Din dili, her toplum ve inanç biçimi için hep bir problem
olmuştur. Hikâyeler, misaller, anlaşılamayan şifreler…
Bilinen en eski dinlerden olan Brahmanizm’in sayısız kutsal
metni mevcuttur. On binlerce varak, yüz binlerce cümle… İyi bir Brahman bu
metinleri ezbere bilir. Karşılığında bir ömür… Sıradan bir Hindu’nun bu
metinleri okuyabilmesi, okuyabilse bile anlayabilmesi mümkün değildir. O kadar
karışık ve çetrefillidirler ki, anlamadan iman etmek en kolayıdır. Zaten
Hindular da böyle yaparlar. İman ederler. Kast’a da, Reenkarnasyon’a da, ineğin
kutsiyetine de…
Yahudilerde de durum farklı değildir. Kutsal metinler, Hinduizm’de
olduğu kadar olmasa da, anlam yönüyle oldukça kapalıdır. Anlamak için ömür
vermek gerekir. Misaller, teşbihler, menkıbeler… Bir Yahudi, kutsal kitapları
olan Tevrat’ı okumaz. Zira Tevrat’ı anlayacak seviyede değildir. Üst düzey
Rabbiler ne derse ona iman eder, onların kutsal metinlere dair tefsirlerini
okur. Neden Adonay’ın bu kadar öfkeli olduğunu, sürekli ceza verdiğini,
kendilerini seçmiş olmasına rağmen tarih boyu neden hep ezilen olduklarını
sormaz. İman ederler…
Hıristiyanlar ise daha zavallıdırlar bu konuda. İncili
okuyabilirler ama anlayabilmeleri için kiliseye muhtaçtırlar. Kilise babaları
olmaksızın ne doğabilirler, ne evlenebilirler, ne de ölebilirler… İyi bir Rahip
olmak için 15-20 yıl eğitim almak gerekir. İzahlar, detaylar, bitimsiz
yorumlar… İsa Aramca konuşmuştur ama en eski kutsal metinler nedense hep
Latincedir. Yani papaz değilseniz anlayamazsınız. Zaten anlayamayasınız diye
Latincedir. Kötülük neden var? Âdem’in günahını 21. Yüzyılda niçin ben çekmek
zorundayım? Tanrı neden eziyet çekme ihtiyacı hissetti? Sorma! İman et! En
değerli ve kolay olanı bu…
İslam bu dinler içerisindeki en genç olanı. Hiç değilse
peygamberinin var olup olmadığı tartışılmıyor. Dili Arapça. Ama durun bakalım.
Arapça dediysek öyle her Arapça bilenin anlayabileceği bir Arapça değil. En az
15-20 yıl Arap dili eğitimi almalısınız. Öyle ki, Türkiye’de 20 yıl Arapça
eğitimi alan bir medreseli Mısır’a gittiğinde, bir taksiciye adres sorarken o
kadar ağdalı bir Arapça ile konuşuyor ki Taksici, “sadakallahul azim” diyor
bizim mollanın ayet okuduğunu zannederek. Müteşabihat, kapalı anlamlar,
şerhler… Sormuyor veya soramıyor Allah Arapça dışında bir dil bilmiyor mu ki
ibadet dili Arapça? Madem Arapça bu kadar önemli neden hepimizi Arap yaratmadı?
Şeytan niye var? İbadet nedir? Tanrı ne ister? Âlimler ne derse iman etmeli,
vesselam…
Din Müessesesi, din dilinin anlaşılmazlığı üzerine
kuruludur. Din dili anlaşılmaz olmalıdır ki şerhe ve şarihe muhtaç olsun.
Sıradan insan Tanrının ne dediğini anlamamalıdır. Eğer metin, Brahman metinleri
gibi karmakarışıksa halk zaten istese de anlayamaz. Ama İncil veya Kuran gibi
çoğu anlaşılır metinlerse eğer, operasyon gerekir. Küçük dokunuşlarla, yer
değiştirmelerle, yazım kurallarıyla işi anlaşılmaz hale getirebilirsiniz. Hele
hermeneutik denen, dini ifadelerin yorumlanma sanatı devreye girince apayrı
uzmanlıklar ortaya çıkar. Bu ayet nasıl telaffuz edilir? Bu kelime hangi manada
kullanılmıştır? Bu ayette muradı ilahi nedir? Filanca ayet nasıl
anlaşılmalıdır? Dinlerin literatürlerine bir insan ömründe vakıf olmak mümkün
değildir. Bu sebeple sıradan insan dini metinleri anlayamaz, ne zamanı ne
şartları elvermez buna. Bu durumda ahrette cennete gitmek için din adamları
gerekli olur. İnsanlar, özellikle de en yoksullar, bu “din adamlığı müessesesi”
için varlarını yoklarını seferber ederler.
Peki, dinlerin kurucusu gerçekten Tanrı ise, neden
anlaşılmak istemiyor? Sıradan insanların kendisine inanmasını istiyor ama
onların anlayamayacağı metinler gönderiyor. Neden, ne demek istediğini düz bir
şekilde söylemiyor? Ne demek istediğini anlamak için ömür boyu gereksiz ve
bitimsiz metinler okunmak ve hatta ezberlenmek zorunda? Bunca emek verilse
dahi, gene muradı ilahinin ne olduğu konusunda bir ittihat yok. İnananlar zar
atan zavallılar gibi, birini doğru kabul ediyor ve bekliyor. Hadi sadece
semitik dinleri kabul edelim. Üç semavi din, yüzlerce mezhep, binlerce yol…
Hangisi cehennemde barbekü olmamızı engelleyecek? En kötüsü, her bir din adamı,
kendi yorumuna iman etmeyenlerin azaba duçar olacağı tehdidini de boş geçmiyor.
En acısı ise biz hiçbirinin ne dediğini anlamıyoruz.
Garantici kalabalıklar “iman et, bak dalgana” anlayışıyla
rahatlar. Ya hakikat? Hakikate talip olan ne yapacak?
Aslında Tanrı anlaşılmak istiyor. Ama O anlaşıldığında din
adamları işsiz kalacağından, kutsal adamlar onu anlaşılmaz hale getiriyorlar.
Her daim onlara muhtaç olabilmemiz için. Her insan gibi bağırsaklarında
pislikle dolaşan insanlara Tanrısal payeler biçmemiz, önlerinde eğilmemiz,
ellerini eteklerini öpmemiz için. Karıştırdıkça karıştırıyorlar Tanrıya ait ne
varsa. Eğip-büküp, tahrif edip, çelişkilerle yoğurup, zihni kusmuklarıyla
pişirdikleri din lapasını yemeye mecbur bırakıyorlar insanları. İnsanlar
Tanrının bir dile, bir dil izahçısına muhtaç olmayacak kadar apaçık olduğunu
anladıklarında bunca, insanların sırtından geçinen din adamlarını kim
besleyecek? Toplum içindeki o ayrıcalıklı statülerini hangi doktrin sağlayacak?
İnsanlık tarihi boyunca Tanrılar, dinler, kitaplar değişti. Değişmeyen tek şey
Tanrı adına söz söyleyenler topluluğu. Kendilerine bile fayda veremeyen putlar
gibi duruyorlar öylece binlerce yıldır.
Oysa aydınlanma çağında bir kısım akıllı adam, kutsal
labirentlerde kaybolmak yerine direk Tanrıyla konuşmayı seçtiler. Onun var
ettiği her nesnede onu temaşa ederek. Hakikati, çürümüş parşömenlerde değil de,
açan taç yapraklarda, Nebulalarda, insan denen âlemin, hücre denen
gezegenlerinde dolaşarak buldular. Bir yol açtılar…
Artık Tanrı peygamber göndermiyor. Kitap yollamıyor… Direk
konuşuyor… Bilim adamlarına vahyediyor hakikatin sırlarını iki kere iki dört
edercesine…
Komik olan şu ki, bu yeni peygamberlerin çoğu, dinlerin
önlerine koyduğu lapayı yemiyorlar. İnkâr ediyorlar. Her ne kadar Tanrı
nefesiyle meşgul bilim insanları, bir Tanrının var olduğuna inanmasalar da,
Tanrı onlar aracılığıyla varlığını insanlara serimliyor. Peygamberlerin kendi
dönemlerinde mücadele ettikleri din adamlarıyla, bu çağda bilim insanları
mücadele ediyor. Varoluşun nedenselliğini bir gün çözeceksek, bunu manastır
yosunları sayesinde değil, akıl ve ışık savaşçıları sayesinde çözeceğiz.
Dinlere göre bu adamlar kâfirler. Gerçi hangi peygambere
kâfir denmedi ki? Ama başta bu insanları kâfir ilan edenler olmak üzere tüm
insanlık, son üç yüz yıldır bu kâfirlerin tedavilerine uyuyor, onların
keşifleriyle ve icatlarıyla hayatlarımızı kolaylaştırıyoruz. En önde gelen din
adamları bile paralarını kâfir bankalara emanet ediyor, tedavi olmak için kâfir
tıp merkezlerine gidiyor, seyahat ederken kâfir icadı araçlara biniyorlar.
Belki de Tanrının muradının ne olduğunu anlayabilmemiz için,
Kurosawa gibi objektiflerimizi göğe tutmamız gerekecek. Direk Tanrıya ve onun
nefesiyle var olmuş Kozmoz’a.
Ortaçağ boyunca kilise babaları Tanrıyı temsilen hayatı
kontrol ediyorlardı. Ancak biryanıyla Tanrının temsilcisi olan bu adamlar,
doğal olarak insana ait tüm zaaflarla da doluydular. Kalplerinde var olan ama
yüzlerindeki din maskesi ile örttükleri her türden hırs, arzu ve kin, çobanlık
ettikleri insanlar üzerine bir zulüm sisi olarak çökmüştü. Bir insanın, insan
olmaktan öte anlam kazanmış olması yanılgısıydı bu. İnsan ama Tanrı gibi…
Din adamları, yerel Tanrılar olan krallarla işbirliği
içerisinde eğitimsiz ama imanlı kitleleri son kuruşlarına kadar sömürünce,
geriye en son kalan canlarına göz diktiler. İmanlı kalabalıkları, anlamadıkları
bir dilde ettikleri dualarla ölüme gönderdiler. Haçlı seferleri, koskoca bir
kıtanın, Tanrı adına çıldırışının beklide ilk örneğiydi. Hem Müslümanlar, hem
Hıristiyanlar yüz yıllarca birbirlerini katlettiler Tanrıyı memnun etme adına.
“Öldürmek niçin bir ibadet olsundu?” sormadan…
Bu meyanda kimse kalkıp ta, “İnsanlar birkaç din adamına
kızıp Tanrıyı mahkûm edeceklerine kendileri dini öğrenip uygulasalardı”
diyemez. Zira insanların kilise babaları olmaksızın Tanrıya ulaşa bilmeleri
olanaksızdı. Sıradan insan bırakın kutsal metinleri okuyup yorumlamayı, din
adamları olmaksızın ne doğabiliyor, ne evlenebiliyor, ne de ölebiliyordu.
Affetme dâhil, her türlü Tanrısal yetki kilise babalarına aitti. Bu halin en
önemli sebebi dinin diliydi. Kutsal metinler Latinceydi ve o Latinceyi anlayıp
yorumlamak ile ilgili eğitimi sadece manastırlarda alabiliyordu insanlar. Yani
sistem kendini koruyacak mekanizmaları da oluşturmuştu. Dolayısıyla matematik
öğretmenine gıcık olup matematikten nefret eden çocuk gibi, insanlar kiliseden
ve onun temsil ettiği Tanrıdan da nefret eder hale geldiler. Nietzsche’nin
“Deccal”ine baktığınızda, bu birikmiş öfkenin Tanrıya uzanan yolculuğuna tanık
olursunuz.
Tanrıyla olan ilişkide, insanın gönlünden başka hiçbir merci
tanımama misyonu ile gelen İslam dini, peygamberinin ölümüne müteakip
bedeviyetin verdiği sadeliği, medeni toplumların şaşaasına feda edip,
kurumsallaşan dini yapılara öykündü. Din dili öyle bir hal aldı ki, Araplar
dahi o metinleri anlayamaz hale geldiler. Kuranı anlamak için 15-20 yıl boyunca
medreselerde eğitim almak gerekiyordu. Kuran, onu açıklayan tefsirler, o
tefsirlere yazılmış şerhler, o şerhleri destekleyen daha on binlerce kitap.
Doğal olarak dine dair kisveler, organizasyonlar ve kurumlar, tıpkı
Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir sınıf oluşturdu. Anlayacağınız, İmam Ali’nin
dediği gibi “ilim bir nokta idi ve cahiller onu çoğaltmıştı”… Bunca “ilim” ile
uğraşmak, özellikle İslam ile yeni tanışmış olan göçebe Türkler için
imkânsızdı. O yüzden, yerleşik insana ait olan “okulluluk” yoksunu Türkler, kendilerine
dini öğreten adamlara iman ettiler. Anlamadıkları bir din adına Ortadünya’ya
gönderilen Cermen yığınları gibi Türkler de kılıç elde, cihat fisebilillah
fütuhata yollandılar.
Anadolu İslam anlayışında, özellikle Bektaşiliğin, uzunca
bir süre din kurumlarıyla mücadelesi olmakla birlikte, iktidarın halkı yönetme
erklerinden olan ulema, her zaman baskın gelmeyi başardı.
Endülüs güneşi batıp, yerine Avrupa’dan yeni huzmeler
belirince işler değişti. Akıl sahibi insanlar, Tanrı gibi günahları bağışlayan din
adamlarının aynı zamanda para çalan, zina eden, hırsları ve tutkuları için
çekinmeden yalan söyleyen kişiler olduğunu görünce, yani Tanrısal nitelikler
yükledikleri kişilerin düpedüz insan olduklarını fark edince, dine ve dinin
sahibi olan Tanrıya olan güvenlerini de yitirdiler. Sadece din adamlarından
değil temsil ettikleri değerlerden de soğumaya başladılar ve bu soğuma zamanla
nefrete dönüştü.
Aydınlanmacı filozoflarda karşılaştığımız teolojik nefretin
psikolojik temelleri biraz eşelendiğinde engizisyonun işkence fantezileri,
Vatikan entrikaları ve bitmek bilmez hasenat talepleri ile karşılaşılacaktır.
Tanrı, din adamlarının “Tanrının adıyla” zulmetmesine izin vermişti ve böyle
bir Tanrı, Tanrı olamazdı. Avrupa aklı dinsizleşiyor ve dinsizleştikçe Tanrıya
yakınlaşıyordu. Din adamlarına inanan toplumlar, Tanrıya inananlar karşısında
aciz kalıyorlardı.
Din adamları yok olacaklarını anlayınca yeni stratejiler
geliştirdiler. Sert suratları gülümsemeye başladı. Pazarladıkları Tanrı da gün
günden hümanist bir yapıya büründü.
Artık azapla korkutma, yerini sevgi mesajlarına bırakmış ve
din dili kendisini her dile tercüme etmişti. Ancak bir sorun vardı.
Anlaşılmazlık ilkesi nasıl sağlanacaktı?
Hermeneutik, can simidi gibi yetişti imdadına Rahiplerin.
Her ayete deruni anlamlar, yorumlar, gizemler eklenmek suretiyle egzotik bir
tiryak geliştirildi. En basit söylemlere bile deruni, mistik açıklamalar
eklendi. Yani aklın başkaldırısı karşısında ruhban sınıfı evrim geçirdi.
Farklı dinlerin din adamları, ortak düşmanları saydıkları
aklı ve bilimi alt edebilmek için savaş baltalarını gömdüler. Dinler arası
diyaloglar başladı. Zira din çarşısı kapanırsa, tüm dükkânlar iflas edecekti.
İslamcıların 80’lerin başlarında çıkardıkları dergilerin tamamının Vatikan
destekli veya menşeli olması bir tesadüfün değil, zorunlu evliliğin kanıtıdır.
Bilim ve aklın karşısına daha hümanist bir dil yerleştirildi.
Ülkemize de hemen ihraç edildi bu dil. Mevlana ve Yunus,
zamanında zındık kabul edilmişken birden yeni İslam’ın dili olarak vitrine
konuldu. Atatürk devriminin din sınıfını kaldırıp, Allah ile insan arasındaki
aracısız ilişkiyi tesis etme çabası da, maalesef, günlük siyasi çıkarlar
sebebiyle bir kenara itildi. “Tek tek insanları ikna etmektense, insanların
iman ettiği bir kişiyi ikna etmek” şeklinde bir demokrasi, pragmatik Türk
siyasetçileri için bulunmaz bir madendi ve teşvik edildi.
Seksenli yıllarda kapitalizmin vahşi yüzüyle karşılaşan
Anadolu insanı metropollere yığılıyor ve refleks olarak çocuklarını,
kapitalizmin uyuşturucu, fuhuş, kumar vs. gibi ağlarına kaptırma korkusuyla
sığınacak limanlar arıyorlardı. Bu durumu fırsat bilen din adamları organize
olmaya başladılar. Yerel ve ananevi tarikatlar ya yok oldu, ya da
holdingleştiler. Yeni cemaatler kuruldu. Artık eğitimsiz ama mazbut Anadolu
insanı için yeni bir aidiyet (asabiye) hâsıl olmuştu. Komşu ile olan dostluk,
cemaat kardeşliğine yöneldi. Akraba ile olan yardımlaşma, cemaat fertleri ile
sınırlandırıldı. Kocaman şehirlerde, kapalı klanlar halinde dindarcılık oynanmaya
başlandı.
Cemaatlerin tıpkı kiliselerde olduğu gibi vekilleri,
ağabeyleri veya halife adı verilen babaları vardı. Bu cemaatlerin ne dilleri,
ne ritüelleri alışılagelen İslam anlayışıyla örtüşmüyordu. Bu topraklarda sanki
insanlar yeni Müslüman oluyorlarmışçasına bir “Müslümanlık” yaşanmaya başlandı.
Evrim geçiren din, elbette ki yeni bir din dili de oluşturmuştu. Öncesini
anlayamayan halk, bu yeni dinin dilini hiç anlayamadı.
Alışageldiği gibi iman edip geçti. Devletin resmi kurumları
bu bağlamda halkı bilinçlendirmek yerine, küçük menfaatleriyle o kadar
meşguldüler ki, insanların, “din” adına gene insanlara iman ettiklerini fark
edemediler. Fark edenler ise ya fildişi kulelerinden tenezzül edip bir şey
yapamadı veya yaptıkları, üzerinde düşünülmeden, acelece ve günü kurtarma adına
yapılan hareketler olduğundan, dini cemaatlerin ikna argümanlarına destek oldu.
“Tanrı karşıtlığı” damgasını yiyiverdiler.
Sonuç, Mine Kırıkkanat’ın son kitabında söylediği gibi,
tekerrür eden Ortaçağ…
Tanrıyı anlamak için zihnin özgür olması şarttır.
İnsanların, bu yeni aidiyetlerine olan imanlarını sarsmadan özgür
olabilmelerinin imkanı yoktur. Yeni dinin dili, ahreti garanti etmekle kalmayıp
dünya için de zevk ve hazlarla donatılmış bir yaşam vaat ediyor. Bu günkü din
adamları kurumlarını ve koltuklarını kaptırmama adına her türlü erdemden,
ahlaktan ve kutsallıktan feragat etmişlerdir. Dilleri, var olabilmek adına, her
ilkeyi reddeder hale gelmiştir. Erdem, ahlak, hikmet vs… Hepsi yorumlanabilir
ve değiştirilebilir bir hal almıştır. Ortaçağda yaşayan bir din adamının
“şeytani” bulacağı her fiil, bir din adamının eteğine yapıştığınız taktirde
meşru görülüyor günümüzde. Kendilerini, hem dünya içerisinde bir bütüne ait
gören ve bundan nemalanan, hem de ahret necatı beklentisiyle huzurlu hisseden
kitlelere, “Taptıklarınız yalandır” demekten ve buna ikna etmekten başka
çaremiz yoktur. Peygamberlere özgü bir çaba ile…
Bu sebepledir ki, peygamberlere özgü bir çaba verenlerin,
peygamber ahlakıyla donanmış olmaları şarttır. Kesin ve sağlam bir ahlakla
donanmamış kimseler, “din” adamlarının tezgâhındaki Tanrıyı
kaldıramayacaklardır. Din adamları ve sundukları karşısında durabilmenin yegane
yoludur bu. Sahtekarların karşısına, bizden olan sahtekarları çıkarmakla,
sahtekarlık mefhumuyla mücadele edeceğini sananlar, aldanmışların ta
kendileridirler. Ayrıca insanları ve inançlarını aşağılamak ta aydın tavrı
olamaz.
Yapılması gereken, din adamlarının anlaşılmazlık üzerine
inşa ettikleri yapının anlaşılır kılınmasıdır. Bu filmin kamera arkası
görüntülerini yayınlamaktır. Teker teker her bir gönlü, tutarsızlıklar üzerine
kurulu ön kabullerinden kurtarıp, özgür kılmaktır.
İnsanların, yüksek ahlak sahibi bireyler olunabilmesi için
cübbe giymiş olmalarının gerekli olmadığını anlamaları için… Tanrıya yakın
olmanın, kiliseye veya camiye yaptığı bağışın miktarıyla orantılı olmadığını
anlamaları için… Tanrının, hiçbir kurumun veya zümrenin tekelinde olamayacak
kadar sonsuz olduğunu anlayabilmeleri için… Tanrının, hiç kimseye, kendi adına
söz söyleme ve hüküm verme hakkını vermediğini bilebilmeleri için… Putların
sahte, Tanrının ise hakikat olduğunu haykırmak için…
Keşke dememek için…
Din dilinin anlaşılmazlığı üzerine yazdığım yazıları keyifli
bir son ile bitirmek isterken, aklıma Kadı Beydavî’nin, “Envaru't Tenzîl ve
Esraru't Te'vil” (tenzilin nurları ve tevilin esrarları) adlı klasik eseri
geldi.
Zamanın birinde bir kadın, çocuğunun sürekli ağlayıp,
uyumamasından şikâyet ediyormuş. Öyle ki, komşular bile hiç uyumayıp, sürekli
ağlayan bu bebekten bizar olmuşlar. Zavallı kadın ne yapacağını bilmez bir
halde şehrin medresesinin yolunu tutmuş. Medresenin müderrisine varıp halini
arz etmiş. “Hocam! Çocuğum günlerdir uyumuyor, bitap düştüm, ne olur bir muska
yazın veya bebeğime okuyup üfleyin de, bir gece olsun gözüme uyku girsin”.
Müderris efendi hemen talebelerinden birine seslenmiş, “evladım! Bana Beydavî
tefsirini getirin!” Talebeler hemen tefsir kitabını getirmişler. Müderris,
kitabı rastgele açmış ve bebeğin yüzüne doğru tutmuş. Bir süre afal afal
kitabın sayfalarına bakan bebek, birden mayışmış ve minik kafası annesinin
göğsüne düşüvermiş. Mışıl mışıl uyumaya başlamış. Kadın hayretler içerisinde
bir sürü dua ve teşekkür cümleleri ardından, bu mucizenin nasıl olabildiğini
sormuş müderris efendiye. Müderris cevap vermiş; “Kızım! Ben ömrümü ilme
verdim. Binlerce kitap okudum. Ancak ne zaman bu Beydavî’yi açsam, iki satır ya
okurum ya okuyamam, hemen üstüme bir ağırlık çöker, uykuya dalarım. Sen, bebek
uyumuyor deyince, beni uyutan bu kitabın, bebeği de uyutacağını düşündüm ki,
haklı da çıktım.”
Beydavî tefsiri, apaçık olduğu söylenen Kuran için yazılmış,
yüzlerce “anlaşılamaz açıklama”nın başında gelen tefsirlerdendir. Arap diline
hâkim âlimler bile birçok yerini anlayamaz. Arapça bilmeyenler için söyleyeyim,
Beydavî’yi okurken, Orhan Pamuk’un romanlarını okurken ki hisse kapılırsınız.
Anlaşılmazlığı deruni içeriğinden çok, anlaşılmaması kastıyla yazılmış
olmasından kaynaklanır. Geçtiğimiz yıllarda eksik ve sansürlenmiş olarak
günümüz Türkçesine de çevrildi. “Sansürlenmiş” diyorum, zira günümüz
“ulemasında”, “halkın anlaya bileceği seviye” veya “kafaları karıştırmama” gibi
şamandıralar mevcut. Zaten anlaşılamaz, uydurma rivayetler, israiliyât denen
söylenceler ve akıl ve bilim dışı bilgilerle dolu bu eserleri, bir de
konjonktüre uygun hale getirme çabası var. Bu nedenle olmalı ki, tercüme
edenler bazı yerleri olduğu gibi bırakmış, bazı yerleri de, anlaşılmasını
istedikleri veçhile “terceme” etmişler, muhtasar olarak.
Osmanlı ulemasının başucu kitabı, saray derslerinin
vazgeçilmezi olan Beydavî için şerh üstüne şerh kaleme alınmıştır. Avrupa aklı
bilim felsefesi ile uğraşırken, Dekart’lar, Newton’lar, A. Pope’lar çığır
açarken hem de… Osmanlı uleması, Beydavî ve familyasını anlamak için verdiği
mesainin yarısını, Allah’ı anlamak için harcasaydı, bir kurtuluş savaşı vermek
zorunda kalmayacaktık beklide…
Bir şey kaçırmayın! sosyal ağlardan bizi izleyin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder