Cemaatleşen ve kurumsallaşan İslami cemaatlerin ve
tarikatların ilk muharriki, hace-i evveli, “arkhe”si…
Afgani-Abduh-Reşit Rıza üçlüsünün Dartanyan’ı…
Anglosakson din anlayışının, fiiliyata geçmiş hali olan,
“İhvan-ı Müslim’in” hareketinin kurucusu…
Hasan el-Benna, 1906’da, dindar ve âlim ve saat tamiri yapan
bir babanın oğlu olarak Mısır-Buhayre’de doğdu. Çocukluk yılları, her İslamcı
idol gibi efsanevi. Küçük yaşlardan itibaren görülmemiş bir takva sahibi,
hayret verici bir zekâ ve ilim aşkı.
Mısır’da yaygın olan Şazeli tarikatından feyz almış. 1927’de
“darul ulum”a kaydolmadan önce ahlak ve edep vaz’ eden bazı teşkilatlarda yer
almış. Şöyle ki, ahlaksızlık yaptığına inandıkları insanların, kapılarının
altından uyarı notları atıyorlarmış.
Reşit Rıza ile olan ilişkisi tam da bu yıllarda başlıyor.
Reşit Rıza’ya hayran.
Arapça öğretmeni olarak ilk ataması, tesadüfe bakın
ki, İsmailliye şehrine. İsmailliye, İngilizlerin meşhur “suways” şirketinin
merkezi. Tabir yerindeyse, Mısırdaki Londra.
Tabelalar, kaldırımlar, dükkânlar tamamıyla İngiliz
kültürünü yansıtıyor İsmailliyeydi.
Şehir halkı, İngiliz şirketinin çalışanları. Okullarda bile
İngiliz tipi eğitim veriliyor. İşte böyle bir okulda işe başlıyor Hasan
el-Benna. Tahmin edin, maaşını kimden alıyor?
Heyecanlı biri, İslam’ın derdiyle dertlenmiş, çıkış için tek
yol olarak gördüğü “öze dönüş”ü anlatıyor her yerde. Doksanlı yıllardan
anımsayacağımız, yeni yeni kanatlanan İslamcıların, belediye ihaleleri ve
yardım kuruluşları sayesinde, kazandıkları paralarla aldıkları arabaların arka
camlarında gördüğümüz “Huzur İslam’da” sloganın ortaya çıkış yılları. Kahvehaneler,
camiler, ev sohbetleri… İyi hatip!
Ve bir gün, 1928’de, evinde, İngiliz şirketinde çalışan altı
arkadaşıyla, “İslam davası uğruna yaşayıp öleceklerine” dair yemin ederek,
“Müslüman biraderler” teşkilatını kuruyorlar.
Hakkında araştırma yaparken komik bir iddiaya rastladım.
“Hasan, Arapçada “güzel” anlamına geliyor. “Benna” ise, “bina eden”, “inşaat
ustası” demek. Yani ismi “güzel üstat”. Kurduğu teşkilatın üyeleri de
birbirlerine “Birader” diye hitap ediyorlar. Öyleyse mason.” Böyle komik
delillerle komplocular, onun mason olduğunu iddia etseler de, Mason değil. Ancak, her siyasal İslamcı harekette olduğu
gibi İhvan’da da, masonların teşkilatlanma yapılarına öykünme var elbette.
Küfrettikleri insanları taklit etme, siyasal İslamcıların bir geleneği. Bu
insanları yakından tanıyanlar, çok iyi bilirler, hayatları ve zihinlerinin bu
tip çelişkilerle dolu olduğunu.
İsmailiye’de hızla palazlanan teşkilat, bu gün birçok cemaat
yapılanmasında şahit olduğumuz üzere, doymak bilmez bir bağış toplama faaliyeti
sürdürüyor. Böylelikle ciddi bir para gücüne de ulaşan hareket, 1933’te merkezini
Kahire’ye taşıyor.
İlk başlarda söylemleri, ahlak, edep ve kişisel gelişim
teknikleri diyebileceğimiz nasihatlere dayanan Hasan El-Benna’nın, bu yıllardan
sonra gitgide sertleşen bir üslup edindiğine şahit oluyoruz. Zira Yahudiler
yavaş yavaş Filistin’e gelmeye başlamıştır ve onlara düşmanlık edecek bir kitle
lazımdır. Söylemlerinde, silahlı bir direnişin gerektiği konusunda, aceleci bir
tutumu var Hasan el- Benna’nın. Çabucak, ihvancı gençler askeri eğitime
alınıyor ve ardından Yahudilere karşı savaşmak üzere, cihat fi- sebilillah,
Filistin’e gönderiliyorlar. Kendisi de, İsrail’e karşı tüm Müslümanların
birleşmesi gerektiği yönünde durmadan vaazlar veriyor. Bu konuda motive edilmiş
olmalı.
Acaba neden, o yıllarda İngiliz
emperyalizmine karşı silahlı direnişi örgütleyen bir İslam âlimi yok? Varsa
bile, neden kahraman ilan edilmemiş İslamcılarca? Bir, Mustafa Kemal ve ekibi
var ama onlar da kahraman değil, “deccal” ilan edildiler. Libya’da İtalyanlara
karşı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı direnişi sürdürüp, şerefle
ülkesini savunan Ömer Muhtarı dünyaya tanıtan, filmini yapan ve resmini
göğsünde taşıyan Kaddafi’yi, siyasal İslamcıların aşağılayarak linç etmeleri de
düşündürücüdür.
Siyasal İslamcıların Komünizm ve
Siyonizm dışında savaşmayı arzuladıkları hiçbir fikir veya kesim de yoktur
zaten. Ne kapitalizme, ne emperyalizme karşı savaşan bir tek siyasal İslamcı
göremezsiniz. Komünizmin, efendi için artık bir tehdit olmaktan çıktığı
şimdilerde, yeni yeni komünist İslamcılara şahit oluyoruz.
İlk Arap-İsrail savaşı ve fiyasko (1948). Beklenmedik hızla
gelen yenilgi şamarının travmasını yaşayan Mısır da, diğer Arap ülkeleri gibi,
ne olduğunu anlamaya çalışırken, kaosa radikal İslamcı militanlar dâhil
oluyorlar.
Bu günkü İslamcı yazarların, “söz dinlemeyen ihvancılar”
diye tanımladıkları ihvan üyeleri, bazı kimselerin sözlerini çok iyi dinlemiş
olmalılar ki, bir dizi suikasta imza atıyorlar. Öldürülenlerden biri de Mısır başbakanı
Mahmut en-Nukraşi.
Nukraşi, 1947’de İngilizleri, Nil deltasından ve Kahire’den
uzaklaştırmayı başarmış biri.
Ama dinci yazarlar nedense onu İngiliz ajanı olmakla
suçlarlar. 1947’de İngilizleri savaşmadan göndermeyi beceren bu adam, 1948’de
İslam adına, ihvan mensubu gençlerce öldürülüyor. İşte, İslamcıların, “kral
Faruk’un zumlu” dedikleri dönem, bu dönemdir. İhvancılar tutuklanır. Hasan
el-Benna, kontrolden çıkan ihvan gençliğinin, kendisinin değil de, efendinin
kontrolünde olduklarını fark etmiş olmalı ki, suikastları kınıyor. Sen misin
kınayan? 1949’da o da öldürülüyor.
Hasan el-Benna, kendi içinde samimi biri. Afgani geleneğine
inanmış. Evindeki yatağına kadar hareket için bağışta bulunmuş. Yoksulluk
içinde yaşamış. Ama samimi olmak, yaptığınız işlerin doğru olduğuna delil
olamaz. “İslam’ın özü” denen bir heyula, Ortadünya’da doğru reçeteyi arayan her
soruya verilmiş kolay bir cevaptan başka bir şey değildir. Leblebi şekeri gibi,
“nasıl kurtuluruz?” diye feryat eden her ağza tepilmiştir. Her zaman dediğim
üzere, Ortadünya’da ahmaklar yaşayamazlar.
Ortadünya’nın liderleri, dış güçleri ve ajanları,
kendilerini eleştirenler arasında değil de, bizzat kendilerine emir verenler
veya tavsiyede bulunanlar veya yol arkadaşları arasında aramadıkça, kurdukları
her teşkilat efendiye hizmet edecektir. Bu gün efendiyi imana getire bileceğini
sanan bazı eblehler, Hasan el-Benna’dan ibret almalıdırlar.
Hevesle kurdukları cemaatlerinin ve partilerinin, nasıl olup
ta efendiye hizmet eden kuruluşlar haline geldiklerinin nedenselliğini düşünmelidirler.
Kurumsallaşmış dini yapıların her fiili, sonuçları itibariyle Anglo-Sakson
hegemonyasının devamını sağlamıştır İslam coğrafyasında.
Burada, “Yahudi
uşağı” damgası yeme pahasına, Hak namına bir iki soru saracağım.
İngilizlerin işgaline, silahla direnmeyi akletmeyen İhvan
hareketi, daha İsrail kurulmadan önce, Yahudilere karşı neden silahlandılar?
Filistin’e gönderilen ihvancı gençlere, silahlı gerilla eğitimini hangi
uzmanlar verdi? Bu gençlerin acıklı akıbetlerinden neden hiç söz edilmez?
Yahudileri, dünyanın dört bir yanından bu topraklara gelmeleri konusunda ikna
edenler, aynı silahlı eğitimleri, eline silah almamış ve savaşçılığıyla
anılacak en son millet olan Yahudilere de, Müslümanları öldürmeleri için
verdiler mi? Yahudiler, silahla değil de, ekmek ve su ile karşılansalar ve “ey
bu toprakların kovulmuşları, ata yurduna hoş geldiniz. Gelin, Tanrının
topraklarında birlikte, adaleti ve iyiliği hâkim kılalım. Bu toprakların
bereketi hepimize yeter” denseydi, bu gün nasıl bir Ortadünya olurdu?
Şeriatları dahi, nüanslar dışında aynı olan, tarihsel hiçbir ciddi
kapışmalarına şahit olmadığımız Müslüman ve Yahudiler, düşmanlık yerine,
Endülüs’ün hikmetini yeniden diriltme yolunda çalışsalardı ölürler miydi?
Ama bu soruları sormak bile haramdır bu gün. Hayali bile
dinden çıkarır sizi. Anglo-Sakson fitnesi kazanmıştır. Tanrı, yeniden vahiy
gönderse, fanatik Yahudilerle, radikal Müslümanları kardeş olmaya ikna edemez
artık. Yeni kutsal kitapları, her iki dinin mensuplarına da şöyle seslenmektedir;
“Öldüreceksin…”
Hasan el-Benna’nın ve
dolayısıyla ihvan hareketinin görüşlerini özetlemek gerekirse;
Mısırın geri kalmışlığının yegâne sebebi, İslam’ın özünden
sapması ve batı taklitçisi yönetimlere mahkûm edilmesidir. Yöneticilerin İslam’dan
sapmalarının sebebi ise, batı tarzı eğitimdir. Batının dini dışlayan eğitim
modeli yerine, din ile bilimi yeniden buluşturacak kurumlara ihtiyaç vardır.
Bu görüşlerle ilgili analizleri önceki yazılarımda hayli
yaptım. Ancak şunu herkes çok iyi bilmelidir ki, Mısır’ın da, tüm Ortadünya’nın
da geri kalmasının yegâne sebebi, bilime ve bilim insanlarına değil, ebleh
softalara ve onların küflü rahlelerindeki akıl, mantık ve ferasetten yoksun ilimlerine
itibar edilmesidir.
Batı tarzı eğitimin, toplumda batı yalakalığı şeklinde
anlaşılması ve batı eğitimi alanların da bu eleştirilere çanak tutacak
saçmalıkları sergilemeleri, muasırlaşmaya karşı bir antikor gelişmesine sebep
olmuştur. Maalesef, nepotizm
hastalığımız yüzünden, batıya bilim tahsil etmesi için gönderdiğimiz
öğrenciler, zeki ve yetenekli çocuklar yerine, yeğenler arasından seçildiler.
Ve o tembel yeğenler, batı üniversitelerinde laboratuarlar yerine, bitimsiz
balolarda sabahladılar. Ülkelerine döndüklerinde ise, tipini peygambere
benzeterek iyi Müslüman olacağını sanan yobazlar gibi, sadece batılı kılıkla
dolaşan, bilim yerine moda ve cemiyet hayatının ritüelleri hususunda
uzmanlaşmış, modifiye edilmiş kaportaları ile kendilerini toplumun seçkini ilan
eden, işe yaramaz bir zümre oluşturdular. Bu da, halkla aralarında bir uçurumun
oluşmasına sebep oldu. Mustafa Kemal gibi, öncelikle işi olan askerlikte en iyi
olduğunu ispatladıktan sonra, yerine göre frak giyip, yerine göre balıkçı
barınağında bağdaş kuran “elitlerimiz” olabilseydi, belki halkımız, yosun
kafalı eblehlerin pazarladıkları cenneti, kendi elleriyle kuracakları Tanrının
hakiki cennetine tercih etmeyeceklerdi. Kendi insanını eğitip birey haline
getirmek yerine, aşağılayarak din baronlarının kucağına iten işe yaramaz
seçkinler, ülkelerine bilim ve aydınlık adına hiçbir katkı da sunmamışlardır.
Batı aklını var eden aydın insanların, felsefelerine ve bilimsel disiplinlerine
uzak ama piposuna, röpteşambırına aşina olan bu zevatın davranış ve söylemleri,
Hasan el-Benna ve haleflerinin ateşli nutuklarında kullandıkları en sağlam argümanlar
olmuşlardır.
Bu şahsiyetsiz “hiçbir şeylerin” günümüzde, güç dengeleri
değiştiğinde, nasıl birden saf değiştirdiklerine, umre turları düzenlediklerine
şahit olmaktayız.
Tek kurtuluş İslam’ın temel değerlerine geri dönmektir.
Hurafe ve bidatlerden arınmış, selefi bir tavırla Kuran ve hadislere
dönülmelidir. Bu tip bir İslam, modern hayatı
ihtiyaçlarına da cevap verecektir. Bunu hayata geçirebilmek için
toplumun her kademesi teşkilatlanmalıdır.
Burada, Afgani-Abduh-Reşit Rıza teslisine ek olarak
teşkilatlanma ve modernite ön plana çıkıyor. Mısır’ın ve Suriye’nin “ihvan”ı,
Tunus’un “nahda”sı, Cezayir’in “fis”i, ve elbette bizim “milli görüş”ümüzü
tetikleyen, bu “teşkilatlanın” çağrısıdır. Kapitalist dünyaya “sadaka” dışında
hiçbir reddiye getirmeyen, otuz bin liralık çanta kullanıp, bilmem kaç bin
liralık elbiseler giyerek, aynı zamanda Müslüman olabilmenin mümkün olduğu
“Siyasal İslam” fikrinin, temeli olan teşkilatlanma becerisinin ilk emridir bu.
Gerçi Hasan el-Benna’ın kendisi, tıpkı bizdeki Said Nursi ve Mehmet Akif gibi,
yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşayan ve söylediklerine inanan biri, ama
açtığı yolun vardığı menzile bir bakın! Lüks ve israfta, dinsiz dedikleri
kitleyi iğrendiren bir görmemişlik. Sırf iktidara tekrar gele bilmek için,
halkına “ölün!” diyen liderlere, tekbirler çekerek itaat eden bir kitle. Ne de
İslami ama…
Dikkat edilirse siyasal İslamcılardan ne siyasete, ne
ekonomiye, ne kültüre yönelik orijinal bir fikir, bir felsefe, bir kavram
çıkmaz. Ezberledikleri tek söz “öze dönüş”tür. Mesela, öze dönüş derken, belki
de kapitalizme tek alternatif sistem olabilecek “ahi”liği mi kastediyorlar?
Yoksa felsefe ile örülmüş aklın, mucizeler yarattığı Endülüs hikmetini mi? Veya
Anadolu’nun evreni “gönül”e sığdıran irfanını mı? Hayır… Kastettikleri öze
dönüş, Anglo-Sakson emperyalizmine kolay bende olabilecek kölelerin dinidir.
Modernleşmeden anladıkları ise, dibine kadar Allahsız kapitalizmden başka bir
şey değildir.
Müslümanların iki temel hastalığı vardır. Batı özentisi ve
tasavvufi din anlayışı. Buna en iyi örnek Türkiye ve Mısırdır.
İlk olarak, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattıkları
muasırlaşmayı, “batıcılık” olarak telakki edenlerin, bu tip bir kanaatin
oluşmasına yataklık ettiklerini yukarıda belirtmiştim. Din anlayışımız gibi,
muasırlaşma serüvenimiz de şekilcilikten öteye gidemedi.
İkinci olarak, Tasavvufi din anlayışını, bidatlere sarılma,
şirk, özden sapma gibi değerlendiren Anglo-Sakson din anlayışı temsilcilerinin,
tasavvuf geleneğinden haberdar olmadıkları açıktır. Tasavvuf derken anladıkları
sahte şeyhlerin, saçaklanmış sakalları arasında gizlenmiş, ego tarikatlarıdır.
Oysa tasavvufi din anlayışı, “fütüvvet ehli”nin, “ahi”lerin,
“Bektaşi”lerin, akıl ve gönül’e hitabeden öğretilerinin esasını teşkil eden ve
Anadolu dininin özü olan bir anlayıştır. Yaşadıkları coğrafyalarda kendilerine
has, orijinal bir sistem oluşturan, mutlak adalet ve tam paylaşım esasına göre
hayatı dizayn eden bu kültürün, günümüze uyarlanması halinde, Ortadünya’nın
içinden çıkılmaz sorunlarına çare olacak kavramları da barındırdıklarına şahit
olunacaktır. En kaliteli üretimi ibadet titizliği ile yapıp, kazancı da adil
paylaşma, insanı hayvanlaştıran “vahşi rekabet” ile değil, birlikte tekâmül
etme, kendi benliğinde kaybolan birey yerine, vücuda hayat veren, organizma
gibi çalışan bir toplum modeli. Bugüne revize edilse, üzerinde düşünülse, belki
de kapitalizme ve hatta demokrasiye tek rakip ola bilecek bir sistemi yok
saymak, kendi özüne ihanet etmektir. Bu kültür, Yahudi’nin zekâsını, Ermeni’nin
zanaatını, Süryani’nin kültürünü, Türk’ün organizasyon yeteneğini, hepsinin
refahı adına mezcettirmeyi becermiş tek disiplindir. AVM önlerine veya sünnet
düğünlerine semazen getirten zihniyetin, Tasavvufi bir nazarla evreni ve insanı
anlaması beklenemez elbette. Gizleye bildiğiniz sürece her türlü ahlaksızlığı
mubah gören bir din varken, neden irfanla veya kemaletle uğraşılsın ki?
Bölerek, düşman ilan ederek iktidar olabilmek mümkün iken, ayrıştırmadan
“bir”de buluşturan bir felsefe elbette bidat olacaktır.
Batı medeniyeti iflas etmiştir.
Seksenli yıllarda İslamcıların sloganıydı bu. Komik olan, bu
sloganı atanların hepsinin, bu gün batı medeniyetine secde ediyor olmalarıdır.
Yüz yıldır Ortadünya Müslümanlarına bu yalan söyleniyor “Batı medeniyeti iflas
etmiştir”. Ne acıdır ki, bu sloganla büyüyen nesiller şimdi Müslüman öldürmek
için, o iflas etmiş batı medeniyetine yalvarıyorlar. Asıl müflis olanın kendileri
olduklarından bi haber, “iflas etti” dedikleri batı medeniyetinin himmetiyle,
biraz para gören cepleri ve koltuk gören popoları ile bitimsiz gerdek gecesi
yaşıyorlar. Acınası hallerini görmelerini sağlayacak bir aynaları dahi yok.
Hayır, hayır… Batı medeniyeti iflas etmedi, sizleri saray
soytarıları haline getirdi, olan budur.
Hilafet Abbasilerle son bulmuştur. Yeniden tesis edilmelidir
ve tüm Müslümanlara şamil bir İslam devleti kurulmalıdır.
Türklere olan bu kini anlamak mümkün değil. Hem batı, hem
doğu Türk’ü yok saymakta. Batıyı anlaya biliyorum. Kütüphanelerinde, Türklerden
korunma duaları ile ilgili koca bir külliyat var. Ya Araplar? Eğer, kendilerini
askere dahi almayan, vergiden muaf tutan Türk’ün kılıcı olmayaydı, bu gün İslam
diye bir din ve Arap diye bir ulus olur muydu acaba? Siyasal İslamcıların her
fırsatta Türklere geçen hilafeti yok saymaları ve bunu da dini söylemlerle
desteklemeleri dikkat çekicidir. Her fırsatta, kendi içinde ve zamanının
şartlarına göre değerlendirilmesi gereken tarihi olaylardan örnekler getirmek
suretiyle, Türk varlığını kötüleme, din dışı ilan etme, Siyasal İslamcıların ve
bidon kafalı batıcıların ortak gelenekleri haline gelmiştir. Şimdiki siyasal
İslamcıların Osmanlıcılık oynamalarına kanmayın sakın. Onların Osmanlı
dedikleri, kurmayı hayal ettikleri Osmanlıdır. Tarihteki Osmanlı, dinciler için
“fısk-ı fücur”dan başka bir şey değildir.
Efendinin, Osmanlıyı yıktıktan sonra, tüm Müslümanları
kontrol edecek bir halife istediği bilinen bir vakıadır. Son halife
Abdülmecit’in tüm mektuplaşmaları, ilişkileri malumdur. M. Kemal’in hilafeti
kaldırması din düşmanlığı olarak anlatılmıştır hep. Oysa iş öyle değildir.
Efendinin “adam devşirme” konusunda ne kadar mahir olduğuna defalarca şahit
olan Atatürk, tüm Müslümanların kaderini iki dudağı arasında bulunduracak
birinin, bir de efendinin emrine girmesi halinde, sömürgelerde yaşayan
Müslümanların sonsuza dek yaşadıkları zulme baş kaldırmayacaklarının
farkındaydı. Bu gün sözlerine, Allah sözü gibi sorgulamadan itaat edilen hoca
efendilerin ve şeyhlerin, Müslüman ülkeleri ne hale getirdiklerini görüyoruz.
Dirilmesi gereken çıplak ayaklı ulusların halifeye değil,
ölü toprağını üzerlerinden atmalarını sağlayacak liderlere, felsefelere ve
bilime ihtiyaçları vardı. O yüzden hilafetin gölgesinde kukla İslam devletleri
yerine, tam bağımsız ve muasır devletler olmalıydı.
Efendinin güdümündeki Siyasal İslamcıların, bu günlerdeki
“hilafet” isteklerini, bu minvalde değerlendirmek gerekir.
Mini halifeler olan cemaat liderlerinin, vicdanları
sızlatan olaylar karşısında, neden sessiz kaldıkları sorulduğunda, cemaat
mensuplarından şu cevapları alırsınız;
“Efendi hazretleri bir şey demiyorsa vardır bir bildiği”,
“Geçen gün hoca efendi bu konuda şöyle bir rüya görmüş”,
“Biz o mübareklerden daha mı iyi bileceğiz”
“Allah sevdiği kullarının hata yapmasına izin vermez”…
Şaka değil bu söylediklerim, bakın, Irak’ta milyonlarca
insan katledildi, fakat ülkemizde, bir zamanlar çok sık rastladığımız, tek bir
Cuma çıkışı protestosu dahi yok. Neden?
Zira “devletin başında Müslümanlar var ve onlar daha iyisini
bilirler. Onlar bu duruma karşı olmadıklarına göre demek bir bildikleri vardır”
şeklinde bir anlayış hâkim insanlara. Üstelik bu cemaat mensupları “köylü” veya
“çoban” da değiller. İşte, hilafet gelirse tüm İslam dünyasına hâkim olacak
anlayış budur. Halifenin emrine karşı gelenler ise, fitne çıkardıkları ve
Allahın halifesine karşı geldikleri sebebiyle kâfir ilan edilecekler ve katline
fetva verilen sapkınlar olarak yaftalanacaklardır. Mustafa Kemal gibi bir akıl,
bu zihni yamyamlığa göz yuma bilir miydi?
Hasan el-Benna’nın ölümünden sonra ılımlı ve radikal olmak
üzere, iki kola ayrılan ihvan hareketi bu gün tüm Sünni İslam devletlerinde,
çeşitli isimlerle varlıklarını sürdürüyorlar. Sürgünde olan liderleri
İngiltere, Katar, Ürdün gibi, efendinin hegemonyasının hâkim olduğu ülkelerde
yaşıyorlar. Mesela Tunus’taki temsilcileri olan Gannuşi, 20 yıllık sürgününde
hep İngiltere’de yaşadı.
Şunu asla unutmamak gerekir ki, İslamcıların demokrasi
isterken kastettikleri, iktidarın seçimle belirlenmesidir. Yoksa, batıda
gördüğümüz, yaşamın her alanına hâkim bir zihniyet olarak “demokrasi” değildir.
Yani, “iktidarı halk seçsin, zira halk, cenneti vadeden bizlere mutlak itaat
edecektir. Seçimin olması bizim bitimsiz iktidarımızın garantisidir. Yoksa batının
anladığı gibi, bir yaşam biçimi olan demokrasinin hayali dahi, İslamcılar için
küfürle eş değerdir. İslam ülkelerinde, “Tanrıyı temsil eden” bu insanlarla,
kimse seçim yoluyla baş edemez. Ne vaat ederseniz edin, vaat ettikleriniz
cennetin yerini tutmayacaktır. “Din”in hükümranlığında hiç kimseye özgür olma
şansı verilemez. Tapınılacak tek merci’ din baronlarıdır, Allah değil.
Tanrıyı sandıkta yenemezsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder