoksun bırakmıştır. Zorluklar ve çıkmazlar
karşısında, mevcut durumu kurtaracak en iyiyi tercih etme yani,“Ehveni şer”.
Oysa “ehveni şer”, şerri meşrulaştırmaktır ki, ne evrensel ahlaka, ne de insan
onuruna yakışmayan bir tutumdur. Ayrıca “hakikate” de ihanettir.
Bu “maslahat” hastalığıdır ki, yüzyıldır güce boyun eğen bir
zümre yaratmıştır ortadünya’da. O gün İngilizlere edilen secde, bu günün
efendilerine de aynı tevekkülle sürmektedir “maslahat” adına.
Afgani ve haleflerine bakıldığında, bir sorun göze çarpar.
Alternatif üretmek yerine pragmatik uyumluluk çabaları serimlemektedirler.
Doğru bulduklarına çabucak adapte olma çabası vardır. Mesela, Demokrasiye
alternatif yoktur hiç birinde, “İslam’da da zaten demokrasi var” söylemini
duyarsınız onlardan. Demokrasinin babaları İslam’dan mı öğrendiler acaba
ilkelerini? Veya kapitalizme alternatif getirmek yerine, İslam’ı kapitalizme
yamayacak deliller bulma çabası içine girerler. R.Rıza’nın faiz ile ilgili
görüşü bu meyanda güzel bir örnektir. Kapital’den az çok haberdar olanlar,
hemen Medine’de peygamberin komün hayatı yaşadığını söylerler. Pragmatik olma,
yer yer işe yarasa da, temel sorunları asla çözemez.
Fikrin bir bedeli
vardır ve o bedel hiç de az değildir.
Göze çarpan bir diğer husus ise şudur; “İslam’ın özüne
dönmeliyiz” söylemindeki “İslam’ın özü”, kendi anladıkları İslam’dır. Yani,
neo-selefi ve biraz da vahhabi görüşlerdir. Öze dönüşle kastettikleri,
Türklerin bin yıldır bile geldikleri, Anadolu irfanı değildir. 18. Yüzyıl icadı,
anglo-sakson dinidir.
Eserleri ve etkilerine bakacak olursak, nübüvvet ispatı,
Kuran’ın icazı, vahyin geliş maksadı vs. gibi konuları olduğu gibi R.Rıza’dan
alan, Said Nursi’den Hasan el- Benna’ya, Mevdudi’ye kadar birçok isim
sayabiliriz. 20. Yüzyıldaki İslami hareketlerin neredeyse tamamında bu üç
ismin, Afgani-Abduh-R.Rıza teslisinin etkileri fark edilir. Türkiye’de
kurumsallaşmış yapılara sahip herhangi bir cemaate, bir ay devam edecek olursa
biri, bu görüşlerin varyasyonlarına şahit olacaktır. Özellikle İhvan’ı Müslimin
hareketinin öncüleri bu üçlünün eteğinde büyümüşlerdir.
Ayrıca, Ortadünya’nın bitirilemez kini olan,
Anti-İsrailizm’in ilk işaret fişeklerinin de, gene bu ellerce ateşlendiğini
unutmamalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder