“Türkiye bir deprem ülkesi, depremle yaşamaya alışmalıyız” diyor uzmanlar, bilmişler, bilmemişler ve kuşkusuz siyaset erbabı. Herhalde doğru söylüyorlardır. Alışmalıyız, ama nasıl? Bu tuhaf kelimenin anlamı ne? Neye alışacağız? Vurguna, soyguna, “takdiri ilâhiye”, demirden çalan üstenciye, toprağı bilmeyen mühendise mi? Doğanın her titreyişinde yüzlercemizi toprağın koynuna vermeye mi alışacağız? Bir gün birdenbire nerede olduklarını haritalarından bildiğimiz faylardan biri kırıldığında, kahvede çay bardağı elimizden yere düşerken, altı katın altısının da üstümüze yıkılmasına mı alışacağız. Tuhaf bir söz bu alışmak. Alışmayalım bence.
Alışmayalım. İtiraz edelim hep birlikte. Doğayla olan ilişkimizi böylesine bencilce bir savaşa dönüştürenlere “hayır” diyelim. Deprem ülkesiysek eğer, depreme direnecek binalar yapmak yerine, demirden, çimentodan çalana dur demezsek, doğanın bizi affetmeyeceğini nihayet anlayalım. Bize gerekli olan depremle yaşamaya alışmak değil, bizi otuz kırk saniyede yerle bir edenin gerçekte kim olduğunu bulup çıkarmaktır.
Yok, hayır, alışmamalıyız. Deniz kabarır, fırtına dağıtır, tayfun ne gelirse önüne yıkıp geçer, toprak titrer, hortum evleri havalara savuracak kadar güçlüdür. Peki insan? Yaşadıkça kendini yeniden üreten, hayatı bilgiyle donatan insan, doğanın bu halleriyle baş edemiyor mu? Doğayla bu kaçınılmaz dansın egemeni olamıyor mu? Gördük, bildik ki olabiliyor. Kendini aşağılamadığı, kâr hırsına kapılıp öteki insanları mal gibi, köle gibi görmediği zaman doğayla barışık bir hayatı zenginleştirebiliyor.
Alışmak denilen şey, insanı kemiren bir şeydir. Hep öyle söylüyor kendi güdük savaşlarını kazananlar; “alışırsınız”. Bombalar üstüne yağıyor insanın ve söyledikleri aynışeydir; “Şimdi bizim istediğimiz şey olacak, petrol yeniden paylaşılacak, siz‘kurtarılacaksınız’ ve alışacaksınız”. Oysa tarih de biliyor ki, hep alışmayanlar, itiraz edenler savaşı yitirdikleri zaman bile dünyayı bir adım ileri götürdüler. İlerlemenin sıkıntısı, insanoğlunun onun nimetlerini kötüye kullanmasından, savaşı yarıda bırakmasından kaynaklanır. Mütevekkil olan, “takdiri ilâhi” de bir teselli arayan, katlanabilmek, ağrısını dindirebilmek için çareyi sığınmakta bulan insanın hasıdır da, düşman bellediklerinin başına gelen felakete sevinen, ona “Allah’ın sopası başına indi, günahlarının kefaretidir bu” diyen fanatik, ırkçı ile kol kola insanoğlunun tarihinden çıkıp gider. Yine de bitip tükenmeyecek, insanı korkutacak kadar çokturlar.
İnsanlar başlarına gelene alışmadıkları için hep çare peşine düştüler. Birbirlerini arayıp bulmaları, dayanışmaları, örgütlenmeleri bunun içindir. Alışmamak içindir. Değiştirmek içindir. Ama bu savaş öyle bir şey ki, teslim olduğunuzda yalnız savaşı değil, kendinizi de yitiriyorsunuz. Ötekilerin hırsı ise bitmek tükenmek bilmiyor. Mal, mülk, kâr hırsı, sömürü, toprağın altı üstü... Söyledikleri hep aynıdır: “Alışacaksınız. Depremle yaşamaya alışacaksınız, Libya’da, İran’da, Tunus’ta, Suriye’de, Türkiye’de olup bitenlere alışacaksınız. Pis işleri devralmış muktedirlere, ülkenin aydınlarını işleri bittiği için hapsedilmiş Susurluk’çularla aynı zindanda görmeye alışacaksınız. Sokakta patlayan bombalara, insanı insanlıktan çıkaran savaşa alışacaksınız.” Alışacak mısınız? |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder