31 Tem 2020

Güney Kıbrıstaki Haklarımızdan Neyin Karşılığın da Vaz Geçtik?

KIBRISTAKİ HAKLARIMIZI NASIL KAYBETTİK.
HELSİNKİ DE BİR AİLE FOTOĞRAFI UĞRUNA GÜNEY KIBRIS’I AB’NE NASIL VERDİK İBRETLE OKUYUNUZ..
Sevgili Okurlar,

Gelişmiş ülkeler ve onlara ait uluslar arası şirketler, dünya pazarlarında etkin olmak, siyasi ve ekonomik etki alanları yaratmak için, Yatırımdan pazarlamaya, kar transferlerinden vergilendirmeye dek her alanda denetimsiz bir ortam isterler. Etkinliklerini kısıtlayacak en küçük bir ulusal önlem ve gelişmeye katlanmak istemezler. Ulus-devlet işleyişi, ortadan kaldırılması ya da etkisizleştirilmesi gereken “olumsuz” unsurlardır. “Siyasi sınırların önemini yitirmesi”, Kabile ekonomisi”, “Yeni-Osmanlıcılık”, Eyaletçilik, Yerel yönetimcilik gibi tanımlarla; devletsiz ve örgütsüz Cemaat toplumları onlar için en uygun Pazar tipidir.
Tekelci şirket çıkarlarının yön verdiği uluslar arası anlaşmalar, az gelişmiş ülke kayıplarını artık ekonomik alandan çıkarak ülkelerin yönetim istemleri, ulusal varlıkları ve kültürel değerlerinde yapısal çöküntüler yaratmaktadır. Her anlaşma, kendisine bağlı yeni bir anlaşmaya kaynaklık ederek ülkeleri giderek artan bir biçimde, kendi olanaklarıyla ayakta duramayan uydu topluluklar haline getirilmektedir. Her alanda gerçekleştirilen küresel örgüt ağıyla insanlar işlerinden, geleneklerinden ve ulusal kimliklerinden koparılarak zora ve işsizliğe dayalı bir dünya sisteminin kişiliksiz öğeleri haline getiriliyor. Gelişmiş ülke çıkarlarıyla tekelci şirket çıkarları artık aynı anlama geliyor. Büyük şirketler, özellikle mali sermaye şirketleri, yalnızca ekonomiye değil, devlet örgütünün tümüne egemen hale gelmektedirler.
Ulus Devletleri çökertmek için icat edilen küreselleşme “yeni müstemlekecilik” esaslarını kapsamaktadır. Şimdi dikkat: Meselâ Irak, İkinci Şark Meselesi devamı olan “Büyük Ortadoğu Projesi” kapsamında işgal edilmiştir. Petrol bölgeleri egemenliğine de dayanan bu işgal aynı zamanda yeni müstemlekecilik siyaseti olup Atatürk’ün Ulus Devlet anlayışı bunu reddeder. Reddi, 7 Temmuz 1922- 1 Mart 1922 belgelerinde de mevcuttur.
John Naisbitt (Author of Megatrends)
John Naisbitt
Nitekim küreselleşme ideologlarından John Naisbitt şöyle söylüyor: “Büyük şirketlerin özerk ve küçük ünitelere bölünerek daha iyi çalışabileceklerini görüyoruz. Aynı durum, ülkeler için de geçerli. Eğer dünyayı tek pazarlı bir dünya haline getireceksek, parçaları küçük olmalı… Bin ülkelik bir dünya, ulus – devletin ötesine geçmeyi belirten bir mecaz… Evrenselleştikçe daha kabilesel davranıyoruz. Etnik köken, dil, kültür din ve yerel inançlar giderek gelişiyor… Yeni liderler artık devletler arasında değil, bireyler ve şirketler arasında ki stratejik ittifaklar kolaylaştıracaklar ya da en azından karşı çıkmayacaklardır. Bugün dünyamızda tanık olduğumuz şey bir süreç; hükümetsiz bir yönetim yayılmasına doğru ilerleme süreci… Politik partiler öldü. Liderler bunu fark etmiyor mu? Amerika’da yayınlanan New Perspectives Quartely (NPQ) Dergisi; “Bundan sonraki dünya düzeninin en önemli yapı taşları, silahlı usular yerine, global ölçekli şirketlere ev sahipliği yapan, teknolojik olarak gelişmiş şehir devletleri olacak” diyor. Ayrılıkçı hareketler yapay bir biçimden dünyanın her yerine yayılıyor. Ulus – devletler, genel çok yönlü ve yoğun bir saldırıyla karşı karşıyalar. Ortadoğu, bu tür saldırıların merkez üssü durumundadır.(1)
Batı “Kemalist Ulus Devletten vaz geçin” diyor. İçimizdeki uydular Ulus Devlet karşıtlığını dillendiriyorlar. 
Nitekim 10 Kasım 2008 günü Prof. İlhan Tekeli’nin Milliyet Gazetesi’nde Devrim Sevimay ile yaptığı söyleşi de “Kemalizmin Mustafa Kemal adına ülkeyi yönetmek isteyenlerin oluşturduğu bir ideolojik sistem olduğunu” söylüyor. İlan Tekeli bir yandan Atatürk’ü övermiş gibi görünerek diğer taraftan zamanın değiştiğini bu değişime uymak gerektiğini Kemalistlere karşıtlığının Ulus Devlete bağlılıkları olduğunu söylüyor.
Gazeteci Devrim Sevimay’ın “Mesela ne yapardı sizce AB sürecinde?” şeklindeki sorusuna Tekeli’nin cevabı şudur: “Büyük olasılıkla Avrupalılara şunu söylerdi, yahu saplandınız kaldınız şu ulusçuluğa, şunu bir aşın, anayasayı yapın, dünyanın önünü açın”.
İlhan Tekeli, “Atatürk ulusçuluktan vazgeçmekle kalmayacağını Avrupalılara bile Ulus Devletten vaz geçmelerinin gerektiğini söyleyeceğini” belirtiyor ve 45 yıldır reddettiğimiz çok şeyler söylüyor.
İşte bu şahsiyetler Atatürkçü dergilerde yazmakta diğer taraftan Atatürkçülük adına Türk Bağımsızlığının sonunu getirecek, Lozan da reddettiğimiz Batı’nın iktisadiyatına boyun eğmeye tekrar mahkum olacağımız önerilerde bulunmaktadır. Hâlbuki Milli Mücadele ve Anadolu İhtilali Felsefesi “Ulus devlet, üniter devlet esasını” da kapsamaktadır. Atatürk mü bundan vazgeçip Anadolu’nun yeniden parçalanmasının mı önünü açacaktı?
Nitekim gazetelerde yıllarca bu tür yayınlar yapılmış, Televizyonlarda kaşını gözünü oynatarak bilgiç pozlar da bilgisiz insanlar yıllarca konuşturulmuş Türkiye Çözüm süreci adı altında çözülme noktasına kadar getirilmiş, bir yanda dışarıdan diğer yanda içeriden saldıran bölücü unsurlar Diyarbakır Sur’da Silopi de Nusaybin’de yüzlerce şehit verilerek kısmen durdurulmuş ancak 1. Cildimiz için bu satırları yazdığımız Ocak 2017 tarihinde Güney sınırlarımız boyunca ABD ve PKK ileride askeri hareketle ancak önleyebileceğimiz bir tehdit haline gelmeye başlamıştır.

HELSİNKİ DE AİLE FOTOĞRAFI 

Sevgili Okurlar,
Ecevit: Takvim istiyoruzTürkiye’yi yönetenler Türk Milleti’nin hukukunu da, haysiyetini de koruyamamışlardır! 1960’da Türkiye, İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan Garanti Antlaşması’nın 1. maddesine göre; Kıbrıs’ın tümü veya bir parçası, herhangi bir başka devletle herhangi bir siyasî veya ekonomik birliğe katılamaz! Avrupa Birliği, rum kesimini “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak kabul ettiği halde, bu antlaşmaya rağmen, Laeken Zirvesi’nde Kıbrıs’ın, bir siyasi ve ekonomik birlik olan AB’ye katılmasını kararlaştırmış, Türkiye’yi yönetenler de bu karara başeğmişlerdir! Aynı şekilde 1960 tarihli Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın 50. maddesine göre de Türk tarafının onayı alınmadan Kıbrıs’ın herhangi bir uluslararası teşkilâta üye olması mümkün değildir. Ama üye olmuştur!
Cumhuriyet Hükümetlerinin geçtiğimiz 15 yıl içerisinde AB, Gümrük Birliği ve Kıbrıs’a ilişkin uyguladıkları politikalar ile vatan toprakları kadar mühim tavizlerin (2) nasıl ve neden verildiğini halen anlayamıyoruz.

GÜNEY KIBRISTAKİ HAKLARIMIZDAN NASIL VAZ GEÇTİK
Sevgili Okurlar,
Nitekim, A.B.’nin, Güney Kıbrıs Rum kesimini A.B.’liği üyeliğine kabulü karşısında halen “Türkiye, Güney Kıbrıs’ın kendisinden önce Avrupa Birliği’ne üye kabul edilmesine itiraz etmeliydi, buna hukuken hakkı var” diyenlerimiz var.
Gerçektende 11 şubat 1959’da Zürih, 19 şubat 1959’da Londra antlaşmaları neticesinde Büyük Britanya Birleşik Krallığı ve Kuzey İrlanda Başbakanı, Yunanistan Krallığı Başbakanı ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Kıbrıs Rum ve Türk toplumlarının temsilcileri, Kıbrıs sorununun nihai hal şekli için üzerinde anlaşmaya varmış Harold Mac Millan, Karamanlis ve Adnan Menderes tarafından 19 şubat 1959 tarihinde Londra’da imzalanan Muhtıra’da “Madde ½- Kıbrıs Cumhuriyeti, ayrıca tümüyle veya bir bölümüyle herhangi bir devlet ile hiçbir şekilde siyasi veya ekonomik bütünleşmeye girmeyeceğini taahhüt eder.(3) ” denmektedir. 

Görüldüğü gibi Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin, Türkiye evet demeden A.B.’ye girmesi mümkün değil. Oysa, Türkiye, bu konudaki haklarından, 1999’da Helsinki Zirvesi sırasında Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin A.B.’ye asıl üye olarak katılmasına onay vererek sözleşmenin kendisine verdiği müdahale hakkından vazgeçti !

ECEVİT YILMAZ BAHÇELİ HÜKÜMETİ
En uzun koalisyon 3.5 yıl sürdüSevgili Okurlar,
Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklerden ayrı AB üyesi olabilmelerinin yolunu Ecevit, Bahçeli, Yılmaz üçlüsünün bulunduğu koalisyon hükümeti açtı ve Annan Planı’nın temelini, Türkiye’nin 1999’da A.B.ne Aday üye olabilme uğruna verdiği taviz teşkil ediyor. Konuyu daha iyi irdeleyebilmek A.B.’nin Türkiye’de oynadığı oyunları daha iyi görebilmek bakımından Helsinki de aile fotoğrafının içinde Türkiye’yi temsilen Hükümetin Başbakanı Sayın Bülent Ecevit’in nasıl yer aldığını aile fotoğrafı oyununun arkasında hangi dolapların döndüğünü yüzeysel olarak ta olsa inceleyelim…
HELSİNKİYE DAVET
Sevgili Okurlar,
AB Komisyonu 1999 Ekim’inde “Yeni Genişleme Raporu” adıyla bir rapor yayınladı. Rapor, adı verilmeden Türkiye için hazırlanmış bir belge niteliğindeydi. Raporda, Lüxemburg’ta alınan kararlar Türkiye aleyhine daha da ağır hale getiriliyor, buna karşın sanki yeni bir gelişmeymiş gibi, Türkiye’ye anlamı olmayan bir “aday üyelik” sıfatı veriliyordu. Bu davranış oyalama ve yanıltmaya yönelik kaba bir politik manevradan başka bir şey değildi. Türkiye, 1963 yılından beri 36 yıldır zaten A.B.’ nin aday üyesiydi… Şimdi yapılan şey “Yeni bir tanımla yükümlüklerin arttırılması ve bunun Türkiye’ye kabul ettirilmesi netice itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Üniter yapısının parçalanması, Türk Milletinin kayıtsız şartsız egemenlik hakkının Türk milleti dışında, uluslar üstü bir kuruluşa devrinin Türk milletinin birlik ve beraberliği ile ortadan kaldırılması, merkezi hükümetin yetkilerinin yerel yönetimlere devri ile – eyalet sistemine geçişi otonomiye varan Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve milletini, silah patlatmadan dağıtılmasını temini gerçekleştirmesinden” ibaretti!!!
Bu garip durumu belki de en iyi, gazeteci Gani Müjde dile getirdi. Müjde Milliyet Gazetesi’nde “Peynir Gemisi” başlığıyla yayınladığı yazısında şunları söyledi: “Uzun yıllardır AB’ne aday ülkeler arasında aday adayı olan Türkiye şimdi aday adayının adayı oldu.” (4)
Sevgili Okurlar,
Almanya Başbakanı Schröder 26 Mayıs 1999 günü Başbakan Bülent Ecevit’e bir mektup gönderdi. Schröder’in bu mektubunda, nazik cümlelerle, AB – Türkiye ilişkilerinin geleceğinden söz ediliyor ve övücü cümleler kullanılarak Türkiye’ye verilen önemden bahsediliyordu. Aldığı mektup nedeniyle son derce memnun olan Ecevit, daha nazik bir cevap veriyor ve bu cevapta şunları söylüyordu: “Türkiye Kopenhag kriterlerinin getirdiği yükümlülükleri kabul etmeye hazırdır. Bu hedefleri yerine getirmek için bir yol haritasına ihtiyaç duymaktayız. Bu harita, AB ve Türkiye’nin karşılıklı güven ruhu içinde yürüteceği çalışmalarla oluşturulmalıdır. 
AB – Türkiye ilişkilerinin geldiği noktanın aşılması için elimden geleni yapacağım”(5) Schröder’den sonra AB dönem Başkanı ve Finlandiya Başbakanı Paavo Lipponen’den Ecevit’e, bir mektup daha geldi. Paavo Lipponen bu mektupta şunları söylüyordu: “Bugün AB Türkiye Cumhuriyeti’yle ilişkilerine yeni bir yön vermiştir. Türkiye’ye diğer aday ülkeler statüsünde adaylık verme yolunda oybirliğiyle alınan kararı size tebliğ etmekten ötürü son derece mutluyum. Avrupa Konseyi’nde, bu mektuba ilişik karar taslağını görüştüğümüzde, hiçbir itirazla karşılaşmadan 12. paragrafta Kopenhag’dakilere eklenmiş yeni bir kriter olmadığını söyledim. Aynı şekilde itirazla karşılaşmadan 4. ve 9. paragraflara (4. Madde Ege sorununun Lahey’e götürüyor, 9. madde ise Rum Kesimini Kıbrıs sayarak AB üyeliğine alıyordu) atıfta bulunulmasının üyelik kriteriyle ilgili olmadığını, siyasi diyalogun ima edildiğini söyledim. 4. paragrafta 2001 tarihi, Milletlararası Lahey Adalet Divanı nezdinde anlaşmazlıkların çözüleceği son tarih değil, Avrupa Konseyi’nin durumu yeniden gözden geçireceği tarihtir. Kıbrıs’a gelince, politik bir çözüm AB’nin amacıdır. Kıbrıs’ın üyeliği söz konusu olduğunda Konsey karar alırken tüm ilgili faktörleri göz önüne alacaktır. Bu açıklamaların ışığında sizi diğer aday üyelerle birlikte yarın Helsinki’ye çalışma yemeğine davet ediyorum.” (6)
Resmi niteliği olmayan bu iki kişisel mektupla Türkiye Helsinki Zirvesi’ne çağırılıyordu. Oysa, Helsinki’de ele alınacak konular, Türkiye açısından Lüxemburg Zirvesi kararlarından daha ağır ve kabul edilmez nitelikteydi. Kıbrıs, Ege ve azınlık konuları, “siyasi diyalog” adıyla AB’nin resmi gündemine taşınıyor ve Türkiye’nin bu “sorunları”, 2002 ve 2004 yılına dek çözmesi gerektiği söyleniyordu. İstemin bir “ön şart” olmadığı ileri sürülüyordu ama AB bu konuları, özellikle Gümrük Birliği’nden sonra sürekli işliyordu; bu konular resmi olmayan bir biçimde zaten “ön şart” haline getirilmişti. Şimdi yapılacak olan, konuların, resmen AB’nin gündemine alınması ve Milletlerarası düzleme taşınmasıydı. Lüxemburg kararlarına şiddetle karşı çıkıp, “AB ile her türlü siyasi ilişkiyi” kesenlerin şimdi daha sert tepki göstermeleri gerekiyordu. Ancak, sözcükler düzeyinde yapılan göstermelik itirazlar dışında herhangi bir tepki gösterilmedi tam tersi, Helsinki’ye inanılması güç bir coşku ve heyecanla gidildi. Koalisyon Başbakanı Bülent Ecevit’in Helsinki’ye gidiş biçimi, yapılan açıklamalar, medya propagandası ve Helsinki’de yaşananlar bir bütün halinde ele alındığında adeta başarıyla kurgulanmış Hollywood senaryosuyla karşılaşılıyordu. (7)
İŞBİRLİKÇİ BASIN BATI’NIN KAVALINI ÇALIYORDU
Sivili Okurlar,
Başbakan Ecevit Helsinki öncesinde 1 hafta boyunca hemen her gün “Adaylık koşullu gelirse kabul etmeyiz” dedi.
11- 12 Aralık günleri gazetelerin hemen tümü şu tür başlıklarla çıktı: Hürriyet; “Avrupa: Hoş geldin Türkiye” (8)Milliyet; “Asrın Buluşması Düğümden Düğüne” (9) Sabah; “Hoş bulduk AB, Artık Avrupalıyız” (10)Radikal “Avrupa’dan Türkiye’ye: Hoş geldiniz.” (11)
Gerçeği yansıtmayan manşetler, düzeysiz ve kaba bir propagandaya dayanıyordu. Ancak gazetelerde yer alan yazı ve yorumlar, manşetlerden çok daha ilkel bir anlayışı yansıtıyordu. 11 Aralık 1999 günlü Sabah’ta “160 Yıllık Rüya” başlığı altında şu yorum yapılıyordu: “1839’da Tanzimat Fermanı’yla başlayan Türkiye’nin Avrupalılaşma macerası dün Helsinki’de mutlu sona ulaştı. Türkiye resmen, ‘Avrupa Birliği’ne aday’ ilan edildi.”
Brüksel’deki Türkiye Daimi Temsilciliğinde dört yıl çalışan ve AB’nde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil eden Sinan Ülgen 13.12.1999 tarihinde Radikal gazetesiyle yaptığı söyleşi de “Cebimize giren parada çok net bir artış olacak; kışın yollarda yarı bele kadar çamura batma derdinden kurtulunacak; Türk gençliği Avrupa’ya açılacak, üniversiteliler bir yılını Cambridge ya da Sorbonne’da geçirecek; sağlık, adalet ve eğitim gibi hizmetlerin tümüne kalite gelecek; kutsal devletten kutsal vatandaş anlayışına geçilecek.” diyordu.
MAĞLUBİYET BAŞARI OLARAK GÖSTERİLİYORDU
Sevgili Okurlar,
Politikacıların görüş ve açıklamaları medya propagandasından pek farklı değildi. Politik eğilimleri değişik hemen tüm partiler ama özellikle hükümette yer alan Koalisyonu oluşturan partilerin sözcüleri, sözbirliği etmişçesine Helsinki’de elde edilen başarılardan söz ediyorlardı. Oysa, aynı politikacılar Lüxemburg’tan sonra AB’ni çok sert ifadelerle eleştirmişler ve “kararlı bir karşıtlık” içine girmişlerdi. Politikacıların Helsinki’de gösterdikleri ani değişim olağanüstüydü.
Bir yıl önce, 4 Aralık 1998’de; “Avrupa Birliği, Türkiye’yi masaya yatırarak bölünmesini tartışıp, sizi AB’ne alalım diyorsa Avrupa Birliği onların olsun” diyen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bu kez şunları söylüyordu: “Türkiye tarihi bir fırsat yakalamıştır: sağlanan adaylık statüsüyle önemli bir dönemecin eşiğine gelinmiştir. Rahatsızlık veren noktalar olduğuna katılıyorum. Ancak bu konuları Avrupalı muhataplarımızla artık aday olarak tartışabiliriz: Avrupa iyi şeyler yapmak istiyor.”
Valéry Giscard d'Estaing - Vikipedi
Giscard d’Estaing
Helsinki konusunda ilginç değerlendirmelerde bulunan bir başka politikacı Dışişleri eski Bakanı İsmail Cem oldu. Cem, konuyla ilgili olanların hayretle karşıladığı şu açıklamayı yaptı: “Ege konusunun Lahey’e götürülmesi lehimizedir. Yunanistan Ege’de yalnızca bir sorun, yani kıta sahanlığı sorunu var diyor. Biz ise sorunlar olduğunu savunuyoruz. Helsinki metninde ‘sorunlar’ ifadesi yer aldı. Bu nedenle Lahey’e gitmek lehimizedir.”
Helsinki Zirvesi’nde zaten aday üye statüsünden terfi edememiş olan Türkiye’nin “aday üye” ilan edilmesi Türk yöneticilerde bu denli “coşku” yaratırken gerçek durumu, 20 Aralık 1999 günü bir açıklama yapan Fransa eski Cumhurbaşkanı ve şimdiki AB Konvansiyonu Başkanı Giscard d’Estaing ortaya koyuyordu. Giscard d’Estaing, Türkiye’nin “aday üyeliğinin” ne anlama geldiğini şöyle açıklıyordu: “Türkiye’ye gerçek durum söylenmiyor: Türkiye’nin adaylığını kabul edelim diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye’nin AB’ne asla üye olamayacağı yönündedir.”
Helsinki’de alınacak kararların Türkiye’ye kabul ettirilmesi, Ankara’yla yapılan görüşmeler, hükümetin ikna edilmesi ve özellikle Başbakan Bülent Ecevit’in Helsinki’ye gidiş biçimi; şimdiye dek örneği olmayan bir ilişkiler trafiğiyle sağlandı. AB, Lüxemburg Zirvesi kararlarından daha ağır koşulları Türkiye’ye kabul ettirecekti ancak bu işi, Türk halkının ve Milli haklara duyarlı çevrelerin tepkisini çekmeden yapacaktı.
Türkiye’den yeni ödünler alacak ama ödün vermiş gibi görünecekti. Bu nasıl olacaktı? Amaca yönelik girişimleri başarılı kılacak, siyasal ve ekonomik alt yapı Türkiye’de yaratılmıştı. Politikacılar, mali gücü yüksek büyük sermaye çevreleri ve onarın denetimindeki medya; AB’ni, seçeneği olmayan tek yol görüp, bu oluşumla ilişkileri sürdürmeyi varlıklarının nedeni haline getirmişti; politik gündemi onlar belirliyordu. Politik liderler, büyük sermaye örgütleri ve medya adı konmamış bir “koalisyon” halinde Türkiye’nin mutlak egemenleri haline gelmişti. AB, Türkiye’ye vermek istediği biçimi sağlamak için doğal olarak bu koalisyona dayanacaktı.
AB’ne üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarından oluşan AB Konseyi, 10 Aralık 1999 günü saat 10’da Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplandı ve ilk gündem maddesini ilk kez, genişleme ve Türkiye konusuna ayırdı. Konsey, toplantının hemen başında, AB Komisyonu’nun Ekim ayında hazırladığı raporu kabul etti ve aldığı kararları sıra dışı bir uygulamayla, toplantı sürerken açıkladı. Türkiye için Lüxemburg’tan daha ağır koşullar içeren kararlarda, Kıbrıs ve Ege konusu, üyeliğin ön şartı olarak AB’nin sorunu haline getiriliyor, Türkiye’yle üyelik görüşmelerine geçilmiyor, bağlı olarak mali katkı da söz konusu olmuyor ve hepsinden önemlisi, “Tüm yükümlülükleri yerine getirmiş olsa bile” A.B., Türkiye’yi üyeliğe alıp – almamakta kendini yetkili kılıyordu. Ancak tüm bunlara karşın, tam üyelik konusunda çok önemli bir aşamaymış gibi, Türkiye’nin aday üye yapıldığı açıklanıyordu.
AB’nin tilkileri 1999 Helsinki zirvesinde Kıbrıs sorununu da Türkiye ile yaptıkları sözleşmeye dahil ettiler. O zamanki başbakanımız Ecevit her zamanki gibi “içime sindiremiyorum” diyerek karşı çıkacak oldu. Sen misin karşı çıkan, AB Dönem Başkanı Finli politikacı apar topar Türkiye’ye geldi. Nasıl başardıysa, Ecevit’i yumuşattı. Ensesini okşarken resimleri vardır. Sonradan öğrendiğimize göre söz vermiş, “belgedeki Kıbrıs’la ilgili ifade Türkiye’nin üyelik müzakerelerini engellemeyecektir” diye!!!
Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fisher; “AB’nin Türkiye ile ilgili aldığı karar büyük bir atılımdır. Türkiye AB’ne kalite getirdi.”, İspanya Dışişleri Bakanı Abel Matules; “Türkiye’nin AB adaylığını her zaman destekledim. Türk halkını kutluyorum”, İtalya Dışişleri Bakanı Lamberto Dini; “Cem ile telefonla konuştum. Ona kararın tarihi bir karar olduğunu söyledim. Atina Türkiye’nin adaylığını kabul ederek tarihi bir açılım yapmıştır” biçiminde açıklamalar yaptılar. Halbuki bu açıklamaların arkasında, Türkiye’yi, yükümlülük altına sokacak ağır bir bedel vardı.
Helsinki’de toplanan Avrupalı liderler, daha önce “Aday olamaz” dedikleri Türkiye’yi yeniden davet ederken, altına imza konacak metne, “Kıbrıs’ın (Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyetinin) birleşmeksizin de üye olabileceği” kaydını yerleştirdiler. Bu verilen ödün sayesinde Başbakan Bülent Ecevit yanında bakanlar olduğu halde, Helsinki’ye gitti ve “Aile fotoğrafı” içinde poz verdi
Sadi Somuncuoğlu (@sadisomuncuoglu) | Twitter
Sadi Somuncuoğlu
BAKANLAR KURULUNDA İMZALAR NASIL ATILDI?
Sevgili Okurlar,
Aynı dönemde Devlet Bakanı olarak hükümet içerisinde yer alan Sayın Sadi Somuncuoğlu “Kıbrısta Sirtaki” isimli kitabında mevcut hükümet içerisinde dönen hadiseleri bütün çıplaklığıyla anlatıyor:
“10 Aralık 1999 Helsinki Zirvesinde Türkiye AB’ye aday ülke yapıldı. Başbakan Ecevit’in ertesi gün “Aile Fotoğrafı” için Helsinki’ye gitmesi gerekiyordu. O gece geç saatlerde Bakanlar Kurulu toplantıya çağırıldı. Toplantıya, konunun önemi sebebiyle o dönemde kabinede görevi olmayan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz da katıldı. Konu “adaylığımız” ve özellikle de Helsinki Belgesi’ndeki muğlak Kıbrıs maddesi idi. Tereddütler ve tartışmalar üzerine hem AB Dönem Başkanı, Finlandiya Başbakanı Lipponen, hem de İngiltere Dışişleri Bakanının gönderdiği mektuplarla, Türkiye – AB ilişkilerinde Kıbrıs’ın bir “ön şart” olmadığı, sadece siyasi diyalog istendiği güvencesi verildi.
İşte bu belirsizlik ve gerginlik içinde yapılan toplantıda Bakanların önüne, “Helsinki Zirvesi Başkanlık Sonuçlarından Alıntılar” başlığı altında alel acele tercüme edilmiş ve dışişleri Bakanlığı’ndan, Başbakanlığa faksla gönderilmiş 3-4 sayfalık bir metin konuldu. Belgelerde Türkiye ile ilgili bölümler paragraflar halinde yer alıyordu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve AB’den sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik konu hakkında bilgi verdiler. İrtemçelik’in açıklamalarına göre Dışişleri bürokratları zirve kararlarına şüphe ile bakıyor ve karşı çıkıyorlardı. Ancak Başbakan’ın huzurunda düzenlenen bir toplantı ile gerekli açıklamalar yapılmış ve bürokratlar ikna edilmişti. AB Dönem Başkanı Lipponen ile İngiltere Dışişleri Bakanı’nın mektupları Türkiye’nin endişelerini gidermişti. Ancak söz konusu mektuplar vakit darlığından tercüme edilmemişti. Açıkçası Bakanlar Kurulu üyeleri bu mektupları görmediler. 3-4 sayfalık metin üzerinde de sağlıklı bir değerlendirme yapılmadı.
Toplantıda ilk söz alanlardan birisi Başbakan Yardımcısı ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu. Sadece Kıbrıs konusuna değinen ve önceden hazırlanmış yarım sayfalık bir metni okuyan Bahçeli, konuşmasını yüksek sesle, “hayırlı olsun” diyerek, tamamladı. Bahçeli’nin hazır bir metinle gelmesi, Helsinki Belgesi konusunda önceden bilgi sahibi olduğunu gösteriyordu. Biz bakanlar ise belgeyi toplantıda gördük.
Toplantının devamında, Milli Savunma Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, Kopenhag Kriterleri hakkında bilgi isterken, Devlet Bakanı Tunca Toskay, AB’nin bugüne kadar taahhüt ettiği mali yardımları vermediğini hatırlattı ve “Adaylık dönemimiz ile birlikte alacaklarımız ödenecek mi?” sorusunu yöneltti.
Bakanlar Kurulu’nda ben de söz alarak, “Bütün endişelerimizi giderdiği söylenen iki mektubun AB’yi bağlayıp bağlamadığını” sordum. Bunun üzerine bir tartışma başladı. Anlaşıldı ki, bu husus değerlendirilmemişti. Uzun bir tartışmadan sonra karar verildi ki, İngiltere Dışişleri Bakanının mektubu, bu ünvanı ile imza attığı için AB’yi bağlamıyordu ama Lipponen’in mektubu, dönem başkanı sıfatıyla imzaladığı için AB açısından bağlayıcıydı. Cevaptan tatmin olmayınca “Lipponen’in mektubu Helsinki’den gelen metnin eki midir? diyerek sorumu tekrarladım. Dışişleri Bakanı Cem, “Çok iyi söylediniz Sayın Bakanım, aynen öyledir. Bu mektup, metnin ekidir.” cevabını verdi. Teknik bir konuydu ama yine de ikna olmamıştım. Bunun üzerine metnin geneli üzerinde bir değerlendirme yaparak, Helsinki Belgesi’ndeki ifadelerin muğlaklığına ve elastiki bir dille yazılmış olmasına dikkati çektim. Değişik yorumlara müsait bir şekilde hazırlanmasından bir amacın güdülmüş olduğunun anlaşıldığını belirterek, özetle şunları söyledim:
“Kıbrıs ile ilgili maddede hiçbir siyasi otoriteden bahsedilmemekte sadece Kıbrıs denilmektedir. Bu ifade ile Adanın bütün olarak AB’ye alınmasından söz edilmektedir. KKTC, (Bu hukuka aykırıdır ve ben Türkiye ile entegrasyona gidiyorum) dese de Çin Setti gibi duvarlar çekse de KKTC dekiler de AB vatandaşı olacağından bu insanlar nasıl tutulacaktır?
Eğer bu metne dayalı olarak adaylığı kabul edersek, korkarım ki, Kıbrıs ve Ege’deki haklarımızı, ayrıca insan hakları adı altında Türkiye’de yaratılmak istenen yeni azınlıklar yolu ile de bütünlüğümüz ve üniter devlet yapımızı korumada çok zor durumda kalabiliriz.
Biz, insan hakları denildiğinde insanların eşitliğine ve hukukun üstünlüğüne dayalı gelişmiş bir demokratik hayata ulaşılmasını anlıyoruz. AB ise, bugüne kadarki metinlerinde de görüldüğü gibi Türkiye’ye diğer ülkelerden farklı bir anlayışla yaklaşıyor ve yeni azınlıklar yaratmak suretiyle, bütünlüğümüzü ciddi olarak rahatsız edecek gayretler içinde görülüyor.
Bu sebeplerle biz bu muğlak metinden Kıbrıs, Ege ve insan hakları konularında ne anladığımızı açık ve kesin bir dille yazıp, bir devlet belgesi olarak karşı tarafa gönderip, bu şartlarda müzakere yapacağımız bildirelim. Bunlardan ne anladığımızı beyanatlara değil yazıya dayandıralım. Çünkü devletler arası ilişkiler yazılı dosya bilgilerine göre yürütülür. Bunu yapmazsak ileride bir problem çıkması halinde Türkiye’nin hak ve menfaatlerini koruyamayız.”
Özellikle Kıbrıs’la ilgili olarak adeta bugün yaşananları görürcesine anlattıklarım karşısında ANAP Genel Başkanı Yılmaz ise, başını arkaya doğru sallayarak, beni tasvip etmediğini gösteriyordu. Yaratılmak istenen azınlıklar konusundaki sözlerim üzerine ise Dışişleri Bakanı Cem, “Bizim azınlıklarımızın Lozan ve Bulgaristan Antlaşmaları ile belirlendiğini, müktesebatına göre AB’nin, aday ve.a üye ülkeler içinde azınlık tarif ve tespit etme yetkisi bulunmadığını” söyledi. Cem, “Bu konuda, egemen devletlerin kendi karar ve beyanlarının esas olduğunu” da kaydederek, “Onun için hiçbir AB organ veya yetkilisinin şu veya bu şekilde bizim etnik veya azınlık grubumuz bulunduğunu ileri sürmesi mümkün değildir” dedi.
Yapılan bu açıklamalara rağmen, yazılı cevap hazırlanması teklifimi iki kez daha tekrarladım ancak hiçbir bakan arkadaşımdan destek görmediğim için sonuç almak mümkün olmadı. Mektuplar konusunda ikna olmadığımdan, Bakanlar Kurulu toplantısından sonra, bunların hukukiliğini araştırdım. Maalesef mektupların hiçbir hukuki bağlayıcılığı yoktu. Çünkü bünyesinde veto sistemi olan kuruluşlarda hukuki temsil mümkün değildi. Yani Bakanlar Kurulu doğru bilgilendirilmemişti
DEVLET BAHÇELİ : “HAYIRLI OSUN!”
Dosya:Devlet Bahçeli (cropped).jpg - VikipediGerçekten o günden sonra uzun süre, Helsinki Belgesi ile gelinen noktada, aldatılmışlığımızın mı, bilgisizliğimizin mi ağır bastığını düşündüm, durdum. Sonraki gelişmeler kesinlikle büyük bir aldatılmışlıkla karşı karşıya kaldığımızı gösteriyordu. Ancak yöneticilerimizin kayıtsızlığı yüzünden ülkemizin kelimenin tam anlamıyla sahipsiz olmasının da, Helsinki ve sonraki gelişmelere damgasını vurduğunu söylemek zorundayım.
57. Hükümette Devlet bakanı olarak görev yapan MHP Niğde Milletvekili Sayın Sadi Somuncuoğlu şok açıklamalarda bulunuyor. Teşbihte hata vardır ancak Sayın Somuncuoğlu’nun anlattıkları sanki bazı dönemler Türkiye’yi yönetenlerin içinde bulundukları “Gaflet, delalet hatta hıyaneti” örnekler gibi geldi!!!
Bir tablo düşünün.. Türkiye’nin milli çıkarları doğrultusunda belki günlerce tartışılması ve uzmanlarla uzun uzun çalışılması gereken bir konuda emrivaki ile kısa bir toplantı yapılıyor ve ulusal bağımsızlığımıza darbe vurması muhtemel bir karar alınıyor. Ancak karar verecek bakanların meseleden haberleri bile yok.
Sayın Bahçeli ise bakanlarına dahi haber vermeden birileri veya kendisi tarafından hazırlanmış metni okuyor ve “HAYIRLI OLSUN” diyerek meseleyi kestirip atıyor !!!
Sayın Bakan, Türk milletinin, Türk Devletinin âli menfaatlerine uygun düşmeyen tarihi kararla ilgili yaptığı açıklamalar, Bakanlar Kurulu toplantısı, Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin gerekli uyarıları yapmasına rağmen toplantıya katılanların tutum ve davranışları, verdikleri kararların yanlışlığı, Türkiye’nin bu mesele de içerisine düşürüldüğü durum, aynı zamanda konusu suç teşkil eden bir ihbar niteliğinde eylemler dizisidir. 
Koalisyon Başbakanı Bülent Ecevit, 10 Aralık günü Helsinki’ye gitti. Türkiye’deki medya desteği ile Helsinki’deki karşılanış biçimi çok parlaktı. Ancak bu parlaklığın içinde dikkati çeken bir yapaylık vardı. Gerçek düşünceler değil değeri olmayan övücü açıklamalar yapılıyordu. Ancak Türkiye’nin önüne, yapılan övgülerle çelişen kararlar konuyor ve bunların imzalanması isteniyordu.
Helsinki Zirvesi’nden sonra Brüksel yetkililerinin eski tutumlarına geri dönmesi, doğal olarak en çok, kullanılan övücü sözler ve yapay iltifatlara kananları şaşırttı. Açık ve acı gerçek şuydu: Türkiye, herkesin görebileceği bir biçimde “aldatılmıştı.” Bu gerçeği, daha sonra Bülent Ecevit’in kendisi açıklayacaktı.
ECEVİT, Mustafa Bülent - TDV İslâm AnsiklopedisiECEVİT : “AVRUPA BİRLİĞİ BİZİ ALDATMIŞTIR!”
Sevgili Okurlar,
Ecevit, Helsinki’den onbir ay sonra 22 Kasım 2000 günü, DSP Meclis Grubunda yaptığı konuşmada şunları söyleyecekti: “Helsinki’de aday üyelik kabul edilirken Kıbrıs ve Ege konularında Türkiye’ye sözler verildi. Ancak bu sözler şimdi çiğneniyor. Avrupa Birliği bizi aldatmıştır.”
Oysa Ülke yöneten üç siyasi Parti (DSP, MHP ve ANAP) nin Koalisyon Başbakanı “Avrupa Birliği bizi aldatmıştır.” Deme durumunda – hükümet etmeye son verip – Aziz Türk Milleti biz verdiğiniz emanete güvene layık davranamadık saygı ile çekiliyor ve verilecek her tür cezayı da çekmeye hazırız diyerek bir erdemlilik sergileye bilirdi – “aldatılma” gibi bir özgürlüğü olamazdı. Bu gerçeğe karşın Hükümete “aldatılmışlığın” hesabını soran olmadı.
Helsinki Zirvesi, Türkiye – AB ilişkilerini Türkiye için daha çok olumsuzluğa yönelten yeni bir dönüm noktası oldu. Kararların oluşturulması, kabul edilmesi ve Türk kamuoyuna sunuş biçimi; 1995’deki Gümrük Birliği Protokolü’nde uygulanan yöntemin hemen aynısıydı. 1995’de olduğu gibi 1999’da da Türkiye, kurulan gizli – açık ilişkilerle, kendi zararına işleyecek olan yeni bir olumsuz süreç içine sokuluyor ancak bu olumsuzluk Türk halkına büyük bir başarı gibi sunulmuştu.
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye için yaşamsal önemi olan iki kritik konu, Konsey gündemine alındı. Türkiye’ye kabul ettirildi ve karar haline getirilerek Sonuç Belgesi’yle açıklandı. Bu iki konu, Yunanistan ile Türkiye arasında uzun yıllardır gerilim nedeni olan Kıbrıs ve Ege konularıydı. İki ülkenin ilgi alanına giren bu iki konu, Yunanistan’ın yıllardır Türkiye’ye kabul ettirmek istediği bir biçimde ele alınarak AB gündemine taşınıyor ve Türkiye’nin kabul ettiği bir “ön koşul” haline getiriliyordu. Halbuki bu gelişme Türkiye’nin yıllardır ileri sürdüğü görüşlere, savunduğu tezlere ve Milli çıkarlara uygun düşmüyordu. Kıbrıs ve Ege konusunun AB gündemine taşınarak milletlerarası bir “sorun” haline getirilmesi, Yunanistan için stratejik önemi olan bir amaçtı. Ancak Ecevit Helsinki’ye gitti, gösterişli bir biçimde belgeyi imzaladı ve büyük bir mutluluk içinde Türkiye’ye döndü.
Helsinki Zirvesi Sonuç Belgesi’nde yer alan Kıbrıs’la ilgili 9. madde “Kıbrıs sorunu çözülsün ya da çözülmesin AB, Kıbrıs Rum Kesimini tam üye yapacağı belirtiliyor, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’tan çekilmesi ve Kıbrıs’ın Rum inisiyatifinde bir bütün haline getirilmesi” öngörülüyordu. Ulusçu Sol Parti ile Milliyetçi Partinin koalisyonu yıllardır bir Megalo iddia şeklinde devam eden Enosis’i Yunanistan’ın meselesi olmaktan çıkarıp A.B.’nin meselesi haline getiriyordu.

EGE YUNANİSTAN BÖLGESİ
Sevgili okurlar,
Ege konusunu içeren 4. Madde de ise: “ Ege sorunu 2004 yılı sonuna kadar Milletlerarası Adalet Divanı yoluyla çözüme bağlanması şartı konuyor” yani Yunanistan’ın yıllardır çözemediği Ege sorununu A.B.’yi de arkasına alarak uluslar arası bir başarı elde ediyordu.. 
Çünkü Helsinki kararlarına göre Ege Yunanistan’ın kontrolünde bir AB bölgesi olarak tescil edilecektir. Türkiye’nin AB üyeliği, Kıbrıs ve Ege sorunlarının, Yunanlıların istedikleri yönde çözülmesinin yolunu ardına kadar açmaktadır. 
12. Madde de ise “ Türkiye’nin A.B.’nin talimatlarına bağlı olarak yasalar çıkarılacağı yani milli devlete veda edeceğimiz ” süslü kelimelerle şarta bağlanıyordu.
GÜNEY KIBRIS VE EGEDEKİ HAKLARIMIZDAN NEDEN VAZ GEÇTİK?
Simitis Helsinki’den Atina’ya dönünce, zafer kazanmış bir kumandan edası içinde, büyük bir coşku ile karşılanıyordu. Türkiye artık yeniden ‘AB himayesi altına girmişti’. İçerde ve dışarıda bunu isteyenler, artık mutluydular. Medya zafer çığlıkları atıyordu ve bu çığlıklar, Atina’dakilerle birleşiyordu.”
Neticede A.B. “Kıbrıs’ın kendi Topluluğunun bir toprağı olduğunu T.S.K.nın işgalci konumda bulunduğunu ve adayı terk etmesi gerektiğini” resmen ve alenen ilan etti. Haydi Mesut Yılmaz’ı geçelim ancak Ulusal meselelerde taviz vermediği iddia edilen(!) Sayın Ecevit ile Milliyetçi bir partinin Genel Başkanı sıfatını taşıyan Sayın Bahçeli neden Kıbrıs Rum kesiminin A.B. ye girişine müsaade ettiler?
Helsinki Zirvesi ile Türkiye – AB ilişkileri yeni bir döneme girdi. Yeni dönemin belirgin özelliği, ne denli ağır olursa olsun artık Türkiye’de AB kararlarına karşı göstermelik bile olsa herhangi bir direncin gösterilmeyecek olmasıydı. “AB lobisi” Türkiye’yi adeta “teslim almıştı.” AB isteklerini kabul etmemek bir yana, “tam ve hızlı” bir biçimde yerine getirmemek ya da yerine getirmemeyi düşünmek bile siyasal bir suç haline getirilmişti. Büyük sermaye örgütleri cüretli açıklamalar yapıyor,
Politikacılar her isteneni yerine getiriyor, medya AB programlar ve aykırı istemlerle, Türkiye’nin Milli duyarlılıkları test edilmiş ve ciddi bir dirençle karşılaşılmayınca, isteklerin kapsama alanı ve biçimi değiştirilmişti. Artık daha ileri istekler, daha buyurgan şekilde ileri sürülecekti. Helsinki Zirvesi, tam teslimiyetin, güncel politikaya açık ve pervasız davranışlarla aktarıldığı bir süreci başlatmıştı.
Atatürk emperyalist devletlerin Mütareke hükümlerine aykırı işgallerini vurguluyor, Nutuk’ta. Bu aykırılık Avrupalı’nın önemli bir karakter çizgisini ele vermekte: Sözünde durmamasını, riyakâr olmasını, döneklik yapmasını… Bu davranış, gerçekte, ezelî bir siyasetidir Avrupalının. Avrupa diplomasisinde verdiği sözü tutmamak sık sık başvurulan bir araçtır. Tabii şimdi de uygulanıyor. Bizim saf ve deneyimsiz yöneticilerimize de sözler verirler, ancak daha ilk fırsatta o sözün üzerine yatarlar . Yaptıkları antlaşmalara da uymazlar. Ancak yoksul bir ülke, örneğin Türkiye bunun yüzde birini yapsa, kıyameti koparırlar. 
Ecevit ve Bahçeli yönetimi Helsinki de Aile (!) fotoğrafı içine girilmesi uğruna verdiği büyük taviz sayesinde Kıbrıs Rum kesimi A.B.’ne girebildi! Daha sonra Kıbrıs Mitingleri yaptılar ve Sayın Rauf Denktaş’ı ziyarete gittiler! Avrupa verdiği sözlerin hiç birisini yerine getirmediği gibi yerine getirmek niyetinde olmadıkları ucu açık vaatleri yerine getirmeye devam ettiler. 2002 yılında gelen AKP iktidarı AB’nin istek ve aldatmalarını daha hızlı bir şekilde yerine getirdiler ve kabullendiler.
ALAY KONUSU HALİNE GETİRİLMİŞTİK!
Sevgili Okurlar,
Bugüne kadar Avrupa Birliği nezdinde Türkiye’yi temsil edenlerin çoğu “Türk Milleti’nin fıtraten sahip olduğu kudret ve yüksek karakterden” esasen yoksun bulunduğu için, koca devleti batılı küstahların alay konusu hâline getirdiler. Avrupa’nın en hainâne taleplerini dahi “ev ödevi” kabul edecek kadar ihaneti pişkinliğe vuranlar yüzünden Türkiye öylesine hafife alınıyor ki, yalanlarına mâzeret ararken bile bizimle dalga geçiyor adamlar. Hani Verhaugen denen şu suratsız AB komiserine “Kopenhag kriterlerinde Kıbrıs diye bir meselenin bulunmadığı” hatırlatılmıştı ya, işte AB’den gelen cevap: – Kıbrıs şart değil ama, Kıbrıs sorununu çözmeden AB’ye üye olamazsınız! Ne demek bu?
Eğer Güney Kıbrıs’ın AB’ye alınacağına ilişkin Laeken Zirvesi Sonuç Bildirgesi yayınlandığında Türkiye’nin hukuku korunabilseydi, Türkiye 21 yıldır böylesine gayriciddî, böylesine saygısız, böylesine küstahça tavırlarla karşı karşıya kalmazdı. AB ilişkilerinin hızlandığı son 25 yıldır Türkiye’yi yöneten hükümetler Türk Milleti’nin hukukunu ve haysiyetini de koruyamamışlar
Türkiye’yi yönetenlerin yaptıkları hatalar sebebiyle Bundan 100 yıl önce başımıza gelen her felaketi tekrar hem de aynı şekilde yeniden yaşıyoruz. 
Türkiye ne acıdır ki bundan 100 yıl öncesinin koşullarına yeniden dönmüş bulunmaktadır. Sanki yeniden Mütareke dönemindeyiz.
Öyleyse bugün de bir Erzurum Kongresi’ne, o kongrenin ilke ve kararlarına ihtiyacımız var. Çünkü millî sınırlar içinde vatan bir bütün olmaktan çıkarılmak, parçalanmak istenmektedir. Bunun baş müsebbibi Avrupa Birliği’dir, arkadaki kışkırtıcı Amerika Birleşik Devletleri’dir. Uluslar arası şirketlerdir. Bölücüsü, mürtecisi, işbirlikçi sermayesiyle “dahilî bedhahlar” da bunların korumasında, her türlü hainliği yapmaya devam etmişler etmeye de devam etmektedirler.
YABANCI İŞGALİ SÜRÜYOR!
Sevgili Okurlar,
Bugün yine bir yabancı işgali karşısındayız. Ancak bu kez işgal topla tüfekle yapılmıyor; dış borçlandırma ile, özelleştirme ile, yabancı sermaye ile, yabancıya toprak satışı ile, azınlık hakları talepleriyle yapılıyor. 82 yıldır T.C. Hükümetlerince alınan Sosyal, siyasi veya ekonomik kararların tamamına yakını Türkiye’nin aleyhinedir. 

Son 25 yılda hızlandırılmış bir şekilde Türkiye’yi 100 yıl geriye götürerek Mütareke Türkiye’si haline getirenler, 1999 yılında Helsinki de aile fotoğrafı çektirmek uğruna Güney Kıbrıstaki haklarımızı AB’ne devredenler, 29 Ekim 2004’te Haçlı seferlerini başlatan Papa hazretlerinin heykelinin önünde AB Haçlı anayasasına imzayı attıktan sonra 13 Nisan 2011 yılında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulunda, haçlıları öve öve bitiremeyenler, Danıştay kararına rağmen “Andımız”ı okutmayanlar, Ermeni köylerinin isimlerini bile yeniden ihya edenler,Tabelalar dan TC yazısını kaldırtanlar, resmi kurumlara Kürtçe tabela asılmasına müsaade edenler, Çözüm süreci ilan ederek PKK ile masaya oturanlar,

Bu sebeple binlerce güvenlik görevlimizin ve askerimizin şehit olmasına sebep olanlar, Terörist başının mesajını Diyarbakır’da törenle okutturanlar, tüm haykırışlarımıza rağmen meclisten tezkere çıkararak Peşmerge görüntüsü altında PKK’lıları törenle Kobani’ye (Ayn’el Arap’a) geçirerek bu gün binlerce ABD askeri himayesinde PKK ordusu kurarak ve 70.000. tır silah ile sınırımıza yerleşmesine sebep olanlar, göz boyamak için- içerisinde sürekli Kur’an okunan, bir kısmının 91 yılından beri ibadete açık olduğu – Ayasofya’yı ibadete açıyorlar.Yarıdan fazlası açlığa mahkum hale gelmiş ülkemizde karnı tok sırtı pek olanlar sanki böylece vatan kurtulmuş gibi bu kararı alkışlıyorlar!

Bir yandan Batı’nın taleplerine uyarken, Türkiye’yi Arap şeyhlerine pazarlarken, ABD, AB veya Uluslar arası şirketlerin eline geçen varlıklarımız sebebiyle “Ecnebi sermayesinin bekçiliğini” yapar hale gelmiş, Bankalarımız bile yabancıların eline geçmişken Türk insanı emperyalizm tarafından iliklerine kadar sömürülür hale getirilmişken milletimizin algısıyla oynayarak insanlarımızı sürekli aldatmanın Türk Milletine bir faydası olmayacaktır.
25 yıl Avrupa kapısında bekleyenlerin Güney Kıbrıs’ı AB’ne hediye ederek, AB yetkilileriyle “Helsinki’de aile fotoğrafı” çekilmesi uğruna Güney Kıbrısta ki haklarımızın tamamından vaz geçenler, Türkiye’nin Akdeniz’e güvenliğini korumak, Kıbrıs’ın Güneyindeki Petrol ve doğal gaz yataklarında ki haklarımızı kaybetmemek için Libya’nın çöllerinde girilen savaşın baş sorumlusudurlar.

Sevgili Okurlar, 
Mutlu, sağlıklı ve başarılı bir gün geçirmeniz, bir sonraki yazımızda görüşmek dileğiyle Sevgiler Saygılar Selamlar
20 temmuz 2020
TANER ÜNAL
1-Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun – Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler, Kum Saati Yayınları, 12. Basım, Kasım 2002, s. 237
2-Atatürk’ün Gençliğe hitabesini okuyunuz ve bu gün içerisinde bulunduğumuz durumu görün ve yapılması gereken mücadeleyi bir defa daha değerlendirin!
3-İsmail Bozkurt, Akdeniz Üniversitesi Lozan Araştırmaları Muha. Md., “Kıbrıs’ın Tarihine Kısa bir bakış”, İ.K. Ülger E. Efegil, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi, 2. Baskı, Mart 2002, s.10-12, 306, 312
4-Metin Aydoğan, Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?, Tanzimattan Gümrük Birliğine, S. 158 “Peynir Gemisi”, Gani Müjde, Milliyet 13.12.1999 Yazımızın bu bölümünde Sayın Metin Aydoğan’ın A.B. konusunda bazı tesbit ve değerlendirmelerine de yer verdik. Sayın Aydoğan’ın Tanzimattan Gümrük Birliğine isimli kitabını okurlarımıza tavsiye ediyoruz.
5- “Ecevit – Schröder Mektuplaşması” Cumhuriyet 10.12.1999 Ecevit “AB – Türkiye ilişkileri” için “elinden gelen herşeyi” gerçekten yapacaktır. 
6- “Lpponen’in Ecevit’e Tarihi Mektubu “Hürriyet 12.12.1999 Age s.159
7- Metin Aydoğan, Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?, Tanzimattan Gümrük Birliğine, S. 160
8- “Helsinki özel” Hürriyet, 12.12.1999
9- Milliyet 11.12.1999
10- Sabah 11.12.1999
11- Sabah 11.12.1999
12- Bütün bu haberler Türkiyede ki basın kuruluşlarının Batı’nın fikirlerini empoze etmede bir araç olarak olarak kullanıldığının açık bir delilidir.
13- “AB Onların Olsun” Cumhuriyet 05.12.1998
14- “Demirel: Fırsatı Kaçırmayın” Hürriyet 11.12.1999
15- “Lahey Lehimize” Milliyet 13.12.1999
6- “Türkiye – AB İlişkileri” Yıldırım Koç, Türk – İş Eğitim Yayınları no: 66 sf. 35
17- Metin Aydoğan, Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?, Tanzimattan Gümrük Birliğine, S. 163

18- Radikal 11.12.1999
19- Metin Aydoğan, Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?, Tanzimattan Gümrük Birliğine, S. 166
20- Sadi Somuncuoğlu, Arka kap. dayandılar, Kıbrıs’ta Sirtaki Ey. 2002 s.229- 232.
21- Makamlar mevkiler geçicidir. Yapılanlar ise tarihe geçer.ABD ile 46-50’li yıllar arasındaki teslimiyetçi anlaşmalar güncelleştikçe eski İnönücüler bile durumu tepkiyle karşılıyorsa yapılan yanlışları “Zafer” diye yutturanlar veya “uyum – istikrar” uğruna Türk Milleti’nin milli menfaatlerinden taviz verenler tarih karşısında yaptıklarının hesabını veremeyeceklerdir.
22- Sayın Bakanın göstermeye çalıştığı direnç, kısmen de olsa bu temel meselenin idrakinde olunduğunu gösteriyor. Sayın Somuncuoğlu’nu açık yüreklilikle hadiseleri açıkladığı ve böyle bir kitap yazdığı için kutluyorum. 
23- Milliyet 16.04.2000
24- Suat İlhan, Avrupa Birliği’ne Neden Hayır Jeopolitik Yaklaşım, 3.basım, Ötüken Yay., İstanbul, 2003 s.124.
25- Nitekim 3 Ağustos gecesi vazifeler hızla yerine getirildi. Lozan delindi, Atatürk’ün Türkçe’yi Türkiye’ye hakim kılma mücadelesinden vaz geçildi. Yeni Vatikanların hatta Bizans’ın yeniden ihya edileceği bir yol açıldı,vd…
26- “Avrupa Çıkmazı” Prof. Dr. Erol Manisalı, Otopsi yay. 2001, sf. 165
27-Metin Aydoğan, Avrupa Birliğinin Neresindeyiz?, Tanzimattan Gümrük Birliğine, S. 174
28-Helsinki zirvesinde olanlara biraz geniş yer verdik. Bu yapılan hataların sadece bir tanesinin özetidir.Türk Tarihinin bilenmeyenlerini anlatmanın yanında, Türkiye nasıl bu hale geldi ileriki yazılarımızda diğer örneklerle anlatmaya devam edeceğiz. 
29- Taner Ünal Yörtürk (Yörük Türkmen Vakfı) Dergisi 2002

Hiç yorum yok: