Öncelikle belirtmeliyim ki İkbal, daha önce incelediğimiz
Afgani-Abduh-R.Rıza üçlüsünden farklı bir kişilik. Filozof yönünü, şairliğiyle
süslenmiş bir entelektüel.
1873’te sûfi bir babanın oğlu olarak Pencap’a bağlı
Siyalkut’da doğuyor. Pencap o yıllarda hala Hindistan. İlk-orta öğrenimini Lahor’da tamamlıyor ve
zekâsıyla dikkati çekmiş olmalı ki, hocalarından Thomas Arnold onu Cambridge’e
gönderiyor. (1905) Burada felsefe ve hukuk tahsil ederken bir yandan da önemli
şarkiyatçılarla dostluklar kuruyor.
1907’de Münih’e gidip doktora yapıyor. “The Development of
Metaphysics in Persia” adlı doktora tezinde açıkça fark edilen Panteizm’i,
dincilerce görmezden gelinir veya şerh edilerek anlaşılır. Bu arada Almanya’da
o yıllarda doktorasını tamamlaya bilmesi, onun zekâsı ve yeteneği hakkında da
bir fikir veriyor.
Ardından Lahor’a dönen İkbal, kolejlerde İngilizce ve
felsefe hocalıkları yapıyorsa da, asıl para kazandığı işi avukatlık.
Seyahatler ve siyasi oluşumlar onun da hayatını
kuşatmış. Londra, Almanya, Mısır,
Filistin, İtalya…
Pencap yasama konseyi, Hint Müslümanları konseyi,
Milletlerarası İslam konferansı, Londra yuvarlak masa konferansları, dâhil
olduğu siyasi faaliyetlerden bazıları… İngilizlerin 1922’de şövalye ilan
ettikleri İkbal, gayet yoğun bir faaliyetle geçiriyor ömrünü. Bir gün,
İtalya’da Mussolini ile görüşürken gördüğümüz İkbal, bir bakıyoruz Paris’te
H.Bergson ve L. Massignon ile felsefe yapıyor. İspanya Kurtuba Camii’nde “özel
izinle” namaz kılan belki de tek kişi o yıllarda. 1933’te Afganistan’ın idari
yapılanmasında da yardımına ihtiyaç duyuluyor.
Ancak önemli olan yönü şu ki, “Pakistan” fikrini ilk ortaya
atan İkbal. (mi acaba?) Yani, tarih boyu birçok inancın bir arada yaşadığı Hint
insanının, dini inançları doğrultusunda ayrışması. Pakistan’ın kurucu babası
kabul edilen M. A. Cinnah’ın dibinden ayrılmıyor ve Hint Müslümanlarının ayrı
ve “bağımsız” bir ülke olması gerektiği konusunda onu işliyor.
1934’te gırtlak kanserine yakalanıp, 1938’de ölüyor.
M. İkbal İslam dünyasında, dahi bir mütefekkir olarak kabul
edilir. Aklı irfanla buluşturma çabası diyebileceğimiz felsefi görüşleri,
Akif’i andıran şiirleri onu farklı bir kategoride değerlendirmemize sebep olur.
Yer yer insanı alıp götüren tasavvufi mısraları, Mevlana’dan haberdar olan
herkesin içini ısıtır. Eserlerini okuyan birinin ondan etkilenmemesi içten
değildir. Birçok fikrinin altına çekinmeden imza atarsınız. Her Hintli Müslüman
gibi o da, Türklere hayranlık v e muhabbetle doludur.
Ancak!
Neden “sir” unvanı verildi ona? Sir unvanı kimlere verilir?
Neden verilir? Hangi ritüeller uygulanır? M. İkbal’in bu unvanı, neden
Müslümanlarca es geçilir? Sebep olduğu bölünme Hindistan’a veya Pakistan’a ne
hayır sağlamıştır? Yanılmış mıdır? Rüyada peygamberden talimat alma yolundaki,
bu günkü İslami cemaatlerin hücceti kabul edilen yöntem bağlayıcı mıdır? Hangi
cemaat liderleri onu bire bir taklit etmektedir?
Şüphesiz bir ilahiyat hocasına bu soruları sorduğunuzda “ne
demek istiyorsun sen?” gibisinden bir tepki ile karşılaşırsınız. Komploculukla
suçlanırsınız. Onu irdelemek ve hakkında sorular sormak bir tabu belki ama
deruni kişiliği, felsefi ağırlığı ve edebi gücü ile ilgili değil, siyasi
kararları ve yönlendirmeleri ve bu yönlendirmelerin sebep olduğu sonuçlar ile
ilgili sorulması gereken soruları da birinin sorması gerekiyor. Burada dikkat
çekmek istediğimiz yönü, onun Nietzscheci felsefesi veya Mesnevi merkezli
tasavvufi görüşleri veya Akif’i andıran şiirleri değil, Siyasal İslam kavramının
oluşumundaki etkileridir.
Gandhi’nin, Cinnah’a yalvararak “beni ortadan ikiye böl ama
Hindistan’ı bölme” diye ülkenin bölünmemesi gerektiği görüşünü, Cinnah’ın
düşünmeden reddetmesinin arkasında İkbal’i görüyoruz. Onun siyasal alandaki
etkisi daha ziyade Hint kıtası üzerinde olmuştur. Tarih boyu bölünemeyen Hint
kıtası İkbalin ölümünden kısa bir süre sonra bölünmüş ve bir daha birleşemez
hale gelmiştir. Bu gün Pakistan ve Hindistan, ha desen savaşacak durumda
gardını almış bekleyen iki ağırsıklet gibi beklemektedirler.
Bu bölünme acılarla doludur. İnsanlık tarihinin gördüğü en
büyük nüfus mübadelesini, dinsel arındırma vahşetlerini ve bitmek bilmeyen bir
kaos’u yaşatmıştır, Hint kıtasının çıplak ayaklılarına. Hintli Müslümanlar
ayrılmak için -tesadüfe bakın ki- İngilizlerin hakem olmasını talep ederler.
İngilizler de, Müslümanların çoğunluk oldukları yerlerin Pakistan, Hinduların
çoğunluk oldukları yerlerin ise Hindistan olmasının doğru olacağını önerirler.
Ancak sorun şudur ki, aynı dili konuşan ve inançları dahi birbirine karışmış bu
insanlar, Hint kıtasının her yerinde yaşamaktadırlar. Her Müslüman kasabasında
Hindu, her Hindu kasabasında Müslüman vardır neredeyse. Kutsal ses gene
fısıldar “kovun onları”. Mübadele ile yer değiştirilmesi gerektiği kararı
alınır fakat gelin görün ki, Hindistan insanı birer monşer edasıyla selamlaşıp
ayrılmazlar köylerinden. Yumruklar, sopalar, palalar… Tüm bu yaşanan kaos’a
rağmen Müslümanları bir araya toplamak mümkün olmaz. En çok Müslüman’ın
yaşadığı bölge Pakistan olarak ayrılır ama önemli bir Müslüman nüfus kıtanın
diğer ucunda kalmıştır. Oraya da Bangladeş adı verilir ve Pakistan’a bağlanır.
Bir kısım Müslüman da Keşmir’de kalmıştır. Ama bölge stratejik açıdan önemli
olduğundan, ne Pakistan ne de Hindistan vazgeçmez Keşmir’den. Bir kısım
Müslüman ise hala Hindistan’ın devasa topraklarında kalmıştır. Ardından
Bangladeş bu kez Pakistan’dan, zaten ayrı olduğu coğrafyasını, siyasi olarak ta
ayırır. Keşmir ise hala savaş sebebi. 60 yıldır Hint kıtasının kanayaklıları
sorunlarını çözüp, her şeyin doğal yetiştiği cennet emsal bir coğrafyada, her
şeye muhtaç bir yaşama mecbur oldular. Hindistan’da hala milyonlarca Müslüman
yaşıyorlar ve ülkeyi bölen olduklarından “hain” olarak görülüyorlar Hindularca.
Ama ortak bir yönleri var elbet. Her iki kesim de İngilizceyi anadilleri gibi
konuşuyorlar.
Ya İkbal’in çocuğu?
Pakistan, İkbal’in hayallerindeki akıl ve irfanı
mezcedebilmiş, batının bilimiyle doğunu irfanından bir cennet yaratabilmiş
midir?
Hayır.
Bu gün, halkı sefalet ve radikal İslamcı Sünni mollaların
insafında, kafası çalışanları ise, efendinin üniversitelerinde kalifiye eleman
olarak entelektüel köleliğe mahkûm bir ülke var ortada. Tüm enerjilerini, ebedi
düşman gördükleri, kardeşleri ve ırkdaşları olan Hindistan’a karşı silahlanmaya
adamış bir ülke. Bu halleriyle, Hindistan’ın da bağımsızlığını elde ettikten
sonra başını doğrulta bilmesini engellemiş oldular. Sonuç, koca bir kıtada
bitimsiz bir fitne ile sürekli tetikte duran, kendi ülkelerine atom bombası
yapmak dışında hayrı olmayan Nobelli fizikçilerinin ve bilim amelelerinin batı
üniversitelerini doldurduğu, bir garip Müslüman ülke olarak karşımızda
durmaktadır Pakistan.
İkbal’i değerlendirirken asla bir komplodan bahsetmiyorum.
Sadece şuna dikkat çekmek istiyorum. Söylemlerimiz ne kadar doğru olsa da,
fikirlerimiz ne kadar albenili görünse de, entelektüel kişiliğimiz ne kadar
hayranlık uyandırsa da, yol açtığımız olayların bizi götürdüğü yer çok iyi hesap
edilmelidir.
Siyasal İslamcıları şöyle kategorize etmek yerinde
olacaktır; Bir misyona hizmet edenler, ahmaklar ve aldatılan ferasetsizler...
Ama tastamam hepsi İngilizlerle bir şekilde ilişki içerisinde.
İkbal, bir düşünür veya şair olarak elbette ki
değerlendirilmesi gereken biri. Lakin fikirlerinin yol açtığı sonuçların, orta
dünyanın ve Asya’nın kanayaklılarına ilaç olamadığı açık.
Günümüzde Efendi’ye takiyye yaparak, İslam’ı hâkim kılmaya
çalışan acınası insanları görmekteyiz.
Unutulmamalıdır ki, Efendinin unvan tacını bir kez boynuna
geçirdin mi, gayrı olacakların, senin iraden yönünde ilerleyeceğini beklemen,
ne kadar budala olduğunu gösterir. M. Kemal’e İngilizlerin teklif ettiği,
“padişah sen ol” teklifini, düşünmeden reddetmesi, sanırım daha iyi anlaşılıyor
olsa gerek günümüzde.
Ey siyasal İslamcı
“kardeşim”!
Efendi, sövdüğünüz Atatürk’e sunduklarının binde biri ile
topunuzu satın aldı. Onun dönüp bakmaya tenezzül etmedikleri için, sizler birbirinizi
parçalıyorsunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder