AB’den üst düzey bir yetkili yıllar önce bana; “Türkiye ve Avrupa arasındaki temel fark nedir biliyor musunuz?” demişti: “Kamuoyu! Kamuoyu, Avrupa toplumlarının can damarıdır. Sizde kamuoyu yok.”
Bu sözleri duyduğumda irkilmiş ve kızmıştım. İndirgemeci bir oryantalizmle muhatabımın “Türkiye’yi küçümsediğini” düşünmüş saf saf savunmaya geçmiştim: “Amma yaptınız!” gibiler den bir şeyler söylemiştim: “Siyasi yelpazenin değişik kesimlerine seslenen işte şu kadar gazete, bu kadar görsel medya var. Şunca sivil toplum örgütü de cabası vs…” diye akıl sıra ayar vermiştim.
Ne var ki “süreç” başladığından beri hep yıllar önce Brüksel’de yaptığım bu konuşma hatırıma geliyor. “Türkiye’de kamuoyu yok!” diyen AB görevlisi yerden göğe haklıymış, demekten kendimi alamıyorum…
“Türk ulusu” ve “Türkiye Cumhuriyeti”nin adının bile son kertede değiştirilmesi gündeme gelirken kamuoyundan kayda değer bir çıkış gözlemlenmiyor. “İmralı” pazarlıklarının kapsamını, içeriğini bilmek, öğrenmek konusunda ısrarlı tepkiler gelmiyor.
Ülkenin kimliğini, kişiliğini, birliğini, beraberliğini, kuruluş ilkelerini ve geleceğini ilk elden ilgilendiren en can alıcı konularda dahi bunca sessiz ve tepkisiz kalınırsa; “kamuoyu” denen olgu başka hangi alanlarda kendisini gösterir kestirebilmiş değilim.
Bu sözleri duyduğumda irkilmiş ve kızmıştım. İndirgemeci bir oryantalizmle muhatabımın “Türkiye’yi küçümsediğini” düşünmüş saf saf savunmaya geçmiştim: “Amma yaptınız!” gibiler den bir şeyler söylemiştim: “Siyasi yelpazenin değişik kesimlerine seslenen işte şu kadar gazete, bu kadar görsel medya var. Şunca sivil toplum örgütü de cabası vs…” diye akıl sıra ayar vermiştim.
Ne var ki “süreç” başladığından beri hep yıllar önce Brüksel’de yaptığım bu konuşma hatırıma geliyor. “Türkiye’de kamuoyu yok!” diyen AB görevlisi yerden göğe haklıymış, demekten kendimi alamıyorum…
“Türk ulusu” ve “Türkiye Cumhuriyeti”nin adının bile son kertede değiştirilmesi gündeme gelirken kamuoyundan kayda değer bir çıkış gözlemlenmiyor. “İmralı” pazarlıklarının kapsamını, içeriğini bilmek, öğrenmek konusunda ısrarlı tepkiler gelmiyor.
Ülkenin kimliğini, kişiliğini, birliğini, beraberliğini, kuruluş ilkelerini ve geleceğini ilk elden ilgilendiren en can alıcı konularda dahi bunca sessiz ve tepkisiz kalınırsa; “kamuoyu” denen olgu başka hangi alanlarda kendisini gösterir kestirebilmiş değilim.
Korku toplumunda ‘akil’ olmak
Gözlerimin önüne Apo’nun İmralı’da yargılanış sürecinde ortaya konmuş olan sözüm ona bazı “kamuoyu davranış” biçimleri ve tepkileri geliyor.
1999 baharında Öcalan İmralı’da yargılanmaya başladığında, şehit anaları yollarda göbek filan atmaya kalkmışlardı. Birilerinin yukardan bir düğmeye basmasıyla harekete geçtiği izlenimi veren bu “göze göz dişe diş” isteyen tepkiler; bir süre sonra gene bir düğmeye basılmasıyla bıçak gibi kesildi.
Bu defa da basılan yeni bir düğmeyle “süreç” ve “süreci anlatacak”(!) büyük“akil adamlar” operasyonu başlatılıyor.
Türk kamuoyu, dün olduğu gibi bugün de kritik tüm dönemeçlerde yapılageldiği üzere yalnızca yukardan aşağı biçimde, tepeden yönlendiriliyor.
Ve tereyağından kıl çekercesine -tabiri caizsse- biçimlendiriliyor.
Dün ve bugün arasındaki en büyük fark; bugün ilaveten ajandada bir de“demokratikleşme”(!) iddiasının olmasıdır. AKP hükümetlerine dek yakın geçmişte hiçbir yönetimin Türkiye’de -sözümona bağlamında da olsa!- böyle bir iddiası olmamıştı!
Bu iddiaya sözde ilk günden sarılan AKP hükümetleri, kamuoyunu güçlendirmek, cesaretlendirmek şöyle dursun büsbütün onu susturup muma çevirdiler.
Bugünle geçmiş arasında tek tip düşünce ve şablon kamuoyu oluşturmak konusunda fazla fark olmamakla beraber; Türk toplumu geçmişe göre bugün çok daha fazla korkutulmuş, sindirilmiş ve pusturulmuş hal aldı.
Oysaki özgür kamuoyu oluşturulmasının önkoşulu her şeyden önce korkulardan kurtulmak oluyor.
“Demokrasi ve kamuoyu” üzerindeki çalışmalarıyla dünyanın sayılı siyaset uzmanlarından biri sayılan Giovanni Sartori’nin bilinen sözüdür:
1999 baharında Öcalan İmralı’da yargılanmaya başladığında, şehit anaları yollarda göbek filan atmaya kalkmışlardı. Birilerinin yukardan bir düğmeye basmasıyla harekete geçtiği izlenimi veren bu “göze göz dişe diş” isteyen tepkiler; bir süre sonra gene bir düğmeye basılmasıyla bıçak gibi kesildi.
Bu defa da basılan yeni bir düğmeyle “süreç” ve “süreci anlatacak”(!) büyük“akil adamlar” operasyonu başlatılıyor.
Türk kamuoyu, dün olduğu gibi bugün de kritik tüm dönemeçlerde yapılageldiği üzere yalnızca yukardan aşağı biçimde, tepeden yönlendiriliyor.
Ve tereyağından kıl çekercesine -tabiri caizsse- biçimlendiriliyor.
Dün ve bugün arasındaki en büyük fark; bugün ilaveten ajandada bir de“demokratikleşme”(!) iddiasının olmasıdır. AKP hükümetlerine dek yakın geçmişte hiçbir yönetimin Türkiye’de -sözümona bağlamında da olsa!- böyle bir iddiası olmamıştı!
Bu iddiaya sözde ilk günden sarılan AKP hükümetleri, kamuoyunu güçlendirmek, cesaretlendirmek şöyle dursun büsbütün onu susturup muma çevirdiler.
Bugünle geçmiş arasında tek tip düşünce ve şablon kamuoyu oluşturmak konusunda fazla fark olmamakla beraber; Türk toplumu geçmişe göre bugün çok daha fazla korkutulmuş, sindirilmiş ve pusturulmuş hal aldı.
Oysaki özgür kamuoyu oluşturulmasının önkoşulu her şeyden önce korkulardan kurtulmak oluyor.
“Demokrasi ve kamuoyu” üzerindeki çalışmalarıyla dünyanın sayılı siyaset uzmanlarından biri sayılan Giovanni Sartori’nin bilinen sözüdür:
“Düşüncelerini söylemeye korkanlar sonunda söyleyemeyecekleri şeyleri de düşünmemeye başlarlar” der ve ilave eder: “Bu kuralın tek istisansı, kahramanlardır!”
Kahramanlarla ne yazık ki “kamuoyu yaratılamıyor”.
“Kamuoyu”nun yaygın biçimde “sürece” (herhangi bir sürece) dahil edilebilmesi için fikir ve ifade; örgütlenme özgürlüklerinin öncelikle tam olması gerekiyor.
‘Akilleri’ sorgulayan çıkar mı?
Biz bu anlamda tersine giden bir eğilim yaşıyoruz.
Cephede düşen asker haberleri alır gibi her gün TV’lerden yeni bir habercinin eksildiğini; gazetelerde yeni bir köşenin kapandığı öğreniyoruz. Son örnek “süreçte kaleme aldığı eleştirel makaleleri”(!) nedeniyle önceki gün işten atılan Amberin Zaman.
“En büyük gazeteci hapishanesi” haline gelen bir ülke olarak Çin ve İran gibi sayılı diktatörlükleri solluyor nicedir Türkiye. Basını bırakın insanlar telefonda konuşmaya korkuyor. Pankart açan öğrenciler kolaylıkla hapsi boyluyor.
Böyle bir ülkede kamuoyundan bahsedilebilir mi?
Kamuoyu oluşabilmesi için eleştiri özgürlüğünün önünün açılması lazım. Hesap verilebilirliğin ve şeffaflığın geçerli kılınması lazım. Bunların hiçbiri yok bizde.
Ya bizde ne var? Sadece kuru propaganda özgürlüğü!
Tek seçici tarafından belirlenen “akil insanlar” bu durumda ne yapacak?
“Ne söyleyecek bunlar? Neyi anlatacaklar?” diye soruyor haklı olarakKılıçdaroğlu ve ekliyor:
“Çok güzel saygıdeğer akil insan. Ben size bir şey sorabilir miyim? Sizin çözümünüz nedir diye soracak olsa ne yanıt verecek? Benim çözümüm şudur diyebilecek mi? Bu çözüm hükümet tarafından kabul gördü diyebilecek mi?”
“Akil insanlar”, kamuoyunun olmadığı ülkede, muhtemelen inceden inceye sorguya çekilmeyeceklerini biliyorlardır. Bu hesapları çoktan enine boyuna masaya yatırmış olmaları gerekir.
Cephede düşen asker haberleri alır gibi her gün TV’lerden yeni bir habercinin eksildiğini; gazetelerde yeni bir köşenin kapandığı öğreniyoruz. Son örnek “süreçte kaleme aldığı eleştirel makaleleri”(!) nedeniyle önceki gün işten atılan Amberin Zaman.
“En büyük gazeteci hapishanesi” haline gelen bir ülke olarak Çin ve İran gibi sayılı diktatörlükleri solluyor nicedir Türkiye. Basını bırakın insanlar telefonda konuşmaya korkuyor. Pankart açan öğrenciler kolaylıkla hapsi boyluyor.
Böyle bir ülkede kamuoyundan bahsedilebilir mi?
Kamuoyu oluşabilmesi için eleştiri özgürlüğünün önünün açılması lazım. Hesap verilebilirliğin ve şeffaflığın geçerli kılınması lazım. Bunların hiçbiri yok bizde.
Ya bizde ne var? Sadece kuru propaganda özgürlüğü!
Tek seçici tarafından belirlenen “akil insanlar” bu durumda ne yapacak?
“Ne söyleyecek bunlar? Neyi anlatacaklar?” diye soruyor haklı olarakKılıçdaroğlu ve ekliyor:
“Çok güzel saygıdeğer akil insan. Ben size bir şey sorabilir miyim? Sizin çözümünüz nedir diye soracak olsa ne yanıt verecek? Benim çözümüm şudur diyebilecek mi? Bu çözüm hükümet tarafından kabul gördü diyebilecek mi?”
“Akil insanlar”, kamuoyunun olmadığı ülkede, muhtemelen inceden inceye sorguya çekilmeyeceklerini biliyorlardır. Bu hesapları çoktan enine boyuna masaya yatırmış olmaları gerekir.
“Türkiye’de kamuoyu yok!” eleştirisi yapan bir AB yetkilisinin değerlendirmesinden hareketle yazdığım son yazıda; “TC adının bile değiştirilmesi gündeme gelirken kamuoyundan kayda değer hiçbir tepki yükselmiyor. En canalıcı konularda dahi böyle sessiz kalınırsa, ‘kamuoyu’başka ne zaman kendini gösterir? Demek ki AB’li uzmanın saptaması doğru: Türkiye’de gerçekten kamuoyu yok, olan da tepeden yönlendiriliyor!”demiştim...
‘Sorun, okumayan toplum!’
“Görüşlerinize katılıyorum” diyen Çetin Yitmener; “Bir toplum kitap okumuyorsa, gazete okumuyorsa, haberleri ve tartışmaları izlemiyorsa, boş zamanlarını dizilerle ve cep telefonlarında haberleşmelerle geçiriyorsa, o toplumda gerçek ve etkin bir kamuoyu nasıl vücut bulabilir” diye soruyor, ardından devam ediyor:
“Üniversite öğrencilerinde bile üzüntü vericidir ki (günceli izleyenler) %10’u aşmıyor. Sorunun temelinde bu yatıyor. Gerisinde de eğitim... Öyle olduğu içindir ki, birilerinin düğmeye basmasıyla (kamuoyunda) hareket sağlanıyor veya hareket sonlandırılıyor…”
“Üniversite öğrencilerinde bile üzüntü vericidir ki (günceli izleyenler) %10’u aşmıyor. Sorunun temelinde bu yatıyor. Gerisinde de eğitim... Öyle olduğu içindir ki, birilerinin düğmeye basmasıyla (kamuoyunda) hareket sağlanıyor veya hareket sonlandırılıyor…”
‘Çare solu birleştirmek’
Esat Yavuztürk okurumun değerlendirmesi aynı yönde; “Tespitleriniz güzel ama, gazete okumayan toplumumuzda siz ve diğer yazarlarımızı da belirli bir azınlık okuyor. Sivil toplum örgütlerinde bile üyelerimize çağrıda bulunduğumuzda çoğu çağrıya katılmıyorlar bile. Bize karşı olanlardan ne bekliyoruz?
Toplumun yapısına baktığımızda çoğunluğun inanç şartlanması ile beyinleri kilitlenmiş… Onların şartlanmış inançlarına karşı olanlar da kötü insanlar olarak kabul ediliyor. Dinlemeyi bırakın, düşman gözüyle de bakılıyor. Yani dostu, düşmanı tanımıyorlar.
Çare... Güçlü muhalefetin kilitli kapılarını açarak (ve) tüm solu birleştirerek iktidara sahip (olmaktır). Aksi halde havanda su döveriz. Yanılıyor muyum?”
Toplumun yapısına baktığımızda çoğunluğun inanç şartlanması ile beyinleri kilitlenmiş… Onların şartlanmış inançlarına karşı olanlar da kötü insanlar olarak kabul ediliyor. Dinlemeyi bırakın, düşman gözüyle de bakılıyor. Yani dostu, düşmanı tanımıyorlar.
Çare... Güçlü muhalefetin kilitli kapılarını açarak (ve) tüm solu birleştirerek iktidara sahip (olmaktır). Aksi halde havanda su döveriz. Yanılıyor muyum?”
‘Hünkârın sözü kanun’
“Türkiye’de ‘kamuoyu’ yok değil aslında, var. TV serileri için var, futbol maçları için var, magazin basınında anlatılanlar için, dedikodu, kim nasıl yakalandı, vs. için var” diyen Reşit Resuloğlu; “Bu millet, marifeti topa iyi vurmak olan bir Brezilyalıyı karşılamak için akın akın havaalanına gider de geleceğini ilgilendiren, çocuklarının geleceğini ilgilendiren konularda kılını kıpırdatmaz” diyerek ekliyor: “600 yıl, hünkârının dediklerini kanun bilmek zorunda kalmış bir halkın torunları başka bir davranış biçimi gösteremez. Bir de iyice korkutursanız ne yapsın garibim? Gak diyene cop, guk diyene biber gazı. Zaten ‘oryantal kurnazlık, yalakalık, çıkarcılık’ kanlarında var. Gerisi vur patlasın, çal oynasın. Bakalım nereye kadar?”
‘Avrupa ister mi?’
Asiye Hanım sorumluluğu kestirmeden Avrupa’ya yıkıyor: “Bu yetkilinin Avrupası değil mi Türk hükümetlerinin eline balyozu verip te ‘kamuoyu’nun kafasına indirten?” diyor bu okurumuz: “ABD de ondan aşağı değil tabii…. Avrupa bizde kamuoyu olmasını ister mi? Olmasından ödü kopuyor zaten.”
‘Kamuoyu sanal kavram’
Sevgili Bozkurt Güvenç çok düşündürücü bir mektup yazmış. Hocam Güvenç sadece Türkiye’de değil; kamuoyunun her yerde şartlanarak yönlendirildiğini, kamuoyunun zaten “sanal” olduğunu söylüyor.
“Kamuoyu söyleminin efkâr-ı umumiye (genel fikirler) olarak bilindiği çağlardan kalma bir dinazordan, Merhaba” diyor değerli hocam; “Türkiye’de kamuoyu yok gözlemini yapan yabancı haklı. Belki var, yönlendiriliyor, dışardan ve içerden bazı güçlülerce yönlendiriliyor, hatta sanırım yönetiliyordu. Dün akşam NTV’de Amerika’nın Gizli Tarihi’nin savaş sonrası 1950-60 yıllarını izledim. Hayretler ve şaşkınlıklar içinde…
Adı geçen aktörlerden büyük bir çoğunluğunun adlarını, görevlerini demeçlerini, toplumsal imajlarını gayet iyi hatırlıyorum da, anlatılan olay ve yorumlar tümüyle yabancı; sanki dünya gezegeninde değil de Merih’te geçiyor olup bitenler.
‘Gizli Tarih’ deniyor ama bu kadar gizli tutulduğunu hiç bilmiyordum. Yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada. Meğer izlediğimiz dünya gerçek değilmiş, ABD ve Batılı yandaşlarının dünya kamuoyuna vermek istedikleri mesajmış, bildiklerimiz, yazıp söylediklerimiz.
Bugün farklı durumda değiliz, ABD’nin dünya politikasını izliyoruz VE ONUN DOĞRU VE BARIŞ İÇİN GEREKLİ VE ŞART OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUZ. Aksini düşünüp söylesek de kamuoyu yaratamıyoruz. Adaletin gücü değil, güçlünün adaleti böyle. Medya kamuoyunu yaratıyor mu aldatıyor mu? Böyle bir ortamda demokrasinin erdemi, inancı geçerli mi?..
Kamuoyu sanal bir kavram, onu manipüle edenler de böyle biliyor ve söylüyor. O gün olmayanın bugün yaratılması olası mı? Yoksa biz safdiller, Don Kişot’un değirmenlere saldıran silahşörlerini mi oynuyoruz? Ne dersin, Nilgün?”
Söylenecek çok şey var haliyle. Hocam haklı. En son Irak savaşında dev bir“sanal kamuoyu” operasyonuna birlikte tanık olmadık mı? Ancak bu da son kertede bir derece meselesi. Burada biz sanki her gün bir “Irak savaşı”yaşıyoruz. “Sanal kamuoyu” operasyonları ve “tepkisizlik” skalasında Türkiye sistemli biçimde rekor kırar. İnsanı çileden çıkaran da bu.
“Kamuoyu söyleminin efkâr-ı umumiye (genel fikirler) olarak bilindiği çağlardan kalma bir dinazordan, Merhaba” diyor değerli hocam; “Türkiye’de kamuoyu yok gözlemini yapan yabancı haklı. Belki var, yönlendiriliyor, dışardan ve içerden bazı güçlülerce yönlendiriliyor, hatta sanırım yönetiliyordu. Dün akşam NTV’de Amerika’nın Gizli Tarihi’nin savaş sonrası 1950-60 yıllarını izledim. Hayretler ve şaşkınlıklar içinde…
Adı geçen aktörlerden büyük bir çoğunluğunun adlarını, görevlerini demeçlerini, toplumsal imajlarını gayet iyi hatırlıyorum da, anlatılan olay ve yorumlar tümüyle yabancı; sanki dünya gezegeninde değil de Merih’te geçiyor olup bitenler.
‘Gizli Tarih’ deniyor ama bu kadar gizli tutulduğunu hiç bilmiyordum. Yalnız Türkiye’de değil tüm dünyada. Meğer izlediğimiz dünya gerçek değilmiş, ABD ve Batılı yandaşlarının dünya kamuoyuna vermek istedikleri mesajmış, bildiklerimiz, yazıp söylediklerimiz.
Bugün farklı durumda değiliz, ABD’nin dünya politikasını izliyoruz VE ONUN DOĞRU VE BARIŞ İÇİN GEREKLİ VE ŞART OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUZ. Aksini düşünüp söylesek de kamuoyu yaratamıyoruz. Adaletin gücü değil, güçlünün adaleti böyle. Medya kamuoyunu yaratıyor mu aldatıyor mu? Böyle bir ortamda demokrasinin erdemi, inancı geçerli mi?..
Kamuoyu sanal bir kavram, onu manipüle edenler de böyle biliyor ve söylüyor. O gün olmayanın bugün yaratılması olası mı? Yoksa biz safdiller, Don Kişot’un değirmenlere saldıran silahşörlerini mi oynuyoruz? Ne dersin, Nilgün?”
Söylenecek çok şey var haliyle. Hocam haklı. En son Irak savaşında dev bir“sanal kamuoyu” operasyonuna birlikte tanık olmadık mı? Ancak bu da son kertede bir derece meselesi. Burada biz sanki her gün bir “Irak savaşı”yaşıyoruz. “Sanal kamuoyu” operasyonları ve “tepkisizlik” skalasında Türkiye sistemli biçimde rekor kırar. İnsanı çileden çıkaran da bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder