7 Nis 2012

Tam Bir Maskaralık!


Cumhuriyet 07.04.2012


AYDINLANMA
Emre Kongar


Maskara sözcüğü, her ne kadar bazı sözlüklerde Arapça kökenli görülüyorsa da, Türkçeye İtalyanca ve Fransızcadan geçmiş bir kelimedir.
Maskara olmak, maskara etmek, maskaralık, maskaralık yapmak gibi fiil ve isim biçimlerinde de kullanılır.
Günlük konuşmada, kirpiklere sürülen makyaj malzemesi ve ayakkabıların önündeki enine süs dikişi anlamlarını bir yana bırakırsak, bir kısmı birbiriyle de çelişen pek çok anlama gelir:
1) Festival, eğlence, gösteri, geçit töreni…
2) İnsanları eğlendirmeye çalışan gülünç insan…
3) Sevimli insan…
4) Kendini bayağılaştıran, rezil eden insan…
5) Maskeli, gizlenmiş insan…
6) Kendini gizleyerek, başkalarını aldatan, yanıltan insan…
7) Öteki anlamlar, yani yukardakilerden nüanslarla ayrılan daha pek çok kavram…
Ve bu anlamlara dayalı olarak üretilmiş fiiller!
Sözcüğün bu denli çok anlam taşımasının nedeni, farklı dillerdeki değişik kullanımların Türkçeyi etkilemesi ve dilimizdeki çeşitlemelerle de zenginleşmiş olmasıdır.

12 Eylül sürecinin yargılanması, tam bir maskaralığa dönüşmüş durumda…
Ben her zamanki iyimserliğimle, bu maskaralığın dikkatimizi çektiği konuları ve bunlardan alınacak dersleri düşünüyorum:
Birinci ders, “Milli İrade” kavramı hakkındaki sorular.
1) Aldığı yüzde 50 oya dayanarak kendisini“Milli İrade’nin tek temsilcisi” gibi sunan bir siyasal iktidar, yüzde 92 oy ile kabul edilmiş bir süreci nasıl yargılar?
2) “Milli İrade” sadece alınan oy oranı mıdır; yüzde 50 oy, bütün “Milli İrade”yi temsil edebilir mi?
3) “Milli İrade” sadece oya bağlansa bile, hangisi daha meşru ve güçlüdür; yüzde 50 mi yoksa yüzde 92 mi?
4) “Milli İrade”yi çarpıtarak oy oranları üzerinden halk dalkavukluğu yapanlar, yüzde 92 oy oranının, yanlış, haksız ve gayri meşru olduğunu nasıl açıklıyorlar?
5) Ve “Milli İrade” konusundaki maskaralıklar hakkında akla gelebilecek daha pek çok soru.
İkinci ders, hukuk hakkındaki sorular.
1) 1980 süreci ve bunun ürünü olan 1982 Anayasası gayri meşru ise (ki ben daha o zaman bunun gayri meşru olduğunu söylemiş ve yazmıştım) bu anayasaya dayalı olarak 1982’den beri yapılan bütün kamusal, özel ve tüzel işlemler geçerliliklerini yitirmez mi; bütün seçimler, bütün yasalar, bütün evlenme ve boşanmalar, bütün alım-satımlar gayri meşru mudur?
2) Bir iktidarın meşruiyetini sağlayan anayasa gayri meşru ise, o anayasaya göre gerçekleştirilen seçimler sonunda ortaya çıkan iktidar meşru kabul edilebilir mi?
3) Bir siyasal iktidar, kendi meşruiyetinin dayalı olduğu anayasayı yapanları yargılayabilir mi?
4) Yapıldığı sırada suç kabul edilmeyen, hatta tam tersine övülen bir fiil, sonradan çıkarılan bir yasa ile geriye dönük olarak yargılanabilir ve cezalandırılabilir mi?
5) Dönemin tek sorumluları bugün yargıya çıkarılanlar mıdır; onlara destek verenler, hizmet edenler, fiilen suç işleyenler nerededir; örneğin, darbeye tam destek verdiği bilinen ABD ve darbe hükümetlerinde baş sorumlu olarak görev alan Turgut Özal da yargılanacak mıdır?
6) Ve anayasa hukuku ile ceza hukuku konusundaki maskaralıklar hakkında akla gelebilecek daha pek çok soru.
Üçüncü ders, uygulamalar hakkındaki sorular.
1) AKP iktidarı 1980 darbesine ve bu darbenin ürünü olan 1982 Anayasası’na karşıysa, neden bu anayasanın siyasal partiler ve seçimler üzerine getirdiği, başta yüzde 10 barajı olmak üzere, sınırlama ve kısıtlamaları kaldırmıyor?
2) AKP iktidarı, 1982 Anayasası’nın kurduğu YÖK’ü, üstelik de kaldıracağına ilişkin söz vermişken, neden sürdürüyor?
3) Bugünkü Özel Yetkili Mahkemeler o zamanki Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin bir benzeri ve hatta devamı değil midir?
4) İnsanlık dışı suçlar işlemiş olan birtakım insanların bu yargılamaya mağdur olarak katılmak istemeleri ne anlama geliyor?
5) Süreçte, işkence gören, hapse tıkılan, görevinden atılan gerçek mağdurlar ve bu işlemleri yapan gerçek sorumlular, suçlular, yargılamanın neresindedir?
6) Pek çok kesimin tepkisini çeken 4+4+4 eğitim yasasının ve halkın belini büken insafsız zamların tam yargı sürecinin başlamasından önce yürürlüğe sokulması tesadüf müdür?
7) Ve uygulamalardaki maskaralıklar konusunda akla gelen daha pek çok soru.
Dördüncü ders, medyanın durumu ve kişisel izlenimler.
Yarına!

12 Eylül’ün yargılanma sürecinin tam bir maskaralık olarak gündemin başına oturması konusunda bugün medyayı irdelemek istiyorum.
Önce üç genel ilkeyi anımsatmalıyım:
1) Her toplumsal ve siyasal olay esas olarak bir sonuçtur; bu nedenle ülkenin 12 Eylül öncesinde içinde bulunduğu durum unutulmamalıdır.
2) Hiçbir gerekçe, haksızlıkları, hukuksuzlukları, işkenceleri haklı göstermez.
3) Medya, sermaye yapısı itibarıyla siyasal iktidarların, özellikle de darbelerin, otoriter yönetimlerin baskılarına karşı hassastır, bu dönemlerde derhal otosansür de devreye girer.

Bu ilkeler akılda tutularak medyanın tutumuna baktığımızda birkaç gazete ve yazar dışında, 12 Eylül’ü doğuran nedenlerin, örneğin günde ortalama on gencimizin sokak ortasında katledildiğinin üzerinde durulmadığını, buna karşılık bütün yayınlarda sadece yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların, işkencelerin haklı olarak gündeme getirildiğini ve bütün haber ve yorumlarda bugünkü iktidar baskısının hissedildiğini görüyoruz.
Aslında 32 yıl önce de durum farklı değildi:
Medya o gün de iktidar çizgisindeydi, geçmişi eleştiriyordu…
Zaten kafa tutan gazete kapatılıyordu.
Bugün de iktidar çizgisindedir, geçmişi eleştirmektedir…
Zaten muhalifler hapse atılmaktadır.
O gün de bugün de medya, biri darbeyle öteki seçimle gelmiş iki baskıcı iktidarın tehdidi altındadır.
Bu nedenle o gün de, bu gün de mevcut iktidarın çizgisinde, sadece geçmişi eleştiren bir yayın yapmaktadır!
İnsanları rahatsız eden nokta, aynı kişilerin o gün, o iktidarı överken, bugün de bu iktidarı övmeleri, eski yazdıklarının ve söylediklerinin tam tersini yazmaları ve söylemeleridir.
Bu durum, hem bireysel hem de mesleki tutarlılık ve ahlak açısından ciddi çelişkiler ortaya koyuyor, medyaya ve yazarlara olan güveni yok ediyor.
Sorun sadece eski yazdıklarını inkâr eden ve tam tersini yazan kişilerle de bitmiyor…
Kişiliklerindeki özellikler yüzünden aşırılığa meyleden bazı yazarlar, mevcut iktidarlar karşısındaki dalkavukluklarından dolayı, övgülerinde de eleştirilerinde de “aşırıya kaçıyorlar”.
Üstelik bir de yeniyetme, cahil saldırganlar ortaya çıktı:
Bunlar hem cahil, hiçbir şeyden haberleri yok, hem de çok saldırgan, herkesi suçluyor ve ihbar ediyorlar!
Bağıra çağıra herkesi suçlayan, efendilerine hizmet etmek için muhaliflerine saldırırken hiçbir terbiye ve ahlak kuralı tanımayan bu kişiler medyanın yüz karası olarak tarihe geçiyor.
Birkaç cılız ses dışında 12 Eylül 1980’den önceki koşulları anımsatan da pek yok!
Üstelik 12 Eylül dönemindeki haksızlıklar, hukuksuzluklar, hapse tıkmalar, işkenceler çok haklı olarak gündeme getirilirken, bugün de aynı olayların devam ettiğine değinen, birkaç sorgulayıcı ve dürüst kalem dışında, kimse ortada görünmüyor!

Sevgili okurlarım, yukarda anlattığım medyanın bu “hal-i pür melâlini”, gazeteci, yazar ve medya patronu olan kişilerin adlarıyla da somutlaştırabilirim…
Ama bireysel teşhirlerin çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. (Zaten herkes her şeyi görüyor.)
Çünkü bütün bu çelişkilerin, bireysel ve mesleki ahlaksızlıkların esas sorumlusu, ister darbeyle gelmiş olsun isterse seçilmiş, siyasal iktidarların baskıcı tutumlarıdır.
Üstelik darbeci iktidarların doğasında olan baskıcılık, seçilmiş ve demokrat olduğu iddiasındaki iktidarlar açısından daha vahim, daha kabul edilemez bir özellik!
İnsan, medyadan kahramanlık beklemese de, kişisel ve mesleki ahlak açısından, medyanın görevi olarak, geçmişle hesaplaşılırken günümüzdeki haksızlık ve adaletsizliklerin de dile getirildiğini duymak istiyor…
Bunu yapmayanların, hele hele bugün eski yazdıklarının tam tersini yazanların geçmişe dönük yargıları da hiç inandırıcı olmuyor.
Konuya dün de bugün de, insan hakları ve demokrasi açısından yaklaşan yazarlar da var elbette; onlar kendilerine ve yaptıkları işe saygı duyan kişiler…
Ama sayıları o kadar az ki!
Salı gününe kişisel 12 Eylül anıları.

Hiç yorum yok: