“İnsanlar birbirlerine tapıyorlar ya da paralara, altınlara, yiyeceklere, üne, şana, bilmedikleri için Allah’a taptıklarını sanıyorlar.” (Şeyh Bedrettin)
Taraf yazarı Roni Marquiles’in yazdığı o facia yazıyı okudum. Facia kelimesi az olacak, tam bir vahşet! Vahşetten de öte! Acınası, ibretlik bir durumun dışavurumu...
Yazının başlığı:
“Muaviye ve Sovyetler Birliği...”
Kendisini Marksist olarak tanımlayan, Soros fonu alanlar listesi dışında ismine rastlamadığım bu arkadaşın tahlilleri, Marksist olmayışıma rağmen beni şaşırttı...
Engels’in, geçim esasına göre mezolitik, cinsellik esasına göre barbarlık olarak tanımladığı süreçte (yaklaşık 11 bin yıl önce), ortaklaşacı üretimden doğan artı değerin varlığı akabinde sınıflı toplum ortaya çıkıyor. Meseleyi toplum-aile düzleminde irdeleyen Engels, sürecin artık değer üzerinden geliştiğini ifade eder.
Bu yaklaşım doğru bir yaklaşım olmakla birlikte, fazlaca historist (tarihselci) bir yaklaşımdır. Eğer “İslam” çerçevesinden süreci analiz etmemiz gerekirse Kur’an’da yer alan şu pasajın içerdiği analizi ele almak gerekir:
“İşte sizin toplumunuz tek bir toplumdur (ümmet’i vahide). Ve bu toplumun rızk vericisi olan/Rabb benim. Daima benim bilincimde olun. Gel gör ki kendi aralarında paramparça olup gruplara/sınıflara ayrıldılar. Her gruba kendini hak, diğerini batıl görmek hoş göründü... Şimdi sen onları, cehalete batmış olduklarını anlayıncaya kadar kendi hallerine bırak! O elde ettikleri mal ve oğulları, hayırda yarıştırmak için kendilerine özel olarak verdiğimizi mi zannediyorlar? Hayır Anlamıyorlar! Ancak Rabb’lerinin delillerine inananlar ve saygılarından dolayı haşyet duyanlar. Ve Rabb’lerine ortaklar, şerikler, aracı tanrılar, yedek ilahlar, panteonlar koşmayanlar.Ve Rabb’leri huzuruna dönecekleri için verdikleri/dağıttıkları malları kalpleri ürpererek verenler/dağıtanlar. İşte onlar hayırlara koşuşurlar ve hayır için yarışırlar...” (Muminun Suresi, 52-61. ayetler)
Bu pasajın kilit vurguları; tek toplum, rızk verici, sınıflaşma, özel mülkiyet, mal verme, hayırda yarışma ibareleridir.
Bu pasajın kilit vurguları; tek toplum, rızk verici, sınıflaşma, özel mülkiyet, mal verme, hayırda yarışma ibareleridir.
Ve pasajın tüm vurgusu ilk iki cümlede açığa çıkar. Tek toplumun (ortaklaşacı-paylaşımcı yapı) rızk vericisi Allah’tır. Kur’an’ın dialektiği gereği, rızk verici Allah olarak tanımlanmadığı için “sınıflaşma” başlamıştır...
Rızk verici ifadesi, tam manası ile üretim araçlarına denk düşer. Rızkın ortaya çıkmasını sağlayan araçların Allah’a ait olması, üzerinde hiçbir “kişisel hakimiyetin olmaması” manasına gelir. Yani üretim araçlarında özel mülkiyet İslami olarak “haramdır”. Ve hatta “şirktir”.
Peki bu özel mülkiyet nasıl gelişti?
Çok fazla kurcalamaya gerek yok. “Rızk verici Allah’tır” biçiminde bir ilanın olmayışı, rızk verici “kişi ya da kurumları” üretir. Ve Kur’an’ın tam olarak tanımladığı “şeytan” ortaya çıkar:
“Şeytan Adem’e dedi ki: Ey Adem, sana ebedileşme ağacını yani yıkılmaz mülkiyeti göstereyim mi?” (Taha Suresi, 120. Ayet)
Kur’an’a göre insan, “alak”tan yaratılmıştır. (Bkz. Acılara Mektup adlı makalem, alak-istiğna zıtlığı, www.aydinlikgazete.com)
Yani, alak/ilgiden yaratılmış, hak-vazife ikileminden ikincisi üzre bir fıtri (Doğuş, yaratılış kişilik ile donatılmıştır. Yani Kur’an’ın ideal insanı (Adem) nezdinde, vazifeler; haklardan önce gelir.
O halde, yüzyıllardır yükseltilen o derin tasavvufi ezgiler de geçerlilik kazanır. Kur’an, Allah ile dikey hiyerarşik ilişki kurdurmaz. (Bkz. İnsan Suresi, 9. Ayet)
Yatay bir ilişki üzerinden, Kur’an’da yer alan Esma’ül Hüsna dediğimiz isimlerin kainatta tecellisi ve kişide egemenleşmesi üzerinden, bir üst benlik tanımı yapılır.
Bu üst benliğe erişemeyen kişi, egosal benliğin açığa çıkmasını sağlar ve bu benliğin tezkiyelerine yenilir.
Bunlar, “ben, benim, bana ait” ile başlayan cümlelerin bileşkesidir.
Ve yapısal olarak baktığımızda, insan; yeryüzünde mezolitik süreçte ürettiği değerler akabinde ortaya çıkan “artık ürün” nedeni ile sınıfsal kavgaya girişmesi, o artık ürünün Allah’a yani kamuya ait olmayıp kendisine ait olduğunu telkin eden bir fıtri yapıyı ihtiva eder.
O halde temel sorun “bireycilik, bireyleşmek, bireyselciliktir”.
Aslolan ise toplumculuk, kamuculuk ve hiçliktir.
Problem ise süreci sosyolojik ve ekonomik olarak tahlil edip insanbilimsel (antropolojik) olarak tahlil etmemektir. Evet, sınıflı toplumların ortaya çıkış noktası belirgindir. Ama neden bu böyle olmuştur? Doğal bir yozlaşma mıdır?
Bu alana giremezler. Çünkü pompaladıkları “liboş sol” düşüncesi, ileri düzeyde bireyci, hakları vazifelerden önceleyen, özgürlükçülük adı altında “yasak ağaca dadanan” bir paradigmadır.
“Bu ümmetten kimse Muaviye kadar mal mülk sahibi olamayacaktır.” (Kab’ül Ahbar)
Halife Osman zamanında ulemalaştırılan bir Hürmüzancı Yahudi olan Kab, ürettiği “kenzci-sermayeci dinselliğin” en ileri aşamasının Muaviye olacağını söylüyor.
Emperyalist Muaviye!
Ve yapısal olarak baktığımızda, her ne kadar dönemsel siyasetin karakterine uygun düşmese de, zamana geldiğinde Muaviye, bir kapitalistten daha çok, emperyalist bir resim çizer...
Çünkü, biriktirdiği malın yanı sıra, silahlanmış, Hz.Ali’ye kılıç çekmiş, servet ve iktidarının egemenliğinin güçlenmesi adına, silahlı mücadele vermiş, entrikalar üretmiştir.
Münafık Muaviye(ler)
Muaviye, iki yüzlüdür. Halka hoş görünür. Tam bir münafıktır...
Mekke’nin güçlü oligarşisinin eski ağalarından Velid bin Muğire’nin oğlu Musa ile yaşadığı şu dialog bunu belirgin kılmaya yetecektir;
Muaviye: “Baban” bu adamların (halife seçici heyetin) imanlarını kaç paraya satın aldı ?
Musa : Otuz bin dirheme Muaviye...
Muaviye : Yazık! Din ve imanlarını pek de ucuza satmışlar...
Din ve imanı fahiş bedellere satmanın resmi Muaviye’dir. Lakin, mücadele ettiği Hz. Ali, yeryüzünden el etek çekmiş bir softa değildir. Hz.Ali’de cübbeli şirke savaş açmış, silahlı bir öncüdür. Ve Muaviye’nin Emperyalizme denk düşmesinin temel nedeni de budur!
Halife Osman üzerine...Bildiğiniz gibi Halife Osman’ın cenaze namazı kılınmadı. (Bkz.Şeytan Evliyaları adlı kitabım- Destek Yayınları) Birinci Halife Hz.Ebubekir’in oğlu Muhammed ve adamı tarafından sarayda öldürüldü. Gerekçe; mal yığıyor, yandaşları kayırıyor, Kur’an’ı tahrif etmeye çalışıyor gibi üç temel gerekçeden oluşur.
Halife Osman öldürüldü, Yahudi mezarlığına (baki mezarlığı) bırakıldı. Cenaze namazı kılınmadı, 3 gün defnedilmedi, sonra defnedildi. Muaviye döneminde Yahudi mezarlığının duvarı yıkılıp, Osman’ın mezarı Müslüman mezarlığına dahil edildi. (Kaynak: Şeytan Evliyaları - Destek Yayınları)
Şimdi meseleye gelelim!!
Siyasi sürgünler
Halife Osman döneminde, siyasi tutuklamalar başlamıştı, zühd-devrim-eşitlik diyen sahabeler sürgünlerde can verdiler (Ebuzer El Gıffari), devlet hazinesi halktan alınıp Halife’ye ait kılındı. Yandaşlar kayırıldı, İslam’ın muhalif sözleri kesildi, Yahudiler ulemalaştırıldı, tam bir “KARŞI DEVRİM” süreci yaşandı...
Halk ve devrimin öncüleri, “haklı olarak” hesap sordular, devrimci refleks gösterdiler...
Peki Muaviye ne yaptı ?
Demagog Muaviye!
Önce Halife Osman’ı akladı ve faillerinin hesap vermesini istedi. Her suikastiyle “devrimin öncülerini katledip” bu da katil değil, gerçek katili verin, sloganı üzerinden “demagoji yaparak” Hz.Ali karşısında durdu...
Bu resmi hatırlayınız.
Zamane Muaviye!
Adnan Menderes ve R.Tayyip Erdoğan ilişkisine ne kadar da benziyor değil mi ?
Birinci Halife Hz.Ebubekir (ona selam olsun, adil öncü)’in oğlu Muhammed (büyük devrimci); Muaviye’ye sürekli mektuplar yazar. Mektuplarda; “Sapık Sadr’ın oğlu, hain, zalim, sapık” gibi yakıştırmalar yapar.
Yeşil Saray’ı yaptırırken, işçileri kontrole giden Muaviye (henüz halife olmamıştır, Osman’ın hilafet dönemi) bir sürpriz ile karşılaşır!
Hz.Peygamber’in can yoldaşı Ebuzer, değneği havaya kaldırmış son sesiyle bağırıyor;
“Ey Muaviye! Eğer bu sarayı kendi paranla yaptırıyorsan israftır, halkın parasıyla yaptırıyorsan kul hakkıdır, her iki halde de haramdır!!”
Saray yapılır, Ebuzer el Gıffari halkı peşine takıp sarayı basar;
“Ey Muaviye, görüyorum ki elbiselerin sayısı artmış, sofranda kuş sütü eksik! Etrafın al yanaklılarla dolmuş, Muhammed’in getirdiği dinin neresinde yazıyor bunlar ?”
İşte bu çıkışa karşılık Muaviye;
İşte bu çıkışa karşılık Muaviye;
Yaftacı Muaviye!
“Deli, Hadsiz Deli” diyerek yanıt vermiştir...
Bunu da günümüze getirelim!
Hakikati söylediğinizde o gün “mecnun” diyorlardı. Bugün ise; “Ergenekoncu, faşist..vs.” diyorlar.
O gün yeşil saray vardı. Bugün, gemicikler var!
O gün Yeşil Saray’ı protesto ettiği için Ebuzer sürgün edildi. Bugün de, muktedirlerin pisliklerini meydana dökünce “Ergenekoncu, kckci, bilmemneci” gibi yaftalar ile yaftalana biliyorsunuz...
Sorosçu Muaviye!
Roni Marquiles’in Taraf Gazetesi’nde yazdığı “Muaviye ve Sovyetler Birliği” yazısında ele aldığı Muaviye, bugün; yerelde iktidar, genelde “küresel emperyalizmdir.”
Muaviye ile sorunu olduğunu söyleyen bu arkadaşın, Soros, Hunthington, Clinton, Ab, Brüksel ile hiçbir sorununun olmayışı çok manidardır.
Yarın bu durumun nedenlerini ele alacağım...
Yarın: Muaviye ve Sorosyalizm (Liberal Tezler ve İslam çelişkisi)
Aydın Tonga’nın “Kapitalislam’ın Temeli Muaviye” adlı kitabını okumalısınız derim. Muaviye’yi anlamadan, yozlaşmayı anlamak çok güç olacaktır. Kitabın önsözünü rica üzerine kaleme aldım, değerli bir analiz, başarılı bir çalışma.
Doğu kitabevinden çıktı. Bütün kitapçılarda var.
Uludere mesajı...
Ölen insanımız, öldüren emperyalizmdir. Kabul edilsin ya da edilmesin, katil emperyalizmdir. BOP ve Arap Baharı adına, sivillere yönelik bir eylem üzerinden yapılan bir ayaklanma planıdır.
Kurumlarımızın ABD Emperyalizmine ne kadar girift hale geldiğini görüyoruz.
Emperyalizme karşı birleşik mücadele daha fazla önem kazanıyor...
Erkincilik, yani liberalizm, “özgürlüğü öncül politik değer olarak belirgin kılan” bir yaklaşımdır. Bireysel özgürlüklerin önünde duran, kurum-devlet ve her ne varsa, karşısına konumlanmış, Batı merkezli bir bakıştır. Taraf gazetesi yazarlarının resmi ideolojisi olan bu ideoloji çerçevesinden bakıldığında, “bireysel özgürlüklerin”, toplumsal vazifelerden daha baskın olduğu resmi çizilir.
Ortaçağ’da gelişen feodalizm karşısında “burjuvazinin” genel tutumu olarak karşımıza çıkan, her türlü otoriteye karşı olmak, bireysel özgürlüklerin kısıtlanışına karşı durma tavrının ihtiva ettiği pedagojik sorun şu durumdan ileri gelmektedir:
Feodalizm ile kavga eden burjuvazinin içinde bulunduğu durum hasebi ile, sınıfsal kimliği korumak sureti ile, üst sınıfın hareket alanının kısıtlanışı karşısında geliştirilmiş; eşitlikçi olmayan bir düşünsel yaklaşımın inşa edilmesi gerekirdi.
Akabinde, gelişimci olmayan, ama yenilikçi olan burjuva kültürü, kendi özgürlükçü tavrını yaratarak, buna ideolojik bir çerçeve çizdi.
Zamanla inançsal betimleri de kapsayıcı (Max Weber..vs.) bir süreç inşa edildi ki, Martin Luther King, bu sürecin öncülerinden biridir.
Aslında bu durumu şu şekilde de tahlil etmek mümkündür.
Ortaçağ’ın en büyük mağdurları, orta ve üst sınıftır. Soylu-egemen çevrelere eklemlenmemiş orta ve üst sınıfın gördüğü muamele, feodal unsurların dayattığı yaşam sahası içerisinde yeni bir çıkış üretmeyi zorunlu kılıyordu.
Doğrudan tabanın öncülük etmediği bir aydınlanma sürecinden doğan siyasal yaklaşım, öncülük eden unsurların “menfi ve şahsi” taleplerini de karşılayan bir ideolojik doktrin üretti.
Siyasal Liberalizm, özgürlükten bahseden; lakin sermayenin de bir “hak ve kazanım” olduğu düşüncesi üzerinden “köleliği makyaj ile süsleyen” bir ideolojik tutarsızlık olarak karşımıza çıkıyor...
Bu ideolojik tutarsızlığın dayattığı kişilik, toplum olma düşüncesinden ziyade; bireysel hakların, toplumsal vazifelerden üstün olduğu düşüncesine dayanır.
Kur’an deyimi ile “şeytanlaşma” temayülü, yani halk ile mesafeli konuma geçme, bireyi; toplumdan daha üstün görme sorununa tam karşılık gelen, şeytani, iblis menşei bir ideoloji olarak liberalizm, bugün yaygın medyanın kalemşörlerinin ezici çoğunluğunun savunduğu resmi ideolojidir.
Kur’an’a göre toplumun öncelendiğini daha evvel belirttik. (Bkz. Muaviye ve Sorosyalizm - ilk bölüm, www.aydinlikgazete.com)
Şimdi size bunun en net, en çarpıcı, en somut örneğini göstereceğim:
Hani sizin için belirsiz bir vakitte Rabbin meleklere; ben yeryüzündeki bir varlığı halifeleştireceğim demişti de onlar; biz seni takdis edip yüceltiyorken, yeryüzünde kan döküp bozgunculuk çıkartan birini mi halifeleştireceksin dediler. Bunun üzerine Allah, sizin bilmediklerinizi ben bilirim dedi. (Bakara Suresi 30. Ayet)
(BELED suresi 4. ayet) Biz insanı gerçekten bir sıkıntı ve zorluk içinde yarattık.
(TÎN suresi 4. ayet) Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.
Aynı şekilde insanın yaratımı biyolojik değil, antropolojiktir. Yani bahsi geçen insanın yaratılışı, halifeleştirilmesi, insani değerler ile tanışmasıdır.
Allah bu işi tek başına yapmışken, neden BİZ ibaresi kullanır ?
Doğal varoluşun kendisini BİZ ile tanımlaması, bireysel özgürlüklerden ziyade, toplumsal devinim ve değerlerin öncelendiğinin en somut delilidir.
O halde, bireysel menfi çıkarları merkeze almak sureti ile, Batı merkezci bir tutum üzerinden gelişen liberalizm düşüncesi, İslamdışıdır.
Bunu İslamileştirme çabası, bir önceki bölümde ifade ettiğim gibi, Muaviye ideolojisidir.
Ebuzer-Muaviye kavgasının kökeni buraya dayanmak ile birlikte, bu, İslam düşünce tarihinde hep bir sorun olagelmiş, İslam düşünürleri, durumu hep eleştirmiştir.
Bugün, Mustafa Akyol, Roni Marquiles, Ozan Kütahyalı, Nagehan Alçı, Sibel Eraslan, Hilal Kaplan, Kenan Alpay ve benzeri isimler, serbest’i ticaret denkleminden yola çıkarak, sermaye ile hiçbir kavgası olmayan bir özgürlükçülük üzerinden hareket ediyorlar.
Hatta, liberalizmin amentüsü olan “bürokrasiye hücum” işlevini çok başarılı bir şekilde yerine getiriyorlar.
En son Uludere’de vuk’u bulan elim hadiseyi de bu çerçevede inceleyen birçok şey yazıp çizdiler. Sermayenin, gücün ve muhterisliğin yarattığı emperyalizm karşısında durmayışın belirgin tutumu olarak açığa çıkan bu tutum, toplumcu düşünce karşısında, bireyci-muhteris yaklaşımı ihya etme adına hayata geçirilmiş bir tavırdır.
Bu açılardan, İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an’dan hiçbir surette onay almamak ile birlikte, sert eleştirilere maruz bırakılmış, cılız ve aciz bir yaklaşımdır.
Bu yaklaşım karşısında, Müslümanın asli duruşu; toplumculuk olmalıdır. Çünkü, Mekke Fethi öncesi gelişen süreçte cereyan eden tüm hadiseler, bahsettiğim tutum etrafında şekillenir.
Bireysel özgürlükten vazgeçmek sureti ile toplumu özgür kılmanın adı şahadettir. Şahadet gibi bir kurumun açık varlığını dahi görmezden gelişin resmi olan sözde İslami Liberalizm, dine küfretmenin bir diğer adıdır.
Allah, idris maskeli iblisliğin pençesinden tüm insanlığı kurtarsın...
Selam ile
DARÜSSELAM
DARÜSSELAM
İslam’ın somut dünya görüşünün adıdır Darüsselam. Anlam olarak, sınıfsız topluma atfen kullanılır. Selam ve Barış Yurdu manasına gelir.
Darüsselam kelimesinin zıttı, Darül’Huld’dur. (Dar: yurt manasına gelir.)
Yine bu “huld” kavramı, ebedileşme manasına gelir. Taha Suresi’nin 120. ayetinde şu şekilde kullanılır;
İşte yasak ağaç
Şeytan Adem’e vesvese verdi ve dedi ki; Ey Adem, sana huld ağacını, yani yıkılmaz mülkiyeti göstereyim mi ) (Taha Suresi 120. Ayet)
Ayette geçen şeceratil huld, Kur’an’ın yasak ağacıdır. Ebedileşme ağacı, bireyselcilik, mülk çoğaltarak, gücünü ve kudretini arttırma anlamı içerir.
Bugünün terminolojisinde, liberalizmin dayattığı birey algısının özgürlüklerinin karşısına oturur. Kapitalist dünyanın çarkları arasında- ki gezintinin sonucudur.
İşte bunun tam zıttı Darüsselam’dır. Ve bana kalırsa, Müslümanlar ile sosyalistlerin “ortak idealidir.”
Darüsselam, yeryüzünde kan dökmenin ve bozgunculuğun (Bakara Suresi 30. Ayet) karşısında, eşitliğin ve kardeşliğin ihya edildiği beldenin adıdır. Bu beldenin ismi, cismi ne olursa olsun, Darüsselam’dır.
Kur’an’ın Peygamber ve ümmetine yüklediği yegane misyondur. Lakin, Peygamber sonrası vuk’u bulan apansız sağa kayma neticesinde bu hakikat yok edilmiş, Darüsselam, ölüm ötesi bir cennet tasavvuruna dönüşmüştür...
Ölüm ötesini konuşmaktan, ölüm öncesine fırsat bulamayanların içine düştüğü büyük acziyet ve süreç içerisinde İslam’ı kapitalizme eklemleme sorunsalının kökeni olarak Darüsselam, ideolojik bir olgu olarak anlaşılmak durumundadır...
Darüsselam, yani sınıfsız toplum; “mülkün Allah’a, yani kamuya ait olduğu” ideal düzenin adıdır.
Daru’lhuld ve Darus’selam
Yeryüzünün servet ve refah ile şımarmış ele başlarının itiraz ettiği temel meseledir. Lakin, pek yakında çıkacak olan Selman’ı Pak adlı kitabımda, Mekke oligarşisinin Allah’a iman ettiğini, ancak güvenmediğini, kişisel hevalarına tapındıklarını belirgin kılmaya çalıştım...
Darülhuld düzeninin ideolojik altyapısı “şirk”tir. Pazartesi günü verdiğim kavram manalarını incelediğinizde, şirk ile mülkiyet arasındaki o derin ilişkiyi görebilirsiniz...
Şirk karşısında Tevhid’in ayağa kalkışı -ki bu kalkış, cüppeli, yeşil bayraklı, saltanat düşkünü gözü kör bir kalkış değildir - Kıyamet, yani “devrim” sahneleri ile anlatılır...
Şirk, zırr’ü zeber olmaya mahkumdur. Tevhid elbisesi, mümin maskesi taksa dahi, tarih göstermiştir ki, Allah nurunu tamamlar ve şirki ; tevhid insanlarının eliyle perişan eder.
Aynı aşk, aynı amaç
İşte bu çerçeveden Darüsselam, bizim idealimizdir. Sosyalistler buna “sınıfsız toplum” diyor. Biz Darüsselam. Aslında aynı şeyi söylüyoruz. Aynı türküyü söylüyor, aynı aşk için savaşıyoruz...
Bu yüzden her seferince Müslümanın en büyük müttefiki sosyalistlerdir diyorum. Çünkü birbirinin derdinden sadece bu iki kesim anlayabilir...
Yeryüzünün ezilenlerini yeryüzünün önderleri yapmak isteyen bir kitap (Kasas Suresi 5. Ayet), işçi sınıfının önderliğinde yürüyen sosyalistler ile neden kavga etsin?
Kur’an kiminle kavga ediyor?
Bu kitabın en büyük kavgası, idris suretli iblisler, mümin maskeli müşrikler iledir.
Ki bu cenah, bugün; kapitalizme abdest aldırmak sureti ile, şirk maskesini gizleme adına mücadele ediyorlar. Demokrasi adına palazlandırılan liberal teranelere İslami kulplar takıp, insanların inancını yozlaştırıyorlar!
Din elden gidiyor!
Evet, eskiden bu sloganı atarlardı. Bugün ben bunu yüreklice söylüyorum ki, din elden gidiyor! Hüda size, hurma bize parolasının kenzo çetebaşları, Allah ve Eşitliği yan yana koymuş olan mukaddes Peygamberimizin mirasını katlediyor.
Din madrabazları, Mekke’de Peygamberimizi yaftalıyordu. O’na, ajan, kafir, hain, din düşmanı diyorlardı. Bugün de, emperyalizm ile olan ilişkilerini gündeme getirenlerin adı “Ergenekoncu, din düşmanı” gibi takılar ile anılıyor...
Darüsselam Dergisi
Değerli dostlar. Birkaç arkadaşımız ile bu gidişe dur demek, yozlaşmanın karşısında duruş sergileyebilmek için, İslami alanda yazan ve emperyalizme karşı olanları “bir araya getirip” inananların karşısına GERÇEK DİNİ koyabilmek için, bir dergi çıkartma kararı aldık.
Aydınlık’ta günlük yazdığım yazılarda zaten birçok konuya giriyorum, Lakin bu dergi ile; birçok kişinin, uzmanın ortak bir tavrı söz konusu olacak. Günlük yazılarım Aydınlık’ta, aylık makalelerim de Darüsselam Dergisi’nde olacak.
Darüsselam Dergisi, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı Müslümanca bir duruş nasıl olurun belirgin resmi olacaktır. Sırtını hiçbir finans kurumuna, siyasi organa dayandırmayan bu dergi, sadece ABONE ve GÖNÜLLÜLERİNİN katkıları ile ayakta kalabilecektir.
Bu açıdan, bu dergiye abone olmanız, derginin varolması demektir.
İSLAMIN TEMEL KAVRAMLARI
Sanrılar ülkesinin insanlarına selam olsun. Sanrılarca kuşatılmış hakikatlerin tespiti için harcanan onca emeğe yazık. Apaçık ortada duran hakikatin etrafında kör ebe oynayışımızdan kaynaklanan bir süreç yaşıyoruz...
Efendim, “La ilahe illallah” diyen herkes Müslümandır demek, büyük bir cahiliye adetini ihya etmek olacaktır. La ilahe illallah deyip, La ilahe illaDOLAR rüknunda yaşayanların maskesi düşürülmedikçe, zorba Muaviye diktatörlüğüne karşı, Ebuzer safında durmak olanaksızlaşacaktır.
Muaviye ve Sorosyalizm başlıklı dizide bu işin niteliklerinden bahsettim. Biraz da niceliklerine değinmek gerekiyor...
Bazı kavramların karşılıkları
Şirk : Şirket kelimesiyle aynı kökten gelen bu kavramın temel manası “ortaklık” manasındadır. Kur’an’a göre, Allah’ın herhangi bir vasfına ortak olmaktır. Örn. Mülk Allah’ındır. Ve eşitliği taktir etmiştir. Buna rağmen, başkalarını yoksullaştırıp, kendinde toplamak; “malik olmak”, şirktir. İtikadi olarak, Allah’ın vasıflarını resmeden putlar/aracılar inşa etmek, şefaatçiler, aracı tanrılar üzerinden bir din algısı üretmek...
Münafık: Nifak içinde olan. İnfak etmeyen. Allah’a iman ettiğini söyleyip, kapitalizm ile amel eden. Malını dağıtmayan, dinin altını oyan.
Küfür : Gerçeği görünmez kılmak. Bir gerçeğin üzerini örtmek (herhangi bir konuda). Örn. Hem liberal hem Müslüman olunabileceğini söylemek...
İbadet : “abd” kökünden gelen, kulluk manasındaki kavram. Allah’ın yarattığı fıtrat üzerine iş ve oluşa dahil olmaktır. Kuşların uçması, insanların paylaşması ve yeryüzünün zahmeti değil rahmeti olması. (Namaz bir ibadet değil, menasiktir. Yani ritüeldir. Kur’an’da vardır, lakin ibadet kelimesinin sosyal yüzünü örtmek için namaza indirgemek bir önceki maddeye denk düşer.)
Tağut : Haddi aşmak, sınırları aşmak. İnsanın yapmaması gerekenleri yapmak. İnsanlığa zarar veren işler üretmek. Örn. Emperyalizm, Kapitalizm ve bunlarla işbirliği yapmak.
Şeriat : Allah’ın kanunları/yasalar. Yeryüzünü var eden doğal yasalar. Güneşin doğudan doğması, batıdan batması. Bir devlet inşa etmek, bunu otokratik biçimde yönetmek şeriat değildir. Tağuttur.
Sabır : Direnmek, mücadele etmek, kararlı tutum sergilemek. (zulme boyun eğmek sabır değil, küfürdür.)
İnfak : İhtiyaçtan artanı dağıtmak. Aslen “çukur” manasına gelir. Sermayenin şişmesini “tepeleşmesini” engellemek.
Şeytan : Uzaklaşan, uzak olan. Adem’i değerlerden uzak olan kişi, kurum ve organizasyonlar. Bkz. Adem’i değerler ; Bakara Suresi 30-31-32
Melek : Yönetimsel güç. Yönetime bağlı olan güçler. Bedir’de Allah’ın melekleri göndermesi, evrensel ilkelere bağlı insanların Müslümanlara destek vermesidir. Allah’ın kanunlarına uyan, yani doğal yasalara uyan unsurların tümü melektir. Örn. Hücre, rüzgar..vs.
Cin : Algılanamayan manasına gelir. İnsan için “kimliği algılanamayan.” Eşya için, mahiyeti algılanamayan manasındadır. Çoğunlukla “ajan” manasında kullanılır. Cinnet, Cünnet, Cenin gibi kelimeler ile aynı köktür. Cinnet; aklın saklanması, Cünnet : kalkan, Cenin, rahimde saklanan. Lakin, her üçü de bilinendir. Yani rahimde saklanan şeyin ne olduğunu bilmekteyiz. Cünnet/Kalkan arkasında saklanan da askerdir. Onu da bilmekteyiz. Cinnet, yani saklanan aklı da biliriz. O halde cin, aslen bilinebilir olup, kendisini gizleyendir.
Cihad : Kararlı ve şuurlu gayret. Allah yolunda (halk yolunda) gayret harcamaktır. Mal, can ve fikir gibi unsurların biri ya da tamamı ile yapılan iştir.
Fitne : Altını eritmek için yakılan ateşe denir. Altın neden eritilir ? Para yapmak için. Fitne kelimesi, köken itibari ile para ile ilintilidir. Tek bir gülle olan altını eritir parçalar ve para yaparsınız. Tek olanı parçalamak, tefrika çıkartmak fiili fitnedir. Çok enteresandır ki, altın üzerinden tanımlanışı şu neticeyi üretir; tüm tefrikalar para için çıkartılır...
Zulüm : Küfür, şirk, kötülük, baskı. Işıksızlık. Karanlıkta kalmak. Bkz. Şirk en büyük zulümdür (Lokman Suresi 33.) Zıttı adalettir.
Adalet : Eşit paylaştırmaktır. (Bkz.Ragıp El İsfehani, Müfredat, adl mad.) Eşitlik.
Riba : Faiz olarak çevrilir. Şişme demektir. Alınteri dökülmeksizin olan mal artışı ribadır. Sadece banka üzerinden olmaz. Alınteri dökmeden mal artması, her yönüyle ribadır.
Kenz : Süpürmek, kendine taraf süpürmek. Üst üste koymak, hazineleştirmek. (İslam literatüründe, ihtiyaçtan artanı biriktirmek.)
Ümmet : İnsan nesli manasına gelir. Elçiler kime gönderildiyse onlardır. Allah peygamberi, tüm insanlığa gönderildiğine göre, tüm insanlık ümmettir. (İslam literatüründe, ezilenler birliği)
Müslüman : Selamette olan. Selam üzere olan (selam : barış, esenlik, adalet). Selamda olana Müslüman denilir.
Kıyamet : Kalkış, ayağa kalkmak. Din literatüründe, dünyanın sonu manasına gelir. Ama yanlıştır. Dünya’nın sonundan sonraki kalkış (mahşer) anlamındadır. Asli manası, devrim-isyan manalarındadır.
Ayet : Delil /Kanıt
Nebi ve Resul : Kendisine kitap verilmiş olan peygamber nebi, var olan hükmü yaşatan peygamber resul.
Yetim : Toplumun sorumluluklarını yerine getirmeyişinden doğan yalnız birey. Kur’an’a göre herkes Ademoğludur. Toplumun çocuğudur. Toplum “bireyci bir paradigma” dayatıyorsa, herkes yetimdir.
VAHDET VE KESRETÇoklukla övünmek sizi oyaladı!
Tekasür Suresi 1. ayet
Tekasürcülere...
Tekasür Suresi
Elhakümüt tekasür
K-S-R kökünden gelen bu kavram, bir çok mealde ‘’çok olanla övünme’’ biçiminde çevrilir. Ve genel mantığı bu şekilde örtülür.
Bu çeviri, kavramın işaret ettiği hakikati örtmektedir.
Bu kavram, vahdet kavramının zıttı olarak göz önüne alındığında, taşlar yerine oturacaktır. Vahdet, ahaddiyetten gelen, teklik şuur ve bilincini yansıtan bir kavram olmakla beraber, birleştirici ve pozitif yöndedir.
Kesret ise, teki parçalama, çoğaltma ve aslında‘’başkalarında da olan şeylerin, yalnız sizde oluşu gibi sevinmedir.’’
Bu nokta’da, Arap Edebiyatının önemli isimlerinden şair el-A’şa Divanında şu beyitlerde kavramı tam anlamında kullanmıştır;
Benim taşlarım onlarınkinden çok değildir.
İzzet, insanın ellerindekini çok görmesidir.
Kavram çok sayıda çakıl taşları anlamına gelir.
Aslında hepsi aynı olan bu çakıl taşlarının kendilerindeki ile üstünlük taslamalarıdır. Ve aslında hepsinin aynı olduğu şuurundan kopmak sureti ile, kendilerini ‘’çokluk alemine entegre edebilme adına’’ ürettikleri hezeyanların, kavram karmaşasının genel adıdır Tekasür.
Zıttı olan vahdet kavramı ise; eşsizlik, yalnızlık, teklik anlamına gelir. Bitişik olmak, bütünleşmek, iç içe olmak, eşi benzeri ve dengi bulunmaması,cins veya bir tür içinde olmak,Bölünme kabul etmediğinden bir olanlar gibi anlamlar ihtiva eder. (Ragıp el İsfehani - el Müfredat / V-h-d maddesi)
İnsan yaratılışı gereği, Vahdetten Kesrete doğru yaratılmış, kendisinden ise; Kesretten Vahdete doğru hareket etmesi istenmiştir.
Muallakat’ı Seba (vahiy öncesi Kabe duvarına asılan şiirler) şairlerinden Nabiğa, beyitlerinde vahdet’i kendi dönemi içindeki anlamıyla bütünleştirir...
Sanki bineğim, zaman bizi bitirdikten sonra,
Kadri yüce vahad/tek dosta götürdü...
Halk içinde ise, diğerlerinden hiçbir farkı olmadığı halde, ve hatta elindeki övündüklerinin de diğer insanlardan farkı olmamasına rağmen, çokluğun seyir ve coşkusunu talep eden, bu alanda kalmayı yeğleyen kimselerin genel hali için Tekasür demek doğru olacaktır. Tekasür, vahdetten kesrete varıp, oraya hapsolmuş bedenlerin ürettiği bir algıdır. Yani, insanı sevme şuurundan bihaber aşksızların divanelik halidir.
Dolayısı ile, varlık aleminin vahdet bilincine erişemeyenlerin, bu anlamda halk edilen seyre tabi olamayacağı; aksine, ‘’kendisini ötekilerden farklı görme hastalığının’’ ürettiği, mal arttırma, mülk arttırma ve mal-mülk çokluğu ile övünme psikozuna işaret eder. Ve Kuran, bu durumun bir oyalanma olduğuna işaret ederken, oyalanma olmayan durumu ; ‘’vahdet bilinci ile seyretmek’’ biçiminde tanımlar. Ve bu bilinçten yoksun olan ‘’kesret ehlinin’’ bu eylemlerini, kabirleri ziyarete kadar sürdüğü belirtilmektedir. Bu deyim, ölüme işaret etmektedir...
3-4. Ayetler;
Ayetlerde geçen ‘’Kella ‘’ ifadesi, bildiğimiz anlamda bir azarlama yaklaşımı ihtiva etmektedir. Bu yaklaşım gereği; ‘’Hayır, öyle düşündüğünüz gibi değil’’ pek yakında göreceksiniz, şeklinde bir vurgu ile; yeryüzünde cereyan edecek bir hadiseye dikkat çekilir. 4. Ayetin başında da ‘’sümme kella’’ diye geçen bu vurgulama, mutlak anlamda bir değişimin varlığından haber vermektedir.
Şu şekilde çevirmek mümkündür;
‘’hayır, sandığınız gibi gitmeyecek, çok yakında göreceksiniz’’
‘’Asla öyle değil! Hayır! Bu iş böyle gitmeyecek! Çok yakında göreceksiniz’’
Yani;
Ey kesret sevdalıları. Varlık aleminin o doğal ve fıtri ‘’tekliğini/bütünlüğünü’’ reddeden, kendisini özerk bir kimliğe büründürüp, bütünden kopartan; bu hayat ve seyr öyle sandığın gibi devam etmeyecek! Hayır, asla öyle değil, çok yakında göreceksin...
Tekasür ibaresi; şirkin başlangıç ilkesidir. Çünkü şirk maddesine göre; yeryüzündeki her şey Allah’a aittir. Ve Tekasür ehli, yeryüzünde tasarruf ve irade etme hakkına sahip olma iddiası ile çıkış yaparak, şirk dairesindeki konumunu biçimlendirir.
5-8. Ayetler;
Hayır düşündüğünüz gibi değil, ilmel yakin olarak bilirseniz
Ve andolsun O Cehennem’i mutlaka görürsünüz
Sonra O’nu elbette Aynel Yakin göreceksiniz.
Ve sonra yemin olsun ki her türlü nimetten mutlaka sorulacaksınız.
6. Ayette, Cehennemi görme ibaresi bir şarta bağlanmıştır. İlmel Yakin olarak bilme şartına bağlanmış bir cehennemi görme durumu söz konusudur. Halbuki, ahrette böyle bir şartın olması söz konusu olamaz. Hemde çok ilginç olan bir durum daha; ayetlerdeki sıralama ile ilgilidir. Önce cehennemi görüp, sonra nimetlerden sorulma; bu hadisenin yaşanacağı yeri gözler önüne sermektedir.
Yani, ilme’l yakin olanlar, cehennemi görebilecekler, gördüklerine de ‘’Ayne’l yakin’’ olacaklar.
Yani özetlemeye çalışırsak;
Kesri duyguların ürettiği algı mutlak anlamda hezeyan üretir.
Mal-Mülk çoğaltma yarışında olanların sayısındaki artış, yıkımı, rezilliği arttırır.
Ve ‘’cahim’’ Tekasür suresinde zikredilen cehennem, yeryüzündedir.
Bu cehennemi sadece ‘’ilme’l yakin’’ olanlar, yani kesin bir bilgi ile doğru ve yanlışı ayırabilenler algılayabilirler.
Ve bu kesret yarışında başı çekenler mutlak anlamda yitirilmiş, yok olmuşlardır. Yaşam sandıkları gibi devam etmeyecektir...
İNSANLIK VE İSLAMİLİK
Bizim tevhid anlatımımız (ki bu salt anlamda nebevi anlatımda da baş göstermiştir) tek vücut olma düşüncesinden ileri gelir.
Hz.Peygamber birgün bir köleye der ki; senin kaç tane Rabbin var.
Köle yanıtlar; 8 tane. 7'si şunlardır; ve bunlara hizmet ediyorum. Bir tanesi ise göklerdedir...
Elçi; köleliğin, yeryüzünde ki efendilere atfedilmesinden ötürü; kişiyi tevhid dairesinde görüğünü ifade eder...
Tevhid
Hz.Peygamber birgün bir köleye der ki; senin kaç tane Rabbin var.
Köle yanıtlar; 8 tane. 7'si şunlardır; ve bunlara hizmet ediyorum. Bir tanesi ise göklerdedir...
Elçi; köleliğin, yeryüzünde ki efendilere atfedilmesinden ötürü; kişiyi tevhid dairesinde görüğünü ifade eder...
Tevhid
O halde, tarihsel olarak; insanlığın ortak sorunu etrafında kümelenen tüm görüşler (ki Kur'an bunu şirk ve tevhid ekseninde ele alır) doğal İnsani, yani İslami görüşlerdir...
Medine site devleti için "İslam toplumu" ibaresi geçer. (İslam Devleti ibareti geçmez.)
Yalnız orada, Yahudiler, sabiiler, farklı kabileler ve ırklar vardır. Aslında bunun anlamı şudur, bu unsurlar bir arada olmadığında "İslam toplumu olmuyor." İslam, köken olarak barış demektir. Farklılıkların çatışmadığı, barış ve kardeşlik içinde yaşayabildiği bir ortamda İslam'dan bahsedilebilir. İslam nedir?
Bu yapısı hasebi ile İslam, Doğu'nun tarihsel kimliğinin belirginleştiği bir sürecin inşasına sebep olmuştur. Ve Konfüçyüs'ten, Buddha'ya kadar, tevhid dairesinin geniş bir daire olduğu hakikatine binaen, ve gerçeklere dayalı olarak konuşmamız hasebi ile bunu bu kadar net söylüyoruz.
Ancak, süreci yanlış tahlil ederek, Osman dönemi ve sonrası ortaya çıkan uygulamaları "İslam" kabul ederek, arayışın merkezini değiştirmek ile; Adnan Menderes'e bakarak, ve ya Kenan Evren'e bakarak Cumhuriyetin kuruluş sürecini eleştirmek arasında ne fark vardır ?
Mazdek, Ali, Ebuzer
Medine site devleti için "İslam toplumu" ibaresi geçer. (İslam Devleti ibareti geçmez.)
Yalnız orada, Yahudiler, sabiiler, farklı kabileler ve ırklar vardır. Aslında bunun anlamı şudur, bu unsurlar bir arada olmadığında "İslam toplumu olmuyor." İslam, köken olarak barış demektir. Farklılıkların çatışmadığı, barış ve kardeşlik içinde yaşayabildiği bir ortamda İslam'dan bahsedilebilir. İslam nedir?
Bu yapısı hasebi ile İslam, Doğu'nun tarihsel kimliğinin belirginleştiği bir sürecin inşasına sebep olmuştur. Ve Konfüçyüs'ten, Buddha'ya kadar, tevhid dairesinin geniş bir daire olduğu hakikatine binaen, ve gerçeklere dayalı olarak konuşmamız hasebi ile bunu bu kadar net söylüyoruz.
Ancak, süreci yanlış tahlil ederek, Osman dönemi ve sonrası ortaya çıkan uygulamaları "İslam" kabul ederek, arayışın merkezini değiştirmek ile; Adnan Menderes'e bakarak, ve ya Kenan Evren'e bakarak Cumhuriyetin kuruluş sürecini eleştirmek arasında ne fark vardır ?
Mazdek, Ali, Ebuzer
Somut olarak, Mazdek, Ali, Ebuzer gibi süreçlerin yetersizliğine vurulan dem, aslı itibari ile "hatalı bir İslam okumasından kaynaklıdır."
Şeytan Adem'e vesvese verdi ve dedi ki; Ey Adem, sana ebedileşme ağacını yani yıkılmaz mülkiyeti göstereyim mi ? (Taha Suresi 120. Ayet)
Şeytan ve Adem ilişkisi bu baş çelişki (yıkılmaz mülkiyet) üzerinden gelişiyor. Daha önce de belirtmiştim, sami dillerinin sembolik yapısı gereği (ki doğunun 4000 yıllık kadim dili, dinsel bir dildir.) sembolik anlatımlar ile örülmüş bu çelişki çözümlemesi, Adem'in gökten paraşütle indiği tezi üzerinden hareket etmez.
Adem öncesi
Kur'an'a göre, Adem'in öncesinde yeryüzünde kan dökeni bozgun çıkaran bir varlık vardır. (Bakara 30) Allah bu varlığı halifeleştirmiştir ve meleklere (uzuvlara) itaat emri vermiştir. (Bakara 30) Şeytan secde etmemiştir. Bunun nedeni, yeni durumdan duyduğu rahatsızlıktır. Kanın dinmesidir. Yeryüzünde inşa edilen cennettir, barış ve kardeşliktir.
Yani sınıfsız toplumdur. Bu bir zorlama değildir. Hakikatin ta kendisidir...
Akabinde insan Ademleşmiş (adamlaşma-erdemli değerler edinimi), yasak ağacın yarattığı kaosa son vermiştir.
Kaos ve yasak ağaç!
Yasak ağacın yarattığı kaos karşısında ki tutum, belirgin bir mücadelenin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Lakin, yasak ağacın, yani sınıflı toplumun yarattığı Tanrı motifleri üzerinden yapılan bir eleştirinin, bu çerçevede ki tutarlılığı tartışılmalı, incelenmelidir...
Antik dinlerin (özellikle de doğuda), tarih boyunca insan şahsiyetini beş kuruşluk etmesi nedeniyle, insanperest bir hümanizm algısının ortaya çıkışı (dialektik, polarite koşulu), insan ile beraber "dini" de karanlık olarak betimler.
Bu tıpkı şuna benzer;
Tutarlılık
X bir tutarsız tutum yüzünden, Y düşüncesinin tümünü karartmak.
İslam'ın yozlaşma sürecinde ortaya çıkan isyanlar (ki bunları pek okutmadıkların bilemiyoruz), en başta Karmatiler olmak üzere, mülkiyetçiliğe karşıt konumlanırken, bu bahsettiğimiz ölçüyü idrak etmişliği belirgin kılarak eylem üretmekteydi.
Ast-üst ilişkisinin örgütlü hali olan saltanatın dayattığı ve dikta ettiği ast-üst ilişkisine dayalı toplum zihninde eşitlik, ancak ilahi kudretin "kendi doğa kanunları ile kavga etmesi sureti ile" itibarsızlaştırılabilirdi.
İhvan'ı Safa
İhvan'ı Safa risalelerinin yakılan bölümleri (yakılmayan yerlerde de rastlanabilir ) ağırlıklı olarak, bu düşünce üzerine odaklanmıştır.
Varlık aleminden soyutlanmış bir tanrı yerine, ya da dikey hiyerarşik bir Tanrısal ilişki yerine, "yaratılanı severiz yaratandan ötürü" düşüncesini merkeze alan, dikey bir ilişki ortaya çıktı
Bu dikey ilişki, sınıfsız topluma taşıyabilecek dinamikler üretmek ile kalmayıp, ideolojik bir hedef olarak Cennet, yani Darüsselam düşüncesini ortaya çıkardı...
Ahlak
Fakat, bu görüş, İslam'ın aslı olduğu halde, marjinal, ekstra bir görüş olarak tanımlanmaya mahkum oldu. Bugün de durum böyledir.
Yaratılan ahlak, toplumsal paradigmaya bağımlıdır. Ahlak, fıtrata uygun olan manasına gelir. Ahlak, halık, halk aynı kökten gelir.
Yaratıcıyı yansıtan zümre : halk.
Bu zümreyi inşa eden kaide ve olgular : ahlak.
Lakin incelik ise şudur. Ahlak, insan fıtratına uygun olan olgu demek değildir. Kainat fıtratına uygun olan olgudur. Çünkü insan, kusurlu bir varlıktır. Daha doğrusu, hırsları ve nefsi vardır.
Bunlardan kurtulması için, kainatı anlaması gerekir...
Örneğin, kış uykusuna yatmayan canlılar mal biriktirmezler. Peki insan niye biriktirir ? Biriktirdiğinde, ahlaksızlaşmış olur...
Kısmetse devam edeceğim...
Şeytan ve Adem ilişkisi bu baş çelişki (yıkılmaz mülkiyet) üzerinden gelişiyor. Daha önce de belirtmiştim, sami dillerinin sembolik yapısı gereği (ki doğunun 4000 yıllık kadim dili, dinsel bir dildir.) sembolik anlatımlar ile örülmüş bu çelişki çözümlemesi, Adem'in gökten paraşütle indiği tezi üzerinden hareket etmez.
Adem öncesi
Kur'an'a göre, Adem'in öncesinde yeryüzünde kan dökeni bozgun çıkaran bir varlık vardır. (Bakara 30) Allah bu varlığı halifeleştirmiştir ve meleklere (uzuvlara) itaat emri vermiştir. (Bakara 30) Şeytan secde etmemiştir. Bunun nedeni, yeni durumdan duyduğu rahatsızlıktır. Kanın dinmesidir. Yeryüzünde inşa edilen cennettir, barış ve kardeşliktir.
Yani sınıfsız toplumdur. Bu bir zorlama değildir. Hakikatin ta kendisidir...
Akabinde insan Ademleşmiş (adamlaşma-erdemli değerler edinimi), yasak ağacın yarattığı kaosa son vermiştir.
Kaos ve yasak ağaç!
Yasak ağacın yarattığı kaos karşısında ki tutum, belirgin bir mücadelenin neticesinde ortaya çıkmıştır.
Lakin, yasak ağacın, yani sınıflı toplumun yarattığı Tanrı motifleri üzerinden yapılan bir eleştirinin, bu çerçevede ki tutarlılığı tartışılmalı, incelenmelidir...
Antik dinlerin (özellikle de doğuda), tarih boyunca insan şahsiyetini beş kuruşluk etmesi nedeniyle, insanperest bir hümanizm algısının ortaya çıkışı (dialektik, polarite koşulu), insan ile beraber "dini" de karanlık olarak betimler.
Bu tıpkı şuna benzer;
Tutarlılık
X bir tutarsız tutum yüzünden, Y düşüncesinin tümünü karartmak.
İslam'ın yozlaşma sürecinde ortaya çıkan isyanlar (ki bunları pek okutmadıkların bilemiyoruz), en başta Karmatiler olmak üzere, mülkiyetçiliğe karşıt konumlanırken, bu bahsettiğimiz ölçüyü idrak etmişliği belirgin kılarak eylem üretmekteydi.
Ast-üst ilişkisinin örgütlü hali olan saltanatın dayattığı ve dikta ettiği ast-üst ilişkisine dayalı toplum zihninde eşitlik, ancak ilahi kudretin "kendi doğa kanunları ile kavga etmesi sureti ile" itibarsızlaştırılabilirdi.
İhvan'ı Safa
İhvan'ı Safa risalelerinin yakılan bölümleri (yakılmayan yerlerde de rastlanabilir ) ağırlıklı olarak, bu düşünce üzerine odaklanmıştır.
Varlık aleminden soyutlanmış bir tanrı yerine, ya da dikey hiyerarşik bir Tanrısal ilişki yerine, "yaratılanı severiz yaratandan ötürü" düşüncesini merkeze alan, dikey bir ilişki ortaya çıktı
Bu dikey ilişki, sınıfsız topluma taşıyabilecek dinamikler üretmek ile kalmayıp, ideolojik bir hedef olarak Cennet, yani Darüsselam düşüncesini ortaya çıkardı...
Ahlak
Fakat, bu görüş, İslam'ın aslı olduğu halde, marjinal, ekstra bir görüş olarak tanımlanmaya mahkum oldu. Bugün de durum böyledir.
Yaratılan ahlak, toplumsal paradigmaya bağımlıdır. Ahlak, fıtrata uygun olan manasına gelir. Ahlak, halık, halk aynı kökten gelir.
Yaratıcıyı yansıtan zümre : halk.
Bu zümreyi inşa eden kaide ve olgular : ahlak.
Lakin incelik ise şudur. Ahlak, insan fıtratına uygun olan olgu demek değildir. Kainat fıtratına uygun olan olgudur. Çünkü insan, kusurlu bir varlıktır. Daha doğrusu, hırsları ve nefsi vardır.
Bunlardan kurtulması için, kainatı anlaması gerekir...
Örneğin, kış uykusuna yatmayan canlılar mal biriktirmezler. Peki insan niye biriktirir ? Biriktirdiğinde, ahlaksızlaşmış olur...
Kısmetse devam edeceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder