Nilgün Cerrahoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nilgün Cerrahoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Tem 2013

Demokrasinin Tükenişi

Fugitive Kazakh dissident Mukhtar Ablyazov (Facebook)
Kaçak Kazak muhalif Muhtar Ablyazov (Facebook)
Çizme; Pakistan’ın Abbottabad kentinde Usame bin Ladin’i avlayan CIA operasyonuna benzer bir operasyonla, Roma’da evinden kaçırılarak Kazakistan’a gönderilen Nazarbayev muhalifi Kazak ailenin skandalıyla çalkalanıyor…
Hollywood senaryolarına taş çıkartan bu öykünün odağında, 40 yaşlarında Alma Şalabeyeva adında bir kadın var…
Genç kadın, Kazak diktatör Nazarbayev’in siyasi hasmı olan bir “oligark bankacı”, Muhtar Ablyazov’un eşi…
Ablyazov, çok Rus oligarkı gibi İngiltere’den siyasi iltica almış, orada yaşıyor…
Ancak İngiliz polisi Ablyazov’un ailesinin Londra’da güvende olamayacağını bildiriyor ve 6 yaşındaki kızı ile Alma Şalabeyeva İtalya’ya geçiyor, Roma’da bir villa tutuyor.
Mayısın son haftasında bir gece, ne ki, genç kadın, kirası 5000 Avro olan villasında kapıları ve pencerelerine vuran adamların gürültüsüne uyanıyor…
İtalyan gizli servislerine mensup 50 civarında polis, Kazak kadının bir tek kelimesini anlamadığı İtalyanca bağırış çağırışla eve giriyor. Ortalığı darmadağın ediyorlar.
Kazakistan Devlet Başkanı Nazarbayev’in hasmı olan bankacıyı evde bulamayınca, küçük kızıyla anneyi tutukluyorlar.
Kadını karga tulumba önce emniyete götürüyorlar. İki gece kendisini burada alıkoyduktan sonra, Roma’nın “Ciampino” havaalanına aktarıyorlar. Burada da pistte beklemekte olan lüks bir “özel uçağa” kendisini yüklüyorlar, yasal prosedüre aykırı şekilde, Almatı’ya postalıyorlar.
Operasyonun şiddeti, söylediğim gibi, TV’lerde onlarca kez gördüğümüz CIA’nın Abbottabad operasyonunu anımsatıyor. Ancak bu kez gizli servislerin harekâtı, Pakistan dağlarında değil, bir Avrupa ülkesinin göbeğinde yapılıyor.
Bir tek helikopterler uçmadı
Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev (Reuters)
Kazak Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev (Reuters)
Roma semalarında yalnız Apaçi helikopterlerinin uçmadığı kalıyor…
Örneğine ancak faşist ülkelerde rastlanabilecek bir uygulamayla, orduyla polis özel bir ikametgâha dalıyor.
Bir AB ülkesinde “siyasi iltica” hakkı elde eden bir insanın ailesine, “illegal göçmen” muamelesi yapılıyor.
Zor kullanarak evinden alınıp uçağa götürülene dek, kadının, avukatlarıyla görüşmesine izin verilmiyor. Çevirmenden yararlanmasına da olanak tanınmıyor. Bir ara “öldürüleceğini” düşünen kadın; neden sınır dışı edildiğini ve “ne” ile suçlandığını bilemiyor.
Alba Şalabeyeva şimdi Almatı’da, Nazarbayev’in elinde “oligark bankacıya”karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmak niyetiyle “rehin” tutuluyor.
Başbakan Enrico Letta, İçişleri Bakanı Angelino Alfano, Dışişleri Bakanı Emma Bonino“insan hakları” savunucularını çileden çıkaran operasyondan haberdar olmadıklarını söylüyorlar.
Başbakan ile bakanlar; ilik donduran eylemden her nasılsa Kazak kadının ancak sınırdışı edilmesinden sonra haberdar olduklarını beyan ediyorlar.
Bu durumda da kabinenin bilgisi dışında nasıl böyle bir operasyon yapılabildiği sorusu gündeme geliyor.
Basındaki bilgiler ışığında, Berlusconi ile kanka olan Nursultan Nazarbayev’in; şu ara tam Sardunya’da bulunduğu; skandalın patlak vermesiyle İtalya’yı terk ettiği belirtiliyor.
Kazakistan’ın İtalya büyükelçisinin, sınır dışı operasyonu öncesinde ayrıca, Roma’da İçişleri Bakanlığı yetkilileri ile görüştüğü, Kazak kadını Almatı’ya götüren uçağın bizzat Kazakistan tarafından tahsis edildiği kesinlik kazanıyor.
Özetle başta Berlusconi olmak üzere, Nazarbayev’in Çizme’deki “özel bağlantılarından” -“rendition” adı verilen- bu “teslimatı/rehin operasyonunu”talep ettiği ortaya çıkıyor. Kazakistan’ın petrol ve doğalgaz, enerji sektörüyle çıkar ilişkileri içinde olan çevrelerin; “hukuk devletini” baypas eden bu operasyonu kotardığı ileri sürülüyor. 
İstihbarat lobileri dünyası 
Uluslararası ilişkiler artık böyle. Etkisini giderek daha ağır biçimde hissettiğimiz, istihbarat ve kâr mantığıyla yönlendiriliyor. Uluslararası kurallar, konvansiyonlar, teamüller sıfırlanıyor; tamamen güçlü olanın borusunun öttüğü “cangıl kanunları” öne çıkıyor.
“Kaçak” Edward Snowden olayında da aynı olgu söz konusu değil mi?
Büyük Birader’in “Snowden’a el uzatanı yakarım!” tehdidinden çekinen koca koca ülkeler, köstebeğe sığınma hakkı veremiyor…
Bolivya Devlet Başkanı’nın özel uçağı bile, içinde sırf Snowden olabilir kuşkusuyla, Avrupa semalarından uçurulmuyor ve “Viyana” gibi uygar bir Avrupa başkentinde saatlerce “rehin” alınıyor.
Uluslararası ilişkilerin son dönemde ne oranda “güce boyun eğdiğini”gösteren gelişmeler bunlar hep.
“Al Jazeera”da Snowden’la ilgili çok yeni bir program izledim. Dünyanın giderek bütünüyle istihbarat örgütleri, kapitalist lobiler ve istihbarat şirketlerinin eline geçtiğini anlatan program, tüm denetim-kontrol mekanizmalarının devre dışı kaldığını, bu karanlık yapıların ardında“demokrasilerin boğulduğunu” anlatıyordu...
ABD’den yazan okurum Azmi Güran’ın satırlarıyla bitirelim bu yazıyı:“Dediğiniz gibi orman kanunları hüküm sürüyor” diyor okurumuz:
“Demir perde kalktığından beri kapitalist dünya meydanı boş buldu. Atı alan Üsküdar’ı geçiyor ve istediği şekilde at koşturuyor. 1917’de Rusya’da halk isyanı olmuştu. Şimdi de galiba öyle bir devir geçiriyor dünya. Daha bakalım neler yaşayacağız...”

7 Tem 2013

Müslüman Kardeşler'in 'Demokrasiyle' Sınavı

“Mısır demokrasisini” yıkan “darbe” neden oldu?
“Darbe-demokrasi” polemiklerine dalmadan önce işin bu noktaya neden geldiğini anlayalım…
Arap dünyasının ünlü yazarı Tahar Ben Jelloun’un çok öz bir tespiti var:“Müslüman Kardeşler, Mısır’ın sadece kendilerine ait olduğunu düşündü!”diyor.
Mısır’da seçimle işbaşına gelen Devlet Başkanı Mursi’yi alaşağı eden müdahale “darbe” olmasına “darbe” de, Müslüman Kardeşler’in “malına dönüşen” rejim gerçekten demokrasi miydi? 
‘Her gün bir parça yitirdik!’ 
Mısır’ı anlattığı “Yakupyan Apartmanı” isimli kitabıyla dünya çapında ün kazanan bir başka Arap yazar Ala el Asvani de gelinen noktayı, “Müslüman Kardeşler’in iktidarda kaldığı her ilave günde, Mısır’ın bir parçası yitirildi”diyerek özetliyor.
Mısır’ın kaynaklarını yağmalamak ve iktidar odaklarını ele geçirmek savaşında; tüm denge-fren mekanizmaları devre dışı bırakılmış...
Muhalefet, “altta kalanın canı çıksın” hırsıyla dışlanmış...
85 yıl ardından ilk kez ele geçirilen iktidar nimetlerine, “Kardeşler”kendilerinden başka kimseyi ortak etmek istememişler. Muhalefet ve azınlığa,“parya” muamelesi yapmışlar...
“Sandığın namusuna gölge düşürülemez” söylemiyle bugün “demokrasi havariliği” yapanların unuttukları en önemli nokta ayrıca, oyların büyük oranda “satın alınmış” olması…
‘Sandık namusu şekerle oy almak mı?’
Darbeler tarihinde verdiği onurlu mücadelesiyle medyada ayrı bir yere sahip olan İspanya’nın “El Pais” gazetesi, bu noktaya mim koyuyor ve “Demokrasi bu mudur” diye soruyor:
“Gösterilen bir kutucuğun içini doldurmayana, ‘yoldan çıkmış’/ ‘kâfir’muamelesi yapılacak; torbayla dağıtılan şeker, un, pirinç karşılığında oy talep edilecek, gereğinde gözdağı verilecek… Demokratik süreç bu mudur?.. Demokrasi yalnız sandıktan geçmez. Demokrasi, sadece ait olduğu cemaate değil… tüm halka hizmet eden bir devlet başkanı ve kapsayıcı hükümet demektir. Demokrasi, topluma köle muamelesinde bulunmak değil, hukuk devletine saygı göstermek demektir…” (6 Temmuz 2013, El Pais; Los errores de los Hermanos/Kardeşlerin Hataları)
Dış yardımlara karşın belini doğrultamayan Mısır ekonomisini yönetmeyi beceremeyen Mursi’nin yeteneksizlikleri bunlara eklenince; meydanın öfkesi gemlenemez olmuş…
Suriye faktörü

Arkadan bu öfkeye “Ortadoğu jeopolitiğinin satrancı” eklemlenmiş, film kopmuş, generaller devreye girmiş.
“El Pais”teki bir başka analiz (La guerra siria arrastra a Morsi/Mursi’yi Suriye savaşı devirdi/sürükledi); “Suriye’de Alevi rejimine açılan cihadı desteklemek, Mursi’nin devrilmesinde tayin edici rol oynadı” diyor; Mursi’nin aldığı pozisyonun generallerle arasını telafi edilmez şekilde açtığını söylüyor
Anlatılanlara göre, Mursi’nin “Suriye rejimine karşı cihad çağrısı” olarak algılanan 15 Haziran’daki son açıklamaları ardından, Mısır ordusunda alarm çanları çalmış. El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’nin Mısırlı olduğunu hatırlatan “El Pais”, generallerin bu konuda çok hassas olduğunu ve “Şam’a karşı savaşmak amacıyla Suriye’ye cihatçı olarak giden Mısırlıların, ‘El Kaideci’ olarak geri dönmelerinden” çekindiklerini belirtiyor. Mursi’nin, Suriye rejimine açtığı savaşı desteklemeyenleri ayrıca “dinden çıkanlar” şeklinde nitelendirmesi bardağı taşıran damla olmuş.
Ordu, Mursi’nin mesajlarını ülke çıkarlarıyla beraber “Mısır’daki ortak yaşama” bir tehdit olarak görmüş...
Suriye bağlantılı gelişmelerin Mısır’da yaptığı “kısa devre” aslında, Katar şeyhliğindeki ani ve beklenmedik iktidar değişikliğinin de arkasındaki dinamik olarak görülüyor.
Katar’da haziran sonunda hesapta olmayan biçimde yetkilerini oğlu Halit el Tamim’e devreden Emir Şeyh Hamad, bu hamleyi meğerse Mısır’daki gelişmelerin kokusunu aldığı için yapmış!
Berlusconi ailesinin gazetesi “Il Giornale”de yazan ünlü Ortadoğu uzmanıGian Micalessin de Katar olayının perde arkası için mealen şunları söylüyor:
61 yaşındaki emir, 2022 Dünya Kupası’nın peşinde koşuyor, Paris Saint Germain takımını alıyor, Volkswagen Porsche’nin hissedarı oluyor, Süveyş Kanalı’nın kontrolünü ele geçirmek gibi çılgın projeler peşinde koşuyor…
Beri yandan da isminin başharfleri “HBJ” logosuyla anılan kendi Dışişleri Bakanı Şeyh Hamit bin Jaber el Thani kanalıyla; siyasi İslama destek veriyor.
Müslüman Kardeşler’e Mısır’da olukla para akıtıyor, Kaddafi’yi düşürüyor ve Suriye’de isyancılara silah yardımı yapıyor.
Washington, Paris, Londra; Suriye’deki silahların yanlış ellere düşmesinden rahatsız olunca, “emir”in kulağını çekiyorlar ve ivedilikle kendisinden bu “politikayı değiştirmesini” istiyorlar.
“Emir”; siyasi İslamın Katar’daki başlıca hamisi ve kuzeni olan Dışişleri Bakanı HBJ’yi görevden almış olmamak adına, kökten değişime gidip kendi yetkilerini de oğluna devrediyor. Böylece genç emirle Katar’da yeni yönetim siftah yapıyor…
Büyük belirsizliklere gebe Mısır ve Katar’daki bu son yetki değişimiyle birlikte zarlar Ortadoğu’da yeniden atılıyor.

4 Haz 2013

'Sultan Adaylığından Diktatöre'

Times: Modern sultan Erdoğan
“Maske düştü! Erdoğan birkaç günde, Türkiye sınırları dışındaki tüm inandırıcılığını yitirdi!”
Gezi gösterilerinin yurtdışı etkisini böyle özetlemek mümkün.
İlk bilanço için görüş aldığım bir Batılı diplomat; “Erdoğan on yılda sağladığı itibar sermayesini bir haftada tüketti!” dedi.
“Erdoğan’ın süreçte hiç tanımadığınız bir yüzüyle mi karşılaştınız? T.C. Başbakanı’nın hangi yapıda olduğunu bilmiyor muydunuz” şeklindeki sorumu da; “Testi kırılana dek Erdoğan’ın çehresiyle yüzleşmemiştik. Ancak testi kırıldı” diyerek yanıtlayan muhatabım söze şöyle devam etti: 
‘İtibar gitti, iktidar duruyor’
“Konu salt uluslararası basındaki yazılar değil. Akşam ana haber kanallarında insanlık göstericilere kullanılan polis şiddetini izliyor. ‘Türk hapishanelerinde İran’dakinden fazla sayıda gazeteci olduğu’ bilgisi, TV’leri başındaki herkese ulaşıyor. Erdoğan’ın hakkında bundan böyle yapılan en nazik tanım, ‘bir diğer Putin’ oluyor. Erdoğan evet itibarını kaybetti. Ama iktidarı yara almadı. Erdoğan’ın iktidarına ancak, kendi partisi AKP ya da uluslararası koşullar darbe vurabilir.”
‘Golyat’a karşı Davut gibi’
Hafta sonundan bu yabal köyün belli başlı tüm kanallarını izliyorum. Avrupa basınını da yakından takip ediyorum.
Türkiye’deki olayları, Erdoğan’dan başka, “aşırı uçların” işi, “ana muhalefet partisinin manipülasyonu” ya da bir “darbe provası” (“tencere tava hep aynı hava”) şeklinde gören yok.
Uluslararası medya “aysbergin ucu” diye tanımlanan “Gezi Parkı’ndaki”olayları ve Türkiye’ye yayılan gösterileri; Erdoğan’ın 1) otoriterleşme, 2) iktidar ve kibir sarhoşluğu, 3) ılımlı İslamdan aşırı İslamcı çizgiye kayışının sonucu görüyor.
Olayların patlamasından bu yana hiç empati sinyali göstermemesi, tersine göstericilerle zıtlaşma içine girmesi; “Türkiye’nin vahim bir Erdoğan sorunu olduğuna” dair algıyı güçlendiriyor. Gözlemciler, gösterilerin “AKP ya da hükümetten çok Erdoğan’ın buyurganlığına karşı olduğu” görüşünde birleşiyorlar. 
‘Nevi şahsına özgü demokrasi’
İtalyan TÜSİAD’ının etkili gazetesi “Il Sole 24 Ore”; muhalefet eden herkesi“düşman olarak gören Erdoğan’ın nevi şahsına münhasır demokrasi anlayışına” gönderme yapıyor.
İtalya’nın çok satan gazetelerinden “Repubblica”, RTE’nin “AKP hegemonyası ile İslamcılık gazına bastığını” söylüyor.
Gazete, göstericileri, bir Kutsal Kitap benzetmesiyle “dev Golyat’a karşı koyan Davut” -yani mazlum- olarak betimliyor (2 Haziran). Benzetmeyi, tazyikli su sıkan polislere karşı put gibi duran kırmızı anoraklı kızın fotoğrafı üzerinden yapıyor. 
‘Türk modeline elveda’
Aynı gazetenin dünkü baskısında İslam dünyası uzmanı Gilles Kepeltarafından kaleme alınan tam sayfalık bir yazı ise; “Türk modeline elveda. İstanbul baharı Arap dünyasını krize soktu” başlığını taşıyor.
En çarpıcı iki yazı “Erdoğan’ın sağdıcı Berlusconi’nin gazetesi” “Il Giornale”de çıkan yorumlar.
“Sultan’ın Osmanlı’yı yeniden kurmak düşü, küçük bir İstanbul bahçesine (Gezi Parkı’na!) gömülebilir” diyen gazetenin (2 Haziran) Ortadoğu uzmanıGian Micalessin; dünkü yazısında da “Sultan adayından stajyer diktatöre”başlığını kullanıyor ve özetle şunları söylüyor:
“Düne dek sultandı. Şimdi dikatör. Mübarek, Kaddafi, Esadın eski dostu olan, sonra bunlardan mesafe alan Erdoğan, bu ülkelerde muhaliflerin avukatlığına soyunmuştu. Yalnız kendi ülkesine değil Ortadoğu’ya düzen getirmeye heveslenen Türk Başbakanı, şimdi eski ahbapları gibi lanetli‘diktatör’ damgasını yiyor. Kendisiyle dolu, benmerkezci bir otokrat olan Erdoğan, biraz belasını kendi aradı. Tüm kabahati ‘muhalefet’ ve ‘Twitter’ın üzerine yıkan Erdoğan’ın açmazları, gösterilerden sonra aldığı tavırla büsbütün ortaya çıktı. Sosyal ağlara karşı dile getirdiği gerçektöresi/sürreel savlar, eski dostu, şimdiki düşmanı Esad’ın Suriye gösterilerinde kullandığı savların aynısı... Ekonomik açıdan Türkiye’yi ileriye götürmeyi beceren, ama özelleştirmenin tüm getirilerini bir İslam burjuvazisi yaratmak için kullanan Erdoğan, içten pazarlıklı Batı’nın efsaneleştirdiği Erdoğan’dan çok uzak. Erdoğan’ın yarattığı bu hegemon siyasi sınıf sonra arkadan laik askerleri hapsetmek, gazetecileri, ydınları ve muhalifleri susturmak için yargı baltasını kullandı. Ama Batı uyurken Türkler uyandı!” 
İşte böyle. Erdoğan için hiçbir ey eskisi gibi olmayacak!
Swobada bile Başbakan’a artık, “kışkırtıcı (Taksim) projesini durdurması” için çağrılar yapıyor.
Çok değil… İki yıl önce Erdoğan; “Erdoğan’ın Yolu” başlığıyl a Time’a kapak yapılmıştı. Erdoğan’ın yolu, bundan böyle “Gezi Parkı”na çıkıyor.

9 Nis 2013

Süreç ve ‘Kamuoyu’


AB’den üst düzey bir yetkili yıllar önce bana; “Türkiye ve Avrupa arasındaki temel fark nedir biliyor musunuz?” demişti: “Kamuoyu! Kamuoyu, Avrupa toplumlarının can damarıdır. Sizde kamuoyu yok.”
Bu sözleri duyduğumda irkilmiş ve kızmıştım. İndirgemeci bir oryantalizmle muhatabımın “Türkiye’yi küçümsediğini” düşünmüş saf saf savunmaya geçmiştim: “Amma yaptınız!” gibiler den bir şeyler söylemiştim: “Siyasi yelpazenin değişik kesimlerine seslenen işte şu kadar gazete, bu kadar görsel medya var. Şunca sivil toplum örgütü de cabası vs…” diye akıl sıra ayar vermiştim. 
Ne var ki “süreç” başladığından beri hep yıllar önce Brüksel’de yaptığım bu konuşma hatırıma geliyor. “Türkiye’de kamuoyu yok!” diyen AB görevlisi yerden göğe haklıymış, demekten kendimi alamıyorum… 
“Türk ulusu” ve “Türkiye Cumhuriyeti”nin adının bile son kertede değiştirilmesi gündeme gelirken kamuoyundan kayda değer bir çıkış gözlemlenmiyor. “İmralı” pazarlıklarının kapsamını, içeriğini bilmek, öğrenmek konusunda ısrarlı tepkiler gelmiyor. 
Ülkenin kimliğini, kişiliğini, birliğini, beraberliğini, kuruluş ilkelerini ve geleceğini ilk elden ilgilendiren en can alıcı konularda dahi bunca sessiz ve tepkisiz kalınırsa; “kamuoyu” denen olgu başka hangi alanlarda kendisini gösterir kestirebilmiş değilim. 
Korku toplumunda ‘akil’ olmak
Gözlerimin önüne Apo’nun İmralı’da yargılanış sürecinde ortaya konmuş olan sözüm ona bazı “kamuoyu davranış” biçimleri ve tepkileri geliyor.
1999 baharında Öcalan İmralı’da yargılanmaya başladığında, şehit anaları yollarda göbek filan atmaya kalkmışlardı. Birilerinin yukardan bir düğmeye basmasıyla harekete geçtiği izlenimi veren bu “göze göz dişe diş” isteyen tepkiler; bir süre sonra gene bir düğmeye basılmasıyla bıçak gibi kesildi.
Bu defa da basılan yeni bir düğmeyle “süreç” ve “süreci anlatacak”(!) büyük“akil adamlar” operasyonu başlatılıyor.
Türk kamuoyu, dün olduğu gibi bugün de kritik tüm dönemeçlerde yapılageldiği üzere yalnızca yukardan aşağı biçimde, tepeden yönlendiriliyor.
Ve tereyağından kıl çekercesine -tabiri caizsse- biçimlendiriliyor.
Dün ve bugün arasındaki en büyük fark; bugün ilaveten ajandada bir de“demokratikleşme”(!) iddiasının olmasıdır. AKP hükümetlerine dek yakın geçmişte hiçbir yönetimin Türkiye’de -sözümona bağlamında da olsa!- böyle bir iddiası olmamıştı!
Bu iddiaya sözde ilk günden sarılan AKP hükümetleri, kamuoyunu güçlendirmek, cesaretlendirmek şöyle dursun büsbütün onu susturup muma çevirdiler.
Bugünle geçmiş arasında tek tip düşünce ve şablon kamuoyu oluşturmak konusunda fazla fark olmamakla beraber; Türk toplumu geçmişe göre bugün çok daha fazla korkutulmuş, sindirilmiş ve pusturulmuş hal aldı.
Oysaki özgür kamuoyu oluşturulmasının önkoşulu her şeyden önce korkulardan kurtulmak oluyor.
“Demokrasi ve kamuoyu” üzerindeki çalışmalarıyla dünyanın sayılı siyaset uzmanlarından biri sayılan Giovanni Sartori’nin bilinen sözüdür: 

“Düşüncelerini söylemeye korkanlar sonunda söyleyemeyecekleri şeyleri de düşünmemeye başlarlar” der ve ilave eder: “Bu kuralın tek istisansı, kahramanlardır!” 

Kahramanlarla ne yazık ki “kamuoyu yaratılamıyor”. 
“Kamuoyu”nun yaygın biçimde “sürece” (herhangi bir sürece) dahil edilebilmesi için fikir ve ifade; örgütlenme özgürlüklerinin öncelikle tam olması gerekiyor.
‘Akilleri’ sorgulayan çıkar mı?
Biz bu anlamda tersine giden bir eğilim yaşıyoruz.
Cephede düşen asker haberleri alır gibi her gün TV’lerden yeni bir habercinin eksildiğini; gazetelerde yeni bir köşenin kapandığı öğreniyoruz. Son örnek “süreçte kaleme aldığı eleştirel makaleleri”(!) nedeniyle önceki gün işten atılan Amberin Zaman.
“En büyük gazeteci hapishanesi” haline gelen bir ülke olarak Çin ve İran gibi sayılı diktatörlükleri solluyor nicedir Türkiye. Basını bırakın insanlar telefonda konuşmaya korkuyor. Pankart açan öğrenciler kolaylıkla hapsi boyluyor.
Böyle bir ülkede kamuoyundan bahsedilebilir mi?
Kamuoyu oluşabilmesi için eleştiri özgürlüğünün önünün açılması lazım. Hesap verilebilirliğin ve şeffaflığın geçerli kılınması lazım. Bunların hiçbiri yok bizde.
Ya bizde ne var? Sadece kuru propaganda özgürlüğü!
Tek seçici tarafından belirlenen “akil insanlar” bu durumda ne yapacak?
“Ne söyleyecek bunlar? Neyi anlatacaklar?” diye soruyor haklı olarakKılıçdaroğlu ve ekliyor:
“Çok güzel saygıdeğer akil insan. Ben size bir şey sorabilir miyim? Sizin çözümünüz nedir diye soracak olsa ne yanıt verecek? Benim çözümüm şudur diyebilecek mi? Bu çözüm hükümet tarafından kabul gördü diyebilecek mi?”
“Akil insanlar”, kamuoyunun olmadığı ülkede, muhtemelen inceden inceye sorguya çekilmeyeceklerini biliyorlardır. Bu hesapları çoktan enine boyuna masaya yatırmış olmaları gerekir.

“Türkiye’de kamuoyu yok!” eleştirisi yapan bir AB yetkilisinin değerlendirmesinden hareketle yazdığım son yazıda; “TC adının bile değiştirilmesi gündeme gelirken kamuoyundan kayda değer hiçbir tepki yükselmiyor. En canalıcı konularda dahi böyle sessiz kalınırsa, ‘kamuoyu’başka ne zaman kendini gösterir? Demek ki AB’li uzmanın saptaması doğru: Türkiye’de gerçekten kamuoyu yok, olan da tepeden yönlendiriliyor!”demiştim...
‘Sorun, okumayan toplum!’
“Görüşlerinize katılıyorum” diyen Çetin Yitmener“Bir toplum kitap okumuyorsa, gazete okumuyorsa, haberleri ve tartışmaları izlemiyorsa, boş zamanlarını dizilerle ve cep telefonlarında haberleşmelerle geçiriyorsa, o toplumda gerçek ve etkin bir kamuoyu nasıl vücut bulabilir” diye soruyor, ardından devam ediyor:
“Üniversite öğrencilerinde bile üzüntü vericidir ki (günceli izleyenler) %10’u aşmıyor. Sorunun temelinde bu yatıyor. Gerisinde de eğitim... Öyle olduğu içindir ki, birilerinin düğmeye basmasıyla (kamuoyunda) hareket sağlanıyor veya hareket sonlandırılıyor…”
‘Çare solu birleştirmek’
Esat Yavuztürk okurumun değerlendirmesi aynı yönde; “Tespitleriniz güzel ama, gazete okumayan toplumumuzda siz ve diğer yazarlarımızı da belirli bir azınlık okuyor. Sivil toplum örgütlerinde bile üyelerimize çağrıda bulunduğumuzda çoğu çağrıya katılmıyorlar bile. Bize karşı olanlardan ne bekliyoruz? 
Toplumun yapısına baktığımızda çoğunluğun inanç şartlanması ile beyinleri kilitlenmiş… Onların şartlanmış inançlarına karşı olanlar da kötü insanlar olarak kabul ediliyor. Dinlemeyi bırakın, düşman gözüyle de bakılıyor. Yani dostu, düşmanı tanımıyorlar.
Çare... Güçlü muhalefetin kilitli kapılarını açarak (ve) tüm solu birleştirerek iktidara sahip (olmaktır). Aksi halde havanda su döveriz. Yanılıyor muyum?”
‘Hünkârın sözü kanun’
“Türkiye’de ‘kamuoyu’ yok değil aslında, var. TV serileri için var, futbol maçları için var, magazin basınında anlatılanlar için, dedikodu, kim nasıl yakalandı, vs. için var” diyen Reşit Resuloğlu; “Bu millet, marifeti topa iyi vurmak olan bir Brezilyalıyı karşılamak için akın akın havaalanına gider de geleceğini ilgilendiren, çocuklarının geleceğini ilgilendiren konularda kılını kıpırdatmaz” diyerek ekliyor: “600 yıl, hünkârının dediklerini kanun bilmek zorunda kalmış bir halkın torunları başka bir davranış biçimi gösteremez. Bir de iyice korkutursanız ne yapsın garibim? Gak diyene cop, guk diyene biber gazı. Zaten ‘oryantal kurnazlık, yalakalık, çıkarcılık’ kanlarında var. Gerisi vur patlasın, çal oynasın. Bakalım nereye kadar?”
‘Avrupa ister mi?’
Asiye Hanım sorumluluğu kestirmeden Avrupa’ya yıkıyor: “Bu yetkilinin Avrupası değil mi Türk hükümetlerinin eline balyozu verip te ‘kamuoyu’nun kafasına indirten?” diyor bu okurumuz: “ABD de ondan aşağı değil tabii…. Avrupa bizde kamuoyu olmasını ister mi? Olmasından ödü kopuyor zaten.”
‘Kamuoyu sanal kavram’
Sevgili Bozkurt Güvenç çok düşündürücü bir mektup yazmış. Hocam Güvenç sadece Türkiye’de değil; kamuoyunun her yerde şartlanarak yönlendirildiğini, kamuoyunun zaten “sanal” olduğunu söylüyor.
“Kamuoyu söyleminin efkâr-ı umumiye (genel fikirler) olarak bilindiği çağlardan kalma bir dinazordan, Merhaba” diyor değerli hocam; “Türkiye’de kamuoyu yok gözlemini yapan yabancı haklı. Belki var, yönlendiriliyor, dışardan ve içerden bazı güçlülerce yönlendiriliyor, hatta sanırım yönetiliyordu. Dün akşam NTV’de Amerika’nın Gizli Tarihi’nin savaş sonrası 1950-60 yıllarını izledim. Hayretler ve şaşkınlıklar içinde… 
Adı geçen aktörlerden büyük bir çoğunluğunun adlarını, görevlerini demeçlerini, toplumsal imajlarını gayet iyi hatırlıyorum da, anlatılan olay ve yorumlar tümüyle yabancı; sanki dünya gezegeninde değil de Merih’te geçiyor olup bitenler. 
‘Gizli Tarih’ deniyor ama bu kadar gizli tutulduğunu hiç bilmiyordum. Yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada. Meğer izlediğimiz dünya gerçek değilmiş, ABD ve Batılı yandaşlarının dünya kamuoyuna vermek istedikleri mesajmış, bildiklerimiz, yazıp söylediklerimiz. 
Bugün farklı durumda değiliz, ABD’nin dünya politikasını izliyoruz VE ONUN DOĞRU VE BARIŞ İÇİN GEREKLİ VE ŞART OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUZ. Aksini düşünüp söylesek de kamuoyu yaratamıyoruz. Adaletin gücü değil, güçlünün adaleti böyle. Medya kamuoyunu yaratıyor mu aldatıyor mu? Böyle bir ortamda demokrasinin erdemi, inancı geçerli mi?.. 
Kamuoyu sanal bir kavram, onu manipüle edenler de böyle biliyor ve söylüyor. O gün olmayanın bugün yaratılması olası mı? Yoksa biz safdiller, Don Kişot’un değirmenlere saldıran silahşörlerini mi oynuyoruz? Ne dersin, Nilgün?”

Söylenecek çok şey var haliyle. Hocam haklı. En son Irak savaşında dev bir“sanal kamuoyu” operasyonuna birlikte tanık olmadık mı? Ancak bu da son kertede bir derece meselesi. Burada biz sanki her gün bir “Irak savaşı”yaşıyoruz. “Sanal kamuoyu” operasyonları ve “tepkisizlik” skalasında Türkiye sistemli biçimde rekor kırar. İnsanı çileden çıkaran da bu. 

21 Mar 2013

Silivri Gerçeği


“Artık hukuk beklentim veya arayışım yok!”
Gazeteci Gözüyle Silivri Gerçeği’nde kâğıda dökülen böyle çok sayıda ilik dondurucu saptama var. En korkunç olanı da bu: Hukuka inancın tümüyle tükenmesi…
Beş yıldır tutuklu bulunan Tuncay Özkan bu cümleyi, Basın Konseyi’nden kendisini ziyarete gelen meslektaşlara söylüyor!
Basın Konseyi üyelerinden Pınar Türenç, görüşmelerin ardından Gazeteci Gözüyle Silivri Gerçeği adlı bir kitapta toplamış…
Gazeteci ve öğretim görevlisi Türenç’in yayına hazırladığı kitap, “Silivri mütalaasının” açıklandığı gün elime geçti.
Tuncay Özkan ve yıllarca demir parmaklıklar ardında tutulan meslektaşlarımızın anlattıkları “Silivri gerçekleri”“mütalaa”nın ışığında büsbütün yüreğimi deldi.
122 sayfalık kitaptan alıntıladığım ve sizlerin de yüreğine işleyeceğini düşündüğüm tespitlerin bir kısmı şöyle: 
‘Sansürlük basın bile kalmadı!’
“Sansür yapılacak ortam bile bırakılmadı. Bir sansürlük basın bile kalmadı...”(Mustafa Balbay)

“Dışarısı çok VAHŞİ. Ben de çok KORUNAKSIZMIŞIM. Onu anladım” (Soner Yalçın)

“Burada HAYAT çok acımasız. Birbirimizin sesini duyabilmek için içerden geçen kanalizasyon deliğine eğilip birbirimize sesleniyoruz. Dışkı kokusu içinde birbirimizle konuşmaya çalışıyoruz. Bunu duyan gardiyanlar geliyorlar, susun diye ikaz ediyorlar.” (Barış Terkoğlu

Dostoyevski, Suç ve Ceza’da, cezanın suçlu açısından kanun koyucunun zannettiğinden daha az korkutucu olduğu temasını işler; çünkü suçlu, işlemiş olduğu suçun vicdan azabıyla cezayı psikolojik olarak talep eder. Adli suçlu pişmanlıkla ruhunu arındırma yolunu kabullenir. Siyasi tutuklular içinse pişmanlık öğesi yoktur. Siyasi tutsaklar için ceza, inançlarının ve mücadelelerinin zorunlu bir diyeti olarak görünür. 

Cezayı ne suçluluğunun kefareti, ne ideallerinin bedeli olarak görenler içinse sonuç cezaevinde ölmeye kadar giden bir ruhsal bunalımdır. Ergenekon tutuklularından sağlam girip kanserden veya kalp krizinden cenazesi çıkanların durumunu bu şekilde değerlendirmek gerektiğine inanıyorum.”(Sait Çakır
Nane ve yeşil hasreti
“Tuncay Özkan ile kantinden nane alıyoruz. Salata yapıp yiyoruz. Yeşile hasretiz. Nane saplarını saatlerce seyrediyoruz. Nane saplarını su şişesine koyup büyütüyoruz. Nane sapları bizim en büyük yeşilliğimiz oluyor.” (Barış Terkoğlu

“Buraya giren çıkamıyor… Mücadele olmadan da çıkılacağını düşünmüyorum.” (Mehmet Perinçek)

“Bunların siyasi dava olduğunu herkes biliyor. Suç yok, dava var. Davalar da devam ediyor.” (Yalçın Küçük)

“Cezaevinde en kötü durum zamanın geçmek bilmemesi. Günleri sayıyor olsanız da zamanın adeta durmuşçasına ağır yol aldığına hayret ediyorsunuz sürekli. Hele bir de kriminalize edilmiş bir geçmişle, ne zaman biteceğinibilmediğiniz bir geleceğin içinde şimdiki zamanı yaşıyorsanız, bilmediğiniz bir sürecin bitmesini bekliyorsanız ne yapsanız nafile.” (Ahmet Şık)
Silivri’de kadın olmak
“Burada her şey sadece tecridi çağrıştırıyor, hayatı değil. İnsanların kendilerine şunun ya da bunun niçin yapıldığını anlayamama durumunda bırakılmasıdır (ve) bir derin devlet politikasıdır tecrit. Araştırılsa.. geçmişte olanlar biraz hatırlansa görülecek… Adalet duygusu bellek ve hatırlama ile, adaletsizlik ise unutma ile nasıl da yakından ilgili.” (Ahmet Şık)

“10 bin kişilik Silivri bir erkek cezaevi, benimle beraber toplam üç kadındık. Tüm düzen erkeklere göre kurulmuş…TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’na bağlı.. rapora göre ‘(cezaevinde) sadece su ve akustik sorunu var’. Ankara’da ciddi bir ‘akustik sorunu’ olduğu ortada. Gerçekler duyulmuyor, görülmüyor.” (Müyesser Yıldız)

“İnsanlar hukuksuz bir şekilde hapse atılıyor, yıllarca içerde kalıyorlar. Savunma hakları yok. Bundan büyük işkence olur mu? Ardından koşullar geliyor. Tecrit en büyük sorun.” (Barış Terkoğlu)
Göçmen kuşlara özenmek
“Çok kez söylenir ‘tecrit uygulanıyor’ diye, ama yatmayan tam anlamaz ne demektir o… Tecrit nedir biliyor musunuz, avluya çıktığınızda gördüğünüz bir avuç gökyüzündeki göçmen kuşlara özenmektir…” (Barış Pehlivan)

“Sizin üzerinize hiç kilit vuruldu mu? Silivri, en başta, demir kapı demektir. Hapisteki ilk gün, demir kapı üzerinize kapanıp kilitler şangur şungur kilitlendiğinde, bir kıstırılmışlık duygusuna kapılırsınız.” (Coşkun Musluk)

Yemekler, çamaşırlar, hijyenden falan artık hiç söz etmiyorum.
Bugün Dünya Şiir Günü. “Silivri Gerçeği”nin ayrılmaz parçasına dönüşen Nâzım’ın muhteşem dizeleriyle bitirelim yazıyı:
“Bugün pazar. / Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar. / Ve ben ömrümde ilk defa / gökyüzünün bu kadar benden uzak / bu kadar mavi / bu kadar geniş olduğuna şaşarak / kımıldamadan durdum. / Sonra saygıyla toprağa oturdum, / dayadım sırtımı duvara. / Bu anda ne düşmek dalgalara / bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım. / Toprak, güneş ve ben... / Bahtiyarım.”
21 Mart 2013 - Cumhuriyet

7 Şub 2013

Federasyon, Yerelcilik, Özerklik Üzerine


Türkiye’de uzunca süredir devletin yeniden yapılandırılması konuşuluyor…
Bazen açık, bazen üstü kapalı olarak yürütülen bu tartışma, kâh başkanlık sistemi çerçevesinde, kâh Kürt dilinin kullanımı ile Kürt sorunu, kâh yeni anayasa önerileri kapsamında ortaya atılıyor. Ve sürekli bölük pörçük, kenarından köşesinden sürdürülüyor. Çoğu defa ağızlarda gevelenerek ifade edilen meramın her halükârda yerelleşme yönünde atılmak istenen adımlar olduğu anlaşılıyor...
İspanya, 1970’ler sonu ile 80’ler başında Avrupa’da yaşanan en büyük yerelleşme reformunu gerçekleştirdiği için bu bağlamda çok özgün bir örnek teşkil ediyor.
Ülkenin demokrasiye geçiş süreci kapsamında bu örneği yerinde izlemiş olduğum için, İspanya tecrübesinden çıkarılacak derslerin bizim için önemli olduğunu düşünüyorum.
Adı konmadan tartışılan, bu yüzden tam neyin tartışıldığı her zaman pek belli olmayan, Türkiye’nin devlet reformu projeleri konuşulurken, İspanya’nın dünü ve bugününe bakmakta yarar var.
İspanyollar hangi niyetle yola çıktılar ve bugün “yerelleşmede” nerelere vardılar?
İspanya’ya yaptığım son gezide kavramaya çalıştığım başlıca konulardan biri de bu oldu. Beklemediğim ölçüde çarpıcı saptamalarla karşılaştım. Değerlendirmeler tersine dönmüş desem yeridir.
Demokratikleşmenin olmazsa olmazı” sayılan yerelleşme ve yerinden yönetimler, egoizmi beslediği”, “eşitlik” ve de dayanışma” duygularını zedelediği için neredeyse bugün demokrasinin düşmanı sayılmaya başlamış…
Demokratikleşme namına tartışılmaz addedilen “yerelcilik” ile “özerk devlet modeli” her halükârda tartışmaya açılmış…
Sırayla gidelim…
Demokratikleşmenin bayrağıydı
Benim İspanya’da yaşadığım 80’lerde, bölgesel özerklik getiren demokratik 1978 anayasası yeni geçmişti. Fueros” adı verilen tarihi haklara sahip Basklarla Katalanlara ayrıcalık yapmamak için; Franko faşizminden demokratik devlete geçilirken İspanya’nın 17 bölgesine birden özerklik verilmişti.
Gerçekte her birinin ayrı parlamentoları ve başkanları olan bu özerk bölgeler, bildiğimiz federal devletlerden başka bir şey değildi. Üniter yapıyı korumak hassasiyetini gösteren ve bu hassasiyet uğruna darbe yapmaktan çekinmeyecek olan askerleri kızdırmamak için jargonda federasyon” yerineözerk topluluklar” deyimi yeğlenmişti.
Özerkliklerin” bizatihi mimarı olan “demokrasiye geçiş dönemi” başbakanı Adolfo SuarezCumhuriyette yaptığımız (6-8/1/1985) tarihli söyleşisinde konuyu, Özerklik sorunu, başlıcaları Bask ülkesi ve Katalonya olmak üzere, yüzyıllar öncesine uzanan bir sorun” diye anlatmıştı:
Benim işbaşına geldiğim 1976da tüm siyasi güçler tarafından hissedilen bir sorundu bu. O yıllarda sokaklarda işitilen sloganlar özgürlük, siyasi af ve özerklikti. Özellikle Bask ülkesi ve Katalonyada yüzyıllar boyunca sorun olmuş özerkliklere çözüm aramak gerekiyordu. Özerk yönetimde devletin, merkeziyetçi yönetimden daha etkin çalışacağına inanıyordum. İspanyanın birliği ve bütünlüğüne inancım sonsuz olmakla birlikte özerklikleri tanımanın kaçınılmaz olduğunu, karar mercilerini vatandaşlara yakınlaştırmanın etkin yönetim için şart olduğunu düşünüyordum.
Sadece sistemin yaratıcısı Suarez’le değil, o yıllarda İspanya’da kiminle konuşsanız, ademi merkeziyetçilik” ve “özerklik” hakkında alınan yanıtlar, üç aşağı bir yukarı bunlar oluyordu. İspanya’nın modernleşmesi, otoriter geçmişinden kurtulmasının tek yolu, cafe para todos / herkese bir kahvediye tabir edilen 17 bölgeli bu özerklik sistemiydi…
Madalyonun öbür yüzü
Ekonomik kriz ve Katalan bağımsızlığı talepleriyle bugün çok ağır baskı altında olan Madrid’de, bu söylemler ters yüz edilmiş.
Özerklik” lafını telaffuz ettiğinizde, demokrasiye geçiş yıllarının en büyük hatası oldu demekten çekinmeyen sol entelektüellerle bile karşılaşabiliyorsunuz.
Şikâyetlerin ortak dayanak noktası, sistemin bölgesel dayanışmayı ortadan kaldırmasından” başlıyor; merkezdeki yoz politikacıları yerelde klonlamasına”, dolayısıyla yolsuzluk”, “rüşvet” ve yozluğu” çarpan etkisiyle katlamasına varıyor...
Vatan, millet, Sakarya, ulusun bütünlüğü dışında, en önemli sıkıntı bu: Kaynak darlığı.
Bölgelesel parlamentolar ve yönetimler, bölgesel dillerin kullanımı, çok masraf isteyen, büyük bürokrasiler gerektiriyor” diyor özerkliği eleştiren İspanyollar ve devam ediyorlar: Vergiler artarken, refah devleti, sağlık, eğitim kalemlerine harcanması gereken paralar, birer derebeyliği andıran bölgesel yönetimlere gidiyor. Bölgesel idarelere eş dost, fuzuli personel dolduruluyor; bunlar merkezle üst üste çakışan işler yapıyorlar, merkezi ve bölgesel yetkiler gereksiz bağlamda birbiriyle örtüşüyor, vergilerden alınan paralarla bölge yönetimleri sonra yurtdışında ne işe yaradığı belli olmayan temsilcilikler açıyorlar, kendi yağlarıyla kavrulamayıp üstüne bir de merkeze borçlanıyorlar…”
AB kaynakları daralıp krediler suyunu çekince, demokratikleşme bayrağıolarak görülen yerelleşme” ve “özerklikler” böyle birden tukaka oluvermiş. Duyduğum şeylere inanmakta zorluk çektim.

Düşünür Fernando Savater: ‘Özerklikle Milliyetçilik Yumuşamadı, Bilendi’Fernando Savater’i Vikipedi; “İspanya’nın yaşayan en popüler filozofu ve deneme yazarı” olarak tanımlıyor.

Ayrılıkçılık sorunları ile özerklik meselesine harcadığı özel mesai ile tanınan Savater’i, Cumhuriyet için Madrid’de bulduk. Ayrılıkçılık, bölgecilik ve bölgesel milliyetçilik konularını “fırsatçı bir hastalık” olarak tanımlayan tanınmış yazar; bu hastalığın “zayıflayan organizmalara saldırdığını”, İspanyol devletinin de“zayıflayan bir organizma olarak şu anda saldırı altında” olduğunu söylüyor.
Ülkesi İspanya’da kitapları satış rekorları kıran, Türkçeye de “Oğluma Ahlak Üzerine Öğütler” isimli bir eseri ile çevrilen İspanyol solunun ünlü düşünürüyle Madrid’de kitapları ile çevrili evinde gerçekleştirdiğimiz söyleşi şöyle: 


- Geçen 30 yılın sonunda, demokrasiye geçiş sürecinde kurulan özerklik sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Özerklikler yenilgi mi oldu, başarı mı?

“Bir bilanço yapmak mümkün ama bu siyah-beyaz bir bilanço değil. Özerklikler her şeyden önce milliyetçilik ateşini söndüremedi. Bir ‘özerklikler devleti’ oluşacağına, ortaya çıkan devlet; ‘milliyetçilikler devleti’ oldu. Murcia ile (Portekiz sınırındaki) Ekstramadura gibi milliyetçiliğin esamesinin olmadığı yerlere bile milliyeçilik bulaştı. Bask, Katalonya gibi özerk bölgelerin,‘milliyetçilik tehdidi’ ile ayrıcalıklar aldığını gören öteki bölgeler de; ‘Bizim de özelliklerimiz var. Biz de ayrıcalık isteriz’ demeye başladılar. Etkin olmayan merkezi devleti, özerklikler, ademi merkeziyetçileştirdi. Yerel hükümetlerin devreye girmesiyle unutulan köşelerin de ilerlemesini sağladı. Ancak bu çok pahalı bir sistem oldu ve krizde bize ağır bilanço çıkardı. Almanya dahi‘eyalet/lander’leri sorgularsa, gerisini siz düşünün.” 
Özerklikler problem oldu
- Almanya’da böyle bir tartışma mı var?

“Eski Alman Cumhurbaşkanlarından Johannes Rau, son konuşmalardan birine, ‘lander’leri idame ettirmenin güçlüğünden söz etmişti. Sistemin ekonomik yükü ve federal yasaların farklı eyaletlerce sürekli veto edilmesinden yakınmıştı. Almanya ki zengin ve çok örgütlü bir ülke, yakınırsa; İspanya gibi kötü örgütlenmiş ve etkin olmayan bir ülkeyi varın siz düşünün. Özerklikler problem haline geldi.” 
Resmi dil ‘out’, tedrisat bölündü
- Nasıl problem?

“Örneğin eğitim sistemi problem oldu. Bugün İspanya’nın 17 özerk bölgesinde 17 tedrisat var. Her bölgenin tedrisatı ayrı. Bazı bölgelerde ‘resmi dil İspanyolca’ ile eğitim yapılamıyor. Avrupa’da başka böyle bir ülke yok.”

- Katalonya’da İspanyolca tedrisat yapılamıyor galiba!

“Katalonya’da yapılamıyor. Bask’ta, (Portekiz’in kuzeyi) Galisya’da, (Akdeniz adaları) Balear’da zorlukla yapılıyor. Çocuklarının İspanyolca öğrenmesi isteyen velinin, bu hizmeti alabilmesi için paralı okul seçmesi lazım. İngilizceyi orada çocuk nasıl öğreniyorsa; İspanyolcayı da öyle öğreniyor. (Özerk) Kamu okulları bu hizmeti vermiyor.”

- İspanyolcayı çocuk nerede öğreniyor bu durumda?

“TV ve sokakta! Aynı şey değil tabii. Ama ‘İspanyolca nasılsa hâkim dil. Okulda yerel dili öğrenecek!’ diye diretiyorlar. O zaman aritmetiği de öğretmeyelim. Alışveriş yaparken nasıl olsa aritmetik öğrenilmiyor mu? Böyle mantık olur mu? Ama işte oluyor.”
Yetkiyi geri almak mücadelesi
- Geriye dönseniz, özerklikte nereye dek giderdiniz?

“(Sosyalistlerden kopan) İlerleme ve Demokrasi Birliği adlı partiyi (2007’de) kurduğumuzda, isteklerimizden biri devletin, özerkliklere devrettiği yetkilerin bazılarını geri almasıydı. Özerk bölgeler, devletin ademi merkeziyetçilikle daha iyi çalışması için kurulmamış mıydı? Bu neticeye ulaşılmadığına göre mantıklı olan eğitim gibi bazı yetkilerin geri alınması...” 
Geri dönüş zor
“Ne var ki milliyetçilik tüm özerk bölgelere yayıldığında, geri dönüş olanaksız oluyor. Tavizler, alanın yanında kalıyor. Üstüne hep daha çok isteniyor. Bunun geri dönüşü yok. Hiçbir yolcunun olmadığı, kervan geçmez yerlere hızlı tren istasyonu yapıyorlar. Uçakların inmediği kuş uçmaz yerlere havaalanı konduruyorlar. Profesör ya da öğrencinin bulunmadığı, beş bin nüfuslu kente üniversite yapıyorlar. Milyarlar havaya gidiyor. Niye? ‘O özerk bölgede var. Bende de olacak!’ deniyor. Mantık bu.” 

- Merkezi devlet etkin olmadığı için özerklik yeğlendi, dediniz başta. Ama ademi merkeziyetçilikte de benzer şekilde etkinlik sorunu çıkıyor demek…

“Evet değişmeyen tek gerçek, etkin olmamak… Bazılarının rüyası özerkliklerle bu sorunu aşmaktı. Ama ‘İspanya devletini’ de korumak istiyorlardı. Hedef 17 devlet yaratmak değildi. Biz yalnızca daha iyi bir yönetim istiyorduk. Özerklikten çıkarılan dersle bugün söylenecek şey, bazı yetkilerin geri alınmasıdır.”
Sürecek.

‘Sol, Bütünlüğü Savunmalı’

“İspanya’nın en popüler filozofu” Fernando Savater’le Madrid’de kitaplarıyla çevrili evinde sohbet ediyoruz.
Denemeler, tiyatro oyunları, roman, öykülerden oluşan 50’nin üstünde eseri olan, İspanya’nın prestijli sosyal-siyasi analiz dergisi “Anahtarlar/Claves”i yöneten ve “El Pais” gazetesine yazılar yazan İspanya’nın ünlü düşünce adamı; bir Kolombiya gezisi öncesinde beni evinde kabul ediyor.
Söz Kolombiya’dan açılınca; Kolombiyalı yazar Garcia Marquez’i anmadan edemiyoruz. Savater, “Alzheimer” yüzünden artık yazamayan ünlü yazarla en son bir yemekte buluştuğunu, ancak koca Marquez’in yemekte uyuyakaldığını anlatıyor…
“İspanya’nın iki büyük baş belası var: Biri Katolik kilisesi, diğeri de ayrılıkçı yerelcilik ve milliyetçilik” diye konuşan Savater’le görüşmemizin devamı şöyle:
‘Ortak aidiyeti yitirdik’
- Bask, Katalan sorununda gelinen nokta nedir?

“İkisi de giderek bileniyor. Katalonya’da da, Bask bölgesinde de çoğunluk ayrılıkçı değil. Ama (yerel) milliyetçiler çok faal. Ekonomik krizden istifade ederek Katalonya’da sürekli ‘Biz İspanya ekonomisine aldığımızdan çok veriyoruz’ propagandası yapıyorlar. Oysa böyle bir şey yok. Vergileri, bölgeler değil vergi mükellefleri öder. Zengin mükellef, Katalonya’da da, Endülüs’te de çok öderken, fakir az öder. Gerçek şu ki biz ‘bien comun’deyimiyle ifade edilen ‘kamu yararı, ortak refah, ortak değerler ve ortak aidiyet’i yitirdik. ‘Bien comun/ortak yarar’ dendiğinde bu hemen Frankist, diktatoryal bir çağrışım yapıyor. Frankizmin bir mirası bu. Franko sürekli‘İspanyol bayrağı’ ve ‘bölünmez bütünlük’ten söz ettiği için, bu kavramlar aşındı. Biz solda belli bir kesim.. (iç savaş öncesindeki) Cumhuriyetçi İspanya’nın da ‘ortak bir İspanya fikrini’ savunduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Cumhuriyetçiler evet, demokratik, çoğulcu bir İspanya’yı savunuyorlardı ancak savundukları İspanya ‘bir İspanya’ idi; ‘50 İspanya’ değil. 1931’deki Cumhuriyet anayasasında ‘yerel dillere saygı duyulacaktır, resmi dil tektir’deniyordu. Demokratik 1978 anayasasında da ‘bölgesel dillere saygı duyacağız’ ifadesi kullanılırken aynı tutum yansıtılıyor. Ancak bu yapılırken kimse ortak dilin yok edileceğini varsaymamıştı...”
Bölgesel şantaj
- İspanya’da ayrılıkçılık tehdidi var mı?

“Bölgeler arası karşıtlaşma yeterince büyük rahatsızlık zaten. Katalanların, diğer bölgelere kendilerini soyuyorlarmış gibi bakmaları, ülke gerisinin de onlara hasmane yaklaşmaları yeterince sevimsiz. Kopmayla sonuçlanmasa bile, bu artık içimize girdi bir defa. Üstüne sürekli ‘Şunu bana vermezsen giderim haa!’ şantajı eklenince; durum hepten tatsızlaşıyor. ‘Üstüme şunu yapmazsan, kariyerini bir boşanma davasıyla yıkarım’ tehdidi savuran çiftler gibiyizBask ülkesi küçüktür. Ayrılsa da tek başına var olamaz. Fransa yanındaki Basklarla bütünleşmesi gerekir ki bu zor. Ancak Katalonya başka. İspanya Katalonya olmadan var olamaz. Katalonya büyük bir endüstriyel güç. Nüfusu da 6 milyon. Az değil.” 

- Yani kopma tehdidi var, öyle mi?

“Ee var tabii. Yakın dönemde olmasa dahi var!”
- Ama baskın görüş bunun kolay olmadığı, AB’ nin buna yeşil ışık yakmayacağı şeklinde...
“Doğrudur. Hukuken kopuş olanaksız. Katalanlar bunu tek taraflı yapamaz. Bir birlikteyseniz, birliği bozmak için tüm diğer üyelerin de rızasını almanız gerekir. Dolayısıyla konu (referandumla) sadece Katalanlara sorulamaz. İspanya genelinde referandum yapmak gerekir. Tek taraflı referandum ise legal olmayacağı için muhtemelen Avrupa bunu kabul etmez. Ancak bir kez ok yaydan çıkınca, böyle şeylerin nasıl biteceği belli olmaz.” 
Sol için kötü dönem
- İspanya’da ben Felipe Gonzalez’in parlak zafer dönemlerinde yaşadım. O Felipe sosyalizminden geriye ne kaldı?

“O günler geride kaldı. Sol, her yerdeki gibi kötü bir dönem yaşıyor. Zira bir başınıza konulara hâkim olmanız mümkün değil, genel bir çerçeve var. Bu sebeple solun bugün devrimci söylemlere sahip çıkması olanaksız. Daha iyi yönetim, siyasi yozlaşmaya karşı şeffaflık, kamu hizmetlerine ağırlık vermek, eşitliği önemsemek gibi konulara bugün odaklanabilir sol.” 

- Az mı?

“Değil tabii. Kamu hizmeti, ekonomik kaynakların yeniden dağıtılmasından başka bir şey değil. Güney Amerika’ya sık seyahat eden bizler, bunu net görüyoruz. Güney Amerika’da toplu taşımacılık yok. Bogota periferisinde yaşayan biri, şehre otobüsle gidip gelemediği için metropolde çalışmak şansına sahip olamıyor. Solun tüm bunları önemsemesi gerekiyor. Ancak (gelişmiş) İspanya’da durum farklı. Burada solun o eski gücü yok. Halkın coşkulu desteğini sol arkasında bulamıyor. Tutkuları yeniden harekete geçirmek için demagojik biçimde yerel milliyetçiliklere yanaşıyor. Ancak bu da partiyi batırıyor. İşbaşındaki muhafazakâr Rajoy hükümetinin kemer sıkma politikalarından ötürü destek yitirdiği dönemde, sosyalistler çıkış yapamıyor.”

- Neden?

“Ülkenin nabzını tutamıyorlar. Başbakan Rajoy krizin üstesinden gelemiyor ama (eski sosyalist başbakan) Zapatero İspanya’nın krize girdiğini dahi fark etmemişti. İnsanlar bunu unutamıyor. İspanya’da çoğunluk, monolitik/tek kalıptan çıkmış bir merkeziyetçi ülke arzu etmiyor. Ama aynı çoğunluk ülkeyi de yitirmek istemiyor. Uyumla bütünleşen bir ülke istiyorlar. Sol, bu bütünleşmeyi yaratmanın mücadelesini vermeli.”

Siyasetçi Filozof Fernando Savater:‘Sol Yerine Tercihim İlericilik’

“21. yüzyılda sağ-sol şablonundan çıkıp, ilericiliği, gericiliği tartışmamız gerekiyor” diyor, Madrid’de Cumhuriyet için görüştüğümüz İspanya’nın tanınmış düşünürü Fernando Savater. 
Savater’in kurucuları arasında bulunduğu İspanya’nın yeni “İlerleme ve Demokrasi Birliği” partisi, kendisini böyle “ilerici” bir parti olarak tanımlıyor.“Eşitlik”, “özgürlük”, “laiklik” söylemlerini vurgulayan parti; düşünürün söz ettiği “Aydınlanma değerlerini hayata geçirmek” misyonu ve ayrılıkçı milliyetçiliğe taviz vermeyen duruşu ile öne çıkıyor. Kısa sürede İspanya’nın 4. partisi olan partinin, parlamentoda 5 milletvekili bulunuyor.
50’nin üstünde eseri ile sadece düşünce düzleminde değil, siyasi platformda da aktif olan felsefe profösörü Savater; “Demokrasilerde” diyor; “siyaseti sadece o an için hükümette bulunanlara bırakamayız. Hepimiz siyasetçi olmak zorundayız. Sen politikaya bulaşmazsan, er geç politika sana bulaşır!”
ETA’nın ölüm listesinde olduğu için yakın zamana dek korumalarla gezen Savater ile görüşmemizin gerisi şöyle: 

‘Ayrılıkçılığa destek gericiliktir’

- Solun geleceği var mı? Sol için bir gelecekten bahsedebilir miyiz?

“İlerleme ve Demokrasi Birliği adlı partiyi (2007’de) kurduğumuzda ben sol yerine ‘ilericilik’ten söz etmeyi yeğledim. 21. yüzyılda, gerici bir sağ olduğu gibi gerici bir solun da olduğunu biliyoruz. Castro ya da Chavez için‘ilericilik’ kriterleri uygulamak anlamsız olduğu gibi sağda da icabında ilericilik bulunabilir. Anayasacılık örneğin Alexis Tocqueville gibi sağ kesim isimlerden gelmiştir. Sol ilericiler beri yandan kadın-erkek eşitliği, işgücü haklarının korunması, çalışma saatlerinin azaltılması gibi konulara odaklaşmışlardır. Solda olduğu gibi sağda da sonuçta ilericilik olabilir. Gericilik/reaksiyonerlik, sağda olduğu gibi solda da barınabilir. İspanya solunun gericiliği örneğin ayrılıkçılık ve (yerel) milliyetçilikleri desteklemesidir. Bu nedenle sağ-sol şablonundan çıkıp, ilericiliği, gericiliği konuşmak lazım.”

‘İlericilik, Aydınlanmanın uygulanması’

- Günümüz için ilericilik tarifiniz nedir?

“Ne desem bilmem ki… Tek bir formül olduğunu düşünmüyorum. Üzerine bir kitap yazılabilir. Sanırım son kertede ilericilik Aydınlanma ideallerinin uyarlaması oluyor. Aydınlanma, eğitimdir ve bu tabii laikliktir. Bu, fırsat eşitliği arayışı da demektir. Kamu hizmetleri, azınlıklara ayrımcılık yapmamak gibi şeyler gene hep ilericiliğin unsurlarıdır. Gerici, reaksiyoner değerler; bunların ters yönünde gider.” 

Öfkeliler demokrasi folkloru

- Madrid’in iki yıl önceki ‘öfkeliler’ hareketinden geriye ne kaldı? Puerta del Sol meydanının protesto eylemlerinden söz ediyorum…

“Bir ülkede 6 milyon işsiz varsa, o ülkede öfkelilerin olması doğaldır. Ancak öfkeli eylemlere katılan aynı insanlar, kriz öncesinde sistemden memnundu ve apolitikti. Yaşamım okullarda gençlerle konuşmakla ve onları siyaset üzerinde daha duyarlı olmaya uyarmak için geçti. Gençlere hep, ‘Demokratik bir toplumda yaşıyorsak, siyaseti sadece hükümette bulunan insanlara bırakamayız. Hepimiz politikacı olmak/politika yapmak durumundayız’diyordum. Kimse bu uyarılarıma kulak asmıyordu. ‘Politika’ eski kafaların işi, diyorlardı. Kriz öncesinde herkes kendisini milyarder hissediyordu. Herkes ikinci evini almak peşindeydi, bankalardan nasıl geri ödeyeceklerini bilmedikleri çılgın krediler alıyorlardı. Derken İspanya ‘balonu’ patladı. Birlikte batıldı. O zaman herkes bir anda ‘sistem karşıtı’ oldu. Hayatta politikayla iştigal etmemiş insanlar, ‘siyaseti’ ve siyasetçileri suçlamaya başladı. Bu öfkeyi anlıyorum ancak işlerin bu noktaya gelmesinde yurttaşların payı yok mu? Puerta del Sol, ilginç bir andı. İnsanlar bir araya gelip tartışmaya, konuşmaya başladı. Sonuçta TV seyretmelerinden iyidir...”

- Hepsi bu mu? Politik duyarlılıkta artış olmadı mı?

“Keşke olmuş olsaydı. Yalnızca sosyal ağlarda varlık gösteren, kendisini ‘X partisi’ olarak tanıtan bir internet partisi ortaya çıktı. (İnternet eylemleriyle tanınan) ‘Anonymous’ gibi biraz... ‘Modernlik formatı yaratıyoruz’ havasında yapılan bir nevi demokrasi folkloru bunlar. 

Hakları yitirmek korkusu
- İspanya krizinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? 
“Sorunun çözümü hakkında fikrim yok. Çünkü sorun yalnız bir İspanya problemi değil. Kredilerde Avrupa ve Almanya’ya bağlıyız. Kemer sıkma politikaları korkunç oldu. Bütün kamu hizmetleri çözülüyor. Sağın en reaksiyoner/gerici kesimleri; sağlık, eğitim gibi kamu hizmetlerine saldırmak adına krizi kullanıyor. İnsanlar daha kolay işten çıkarılıyor. Şirketler bu vesileyle istemedikleri elemanlarını eliyorlar. Kriz geride kaldığında, haklarımızın ne olacağını bilmiyoruz. O kazanılmış haklar geri alınabilecek mi bilmiyoruz. Gördüğüm en önemli sorunlardan biri bu.”
Sürecek.