31 Ağu 2013

Halkın ordusu

Silivri Mahkemesinin bir büyük tiyatro olduğu söylendi; Kuzey Deniz Saha Komutanı olarak görev yaparken tutuklanan Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu’nun sözleriyle, “Yasal, göreve yönelik, hiçbir suç unsuru taşımayan bir andıca paraf atmakla, bir şahsı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılayamazsınız”; o halde tiyatro zorunludur. Ancak Silivri tiyatro’dan çok fazlasıdır. Silivri bir okuldur. Ordu eliyle gelen İslam, ordu eliyle gelen iktidar, orduyu bitirmek istedi ve yepyeni bir orduya kapı açtı. Şimdi, mahkeme heyetinin büyük bir aceleyle istediği son savunmalarda ve son sözlerde, küllerinden doğan bir ordunun kendine güvenli sesini duyuyoruz. Teğmen Mehmet Ali Çelebi, sesini alçaltmasını isteyen heyete “Türk subayının sesi gür çıkar” diyor ve ekliyor: “Türk ordusu sermayenin, iktidarın ordusu değildir. Türk ordusu halkın ordusudur.”
Halkın güveni ve sevgisi
Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu, Silivri kürsüsünde tok sesiyle “Ben Amiral Mehmet Otuzbiroğlu” dedi, “Tamamen kanaate dayanan bu suçlamaları reddediyorum. Amaç TSK’da tasfiyedir. TSK’yı halk gözünde itibarsızlaştırmak, halkın ona karşı güvenini ve sevgisini yok etmek için, Atatürk’ün bize emanet ettiği tüm değerlere dokunabilmek amacıyla önlerinde engel gördükleri TSK’yı pasifize etmek için yapıyorlar.”
Eski Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, mütalaayı reddediyor; “Silahlı Kuvvetler’in pasifize edilmesi, içindeki güven ve saygının ortadan kaldırılması ve Silahlı Kuvvetler’e olan halk desteğinin azaltılması amacıyla yaptılar” diyor.
Bayraklı anti-Kemalizm
Türk ordusunu 80’li yıllarla, koyu İslamcılaştırma yıllarıyla tanıyan kuşaktanım. İlk, 12 Eylül’ü öğrendim. Orduyla gelmişti; halka karşı, akla karşı, onca bayrağa ve Atatürk vurgusuna rağmen Kemalizm’e karşı idi. Büyük sermaye, işçi ücretlerini daha daha çok düşürmek ve fabrikaya İslami itaat getirmek için despotizm ve İslamlaştırma programlarına sarılmıştı; ordu buna uydu. Askeri Cumhuriyet’i kurarken değil, yıkarken tanıdım. Amerikancılığıyla, “our boys” sözüyle tanıdım.
Kesintisiz İslamcılaştırma
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “kesintisiz İslamcılaştırma” politikasının peşine takıldığı bir döneme girmiştik. 28 Şubat 1997 tarihinde bu yolu durdurmak istediler; gelenden korkarak, ön planda olanları tasfiye ederek, yollarına devam ettiler. İsrail’e son derece yakın, sosyal adalete pek çok uzak, İsrail dışındaki tüm komşularıyla kavgalı, “vahşi kapitalist” bir İslamcı partinin peşine düştüler.
El bebek gül bebek
AKP iktidara gelmedi, getirildi.
Seçim günü, 3 Kasım 2002’de, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün uçağa binip Washington’a gitmesi pek kötü işaretti. Öyle ki bugün artık, Özkök’ün bu Washington gezisinde, “Ergenekon” denilen tertibi görüşüp görüşmediğini sormadan edemiyoruz.
3 Kasım 2002 bir darbeydi; TÜSİAD, yüksek komutanlar, CHP iç içe yaptılar. CHP anayasayı hiçe sayarak, en adaletsiz, en barajlı seçim sisteminde bile usülü bozarak Erdoğan’ı Meclis’e soktu; 2007 seçimlerinde ve 2010 referandumlarında neredeyse etkisiz elemandı. Ne Türkiye’nin hızla içine yuvarlandığı karanlığı, ne yargıyı, ne Anayasa’yı tartıştı. Yok-muhalefete de mi şükran duymalı; şimdi bunu parklardaki halk meclisleri yapıyor.
2002 bir darbeydi; 2001 devalüasyonu yapılmışken, kanunen 2004 varken, 2002 yılında seçimi kabul etmek ihanetti. Ordunun yönetim kademesi, AKP için bu usulsüz seçimi destekledi.
Barzanistan versus TSK
2008 yılında Milli Güvenlik Kurulu “Barzani Devleti”ni resmen kabul etti. O tarihe kadar fiili durum vardı. Barzanistan’ın yaşaması, bu ABD ve İsrail politikasının, sermayenin tüm açgözlülüğüyle önünü açmaya çalıştığı bu politikanın hayata geçmesi, Türk Ordusu’nun kabulü ya da boyun eğmesi sağlanmadan mümkün değildi. Washington - Tel-Aviv - F. Gülen - Aydın Doğan - Tayyip Erdoğan birlikte çalıştılar.
ABD ile İsrail’in programı, “kabul ettirme ve boyun eğdirmeydi”; askerin direncinin kırılması, Henri Barkey’in deyişiyle “yenilmesiydi”. Ergenekon devreye girdi. Hedef Türkiye’ydi, hedef orduydu. Ordu, Türkiye’yi korumadan kendini koruyamayabileceğini mi sandı, bilemiyoruz. Bildiğimiz, Barzanistan kabul edilirken, “adalete güveniyoruz” denildiği, Erdoğan’a güvenildiği ve davaların askeri mahkemelerden alındığıdır. Takas ortada; Barzanistan “alınmış” ve ordu “verilmiş” oldu.
‘ABD, Batı, işbirlikçileri’
Sermayenin, Amerika’nın ve İsrail’in pek geçici zaferidir. Türk ordusunu Silivri’ye, Hasdal’a “aldılar”; ancak İsmail Hakkı Paşa’nın pek haklı saptamasıyla “ABD/Batı’nın ve onların işbirlikçilerinin” yolu artık ortadadır; bunların “Türkiye ve bölge için uygun gördükleri düzen ancak yaratılacak korku ve baskı ortamıyla oluşturulabilirdi”. İsmail Hakkı Paşa, Silivri okulundaki dersinde, 12 Mart, 12 Eylül’le oluşturulan ortamın Türkiye’de yarattığı sosyal yapının bugün yürütülen davaların açılmasına imkân sağladığını anlatıyor.
Daha gururlu, daha onurlu
Silivri, tüm sakinleri için bir okul ve bir kürsü oldu; askerleri Silivri’ye ve Hasdal’a dolduranlar, onların dirençlerini kıramadıkları gibi güçlendirdiler. İsmail Hakkı Paşa’nın düzenli bir okuruyum; Aydınlık’ta yazıyor, “Türk Ordusu’na bu yaftaları yapıştıranlar, onu millet düşmanı gibi gösterenler, Genelkurmay karargâhını terör örgütünün yuvalandığı bir yer olarak tanımlayanlar söylediklerinin altında kalacaklardır”. Mehmet Paşa son savunmasını şu sözlerle bitiriyor: “Maruz kaldığım mağduriyet, benim Gazi Mustafa Kemal Atatürk sevgimi, vatan ve millet aşkımı bir nebze olsun azaltamadı. Gelecekte de daha da gururlu, daha da onurlu yaşayacağıma eminim.”
Teğmen Mehmet Ali Çelebinin sözleri kulağımızda yankılanıyor: “Kendime bir sanık gözüyle bakmıyorum. Aksine vatanseverlik davasının savunucusuyum. Burada kendimi değil ülkemin değerlerini, yaşamımın özü ve anlamı olan Kemalist Devrimleri savunuyorum. Mensubu olduğum Türk Ordusu devşirme bir ordu değildir. Sermayenin, iktidarın ordusu değildir. Türk Ordusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onu kuran halkın ordusudur.”
Silivri bir okul, Silivri bir nişan oluyor. Halkla orduyu uzaklaştırmıyor, yakınlaştırıyor. Son sözlerin ardından okunan Gençlik Marşı, Taksim’de, Kızılay’da, Eskişehir’de, Antakya’da okunana karışıyor.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Emekli Öğretmen Kıdemli Albay Candan Yıldızhan’ın mektubundan*


Başbakanlık önüne bir manga asker dizdirterek, topluma “asker benimle” mesajı vermeye çalışan Sayın Başbakan; bu şartlar ve yaklaşımlar dahilinde Jandarmanın kendisiyle olmayacağını/olamayacağını, Jandarma’nın kendisinin değil, halkın Jandarması olduğunu anlamalıdır. Sergileyeceğiniz böyle bir tutumla, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kamuoyu gözünde ve vicdanında törpülenmiş olan güveninin tekrar diriltileceğine, aksi halde şahsınızın ve teşkilatınızın da bu vebalde sorumluluk üstlenmiş olacağınıza inanmaktayım. Tüm ahval ve şeraite karşın, Mustafa Kemal’in vasiyetini üstlenmiş olan Türk gençliğinin O’nun Bursa Nutku’nda ifade ettiği gençlik gibi davranacağından asla şüpheniz olmasın.
*Emekli Albay Candan Yıldızhan’ın Aydınlık’a mektubudur.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Koramiral Mehmet Otuzbiroğlu’nun son savunmasından:

Yasal, göreve yönelik, hiçbir suç unsuru taşımayan, üstelik sadece onay alma amacı ile hazırlanmış bir karargâh çalışması olan bahse konu andıca koordine parafı atmakla bir şahsı “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası” istemiyle yargılayamazsınız. Ne yapmanız lazım? O kişiye büyük suçlar yüklemeniz lazım.
Bunu, tarihte Hitler’in “Propoganda Bakanı” Goebbels de yapmıştı. Goebbels “Öylesine büyük bir yalan söyle ki, kimse karşı çıkmasın” sözünü esas alan “Büyük Yalan” olarak bilinen tekniğini kullanmadaki büyük ustalığıyla tanınır. İşte bizlere de bu yapıldı.
O halde Mehmet Otuzbiroğlu hedef mi alındı?
Mehmet Otuzbiroğlu, Deniz Kuvvetleri’nde görevli koramirallerin birinci sırasındaydı. Bir üst rütbeye terfilerin karara bağlanacağı 2011 yılı Yüksek Askeri Şûra toplantısından beş ay önce 11 Şubat 2011 günü Balyoz davasında tutuklandı. Bu nedenle Ağustos 2011’deki Yüksek Askeri Şûra’da değerlendirmeye alınmadı. Bu da yetmedi, Balyoz davasından Hasdal Askeri Ceza İnfaz Kurumu’nda tutuklu olduğu halde, hakkında yakalama kararı çıktı ve “İnternet Andıcı” davasından 17 Ağustos 2011 günü bir kere daha tutuklandı.
***
Bu davalarda, Deniz Kuvvetleri’nin en kıymetli amiralleri ile Deniz Kuvvetleri’nin kurumsal kültürünü, tarihsel tecrübelerini devralıp sürdürecek, amiral olmaya layık kıymetli üst subayları hedef alındı ve tasfiye edildi.
Amerikalı stratejist George Friedman’ın bir kitabında yazmış olduğu iki ayrı cümlesini okuyacağım. Yorum size ait.
George Friedman ‘Gelecek 10 yıl’ adlı kitabında, “Güç dengesi stratejisi, bir çeşit deniz savaşıdır ve Amerika’nın görevi, denizleri kontrol etmesini tehdit edecek meydan okuyucuların güçlenmesini engellemektir” diyor.
Yine aynı Friedman, “Bir donanma gücü oluşturmak nesiller alır. Ama bu süreç gerekli teknolojiyi üretmek için değil, iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi için gereklidir” diyor.
Balyoz davasında görevdeki 50 amiralin 25’inin tutuklanması ve cezalandırılması, İzmir’deki Casusluk davasında da 4 amiralin yargılanması sizlere bir şey ifade ediyor mu?
Buna paralel olarak, akademisyenler, aydınlar, siyasetçiler, gazeteciler, her meslekten ülkemizin üzerinde oynanan oyunların bilincinde olan, demokrasi ve özgürlüklerin takipçisi olan, ifade özgürlüğünü anayasal hak olarak gören yurtsever kişiler de Ergenekon ve türevi davalarla yıllarca zindanlarda çürütülerek, toplum üzerindeki korku ve baskı ortamı sürdürülüyor.
***
Ben Amiral Mehmet Otuzbiroğlu,
13. Ağır Ceza Mahkemesi Heyeti,
Kararınız ne olursa olsun,
Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Mısır ordusunun halka karşı Mursi’yi korumasını, Türk albayının, koltuğa yayılmış Amerikan çavuşunun önünde ayakta durmasını istiyorlar.
Yalçın Küçük’ün kuşaklar büyüten çalışması Türkiye Üzerine Tezler’in üçüncü cildinde aktardığı bir anekdot bulunuyor, Albay Muzaffer Yurdakuler’den dinlemiş. Tam tarih verilmiyor, 1950’li yılların sonları olduğunu anlayabiliyoruz; Kurmay Albay Muzaffer Yurdakuler, zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un odasına giriyor ve ayakta bir iş görüşüyorlar. Bu sırada kapıda ağzında purosuyla bir Amerikan astsubayı görünüyor; Orgeneral Erdelhun müthiş seviniyor. İki dost türünden, iki koltuk çekiyorlar, Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi dairesinde, Türk orgenerali ile Amerikan çavuşu karşılıklı oturup sohbet ediyorlar.
‘Türk albayı ayakta kalamaz’
İhtilalci Albay Yurdakuler, çok sinirleniyor ve birdenbire bir koltuğu gözüne kestirip oturuveriyor. Orgeneral Erdelhun birden kaşlarını çatıyor ve soruyor: “Ne oluyor, Albayım?” Muzaffer Albay cevap veriyor: “Bir şey olmuyor. Bir Amerikan çavuşu, bir Türk Genelkurmay Başkanı’nın karşısında ayağını masaya uzatarak oturursa, bir Türk kurmay albayı da ayakta kalamaz”. Erdelhun, bunu beklemiyor ve “çık dışarı” diyor; “sonra görüşürüz”. Muzaffer Albay, dosyaları kapatıyor, “görüşürüz” diyerek çıkıyor. Görüştüklerini biliyoruz. Kısa bir zaman sonra, Orgeneral Rüştü Erdelhun, toplanıp, Kara Harp Okulu’na getiriliyor. Muzaffer Albay, Bayar-Menderes rejiminin son genelkurmay başkanının tutulduğu odaya giriyor ve “ayağa kalk” diyor; karşında ihtilalci albay var”.
Demokrasi arayışı
Amerikan çavuşunun Türk albayı karşısında ayaklarını uzatarak oturduğu yıllar acımasız ve onur kırıcı yıllar oldu. Türkiye Büyük Millet Meclisi insanları tutukluyordu, gazeteciler cezaevlerindeydi; Demokrat Parti hükümeti büyük bir şiddet kullanıyordu. Halk, bu hem hukuken hem de fiilen meşruiyetini yitirmiş iktidara her yerde tepki gösteriyordu. 27 Mayıs öğrencilerin, aydınların, halkın demokrasi arayışıyla hayat buldu; yönetimi almada TSK içinde çalışan gizli bir örgütün önemli ve sonuç alıcı rol oynamasını bu açıdan abartmamakta yarar bulunuyor. Bir cahilleştirme ve belleksizleştirme çağında yaşıyoruz; silahlı güçlerin şu ya da bu ölçüde katılmadığı devrim bilmediğimizi sıklıkla hatırlatmak gerekiyor. Önemli olan, silahların kimin programı için, kime doğrultulduğu olmuştur.
Darbe çığlıkları
Tam da bu nedenle, halka karşı en acımasız silahları kullanmakta, tekeller için Ortadoğu’yu kana bulamakta, insanları köle ücretine, ortaçağdan kalma köhne zihinlere, cezaevlerine mahkum etmekte tereddüt etmeyenlerin ve gazetelerde, yargıda, “muhalefet” partilerinde bu düzenin “köşelerini” tutanlar canhıraş bağırıyorlar: 27 Mayıs darbedir!
Silivri’de 27 Mayıs
Adım adım ilerliyoruz. Türkiye’nin bugüne kadarki en özgürlükçü anayasasını, çift meclisi, Anayasa Mahkemesini ve radyo ve TRT’ye özerkliği getiren, “tam bağımsızlığı” şiar edinen bir kuşağın önünü açan 27 Mayıs’ın kutlandığı bayram, Türkiye’de darbelerin darbesi 12 Eylül’de kaldırıldı. Kılıçdaroğlu ile birlikte, sermayenin ve Amerika’nın gözüne girebilmek üzere 27 Mayıs için özür dileme ihtiyacı duyan bir “muhalefet” partisi liderimiz oldu. Bugünse halk devrimine darbe demeyenler, Ergenekonculukla suçlanıyor. Orgeneral Nusret Taşdeler Silivri’deki son savunmasında egemenlerin 27 Mayıs hıncının ne denli büyük olduğunu en yalın şekliyle ifade ediyor.
‘Sartre Fransa’dır’
Orgeneral Taşdeler, İddia Makamının, Örgüt üyelerini tespit etmede kullandığı kriterlerin ne derece ilkel bir düşüncenin eseri olduğunu gösteren bir örneği dikkatinize sunacağım, diyor. “Esas Hakkındaki Mütalaanın 672’nci sayfasındaki izahattan anlaşıldığına göre; şayet 27 Mayıs 1960 hadisesine, bunun ‘Darbe’ olduğuna inanan İddia Makamının aksine ‘Devrim’ diyorsanız, yani ‘Muhalif’ düşünce ifade ediyorsanız, siz bir Ergenekon Terör Örgütü üyesisiniz. İşte bu kadar basit... Aklıma, kendisine “Dönemin en sert, inatçı ve etkili muhalifi Jean-Paul Sartre’a neden dava açmadığı” sorulduğunda, Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün verdiği ‘Sartre est France!’ yani ‘Sartre Fransa’dır!’ cevabı geliyor. Ama maalesef, bu sözü günümüz Türkiye’sinde hatırlamak, Türk demokrasisi ve yargısı adına, insana sadece utanç ve ızdırap veriyor.” Orgeneral Taşdeler Türk demokrasisi ve yargısı “adına” utanç ve ızdırap duymak zorunda kalıyor.
Türk egemenleriyse utanç ve ızdırap değil, korku duyuyor. Silivri’de geçmiş bir darbe girişimini değil, Türkiye’nin geleceğini yargılamak istiyorlar.
Geleceğe karşı mütalaa
Emekli Orgeneral Hasan Iğsız, heyet tarafından yarıda kesilen konuşmasında, işte bu yüzden “Suçlamaların, delillerle değil, hayal gücü zorlanarak oluşturulan varsayımlarla yapıldığını görüyorsunuz. Suçlu olduğunuz kanıtlanmamış olmasına rağmen, suçsuz olduğunuzu kanıtlamaya zorlanıyorsunuz. Savcı gibi Mahkeme de, kovuşturma safhasında ortaya çıkan gerçekleri görmezden geliyor. Yapılan itirazların hepsi reddediliyor” diyor.
Korgeneral Mehmet Eröz, işte bu yüzden, davanın başlangıcında polis tespit tutanaklarının iddianame haline dönüşmüş olduğunu görmüştük, diyor. İşte bu yüzden “duruşmalar sırasında yine polis tespit tutanakları adeta bilirkişi raporu olarak işlem görüyor”. Korgeneral Eröz’ün isyanı Silivri’nin isyanıdır; “Şimdi de bugüne kadar yapılan savunmalar, dinlenen tanıklar ve mahkemenize gelen belgeler dikkate alınmaksızın iddianamenin hemen hemen aynısıyla ve aynı esaslarla savcılığın esas hakkındaki mütalaasına dönüştüğünü görmekteyiz”. Mütalaa Türkiye’nin geleceğine karşı mütalaadır.
Ancak Türkiye’nin geleceği hakkında karar verecek olan, halkın iradesini yansıtmaktan onca uzak seçim kanununa; bu en adaletsiz, en barajlı seçim sisteminde bile usülü bozarak Erdoğan’ı Meclis’e sokturan “muhalefet” partisine; sermayenin medyasının ve hatta yüksek komutanların koşulsuz desteğine dayanarak yükselen “ılımlı İslam” projesi partisi ve onun kadroları değil, halkın kendisidir.
Laboratuvar islamının çöküşü
Şimdi “köşeleri” tutanlar, Mısır’da, ABD ve İsrail laboratuvarlarında üretilen ılımlı İslam projesinin çöküş sesleri duyulurken ve tam da bu sesi duydukları için bir kez daha, yorulmadan “darbeee” diye bağırıyorlar. Demokrasi ve özgürlük havarisi AKP ve “gazetelerimiz”, orduyu Amerikancı Müslüman Kardeşleri desteklerken “baharın” bir parçası ilan ediyordu; canhıraş itirazları, bugün Mısır ordusunun, geçmişteki tüm Amerikancı bağlarına rağmen, halkın taleplerinin arkasında konumlanmış olmasıdır.
Kamber CHP
Kambersiz düğün olmuyor, İtfaiye Kemal’in CHP’si her “zor günde” olduğu gibi AKP’nin imdadına yetişmeye koşuyor ve TOMA’ların önüne oturan Emine Ülker Tarhan’ın yerine aldıkları yeni Grup Başkan Vekili Engin Altay ile Faruk Loğoğlu da “darbe” türküsüne katılıyor. Yeni dönemin amentüsüdür.
Mısır ordusunun halka karşı Mursi’yi korumasını; Türk albayının, koltuğa yayılmış Amerikan çavuşu önünde ayakta durmasını, halka karşıysa ‘our boys’ olmasını istiyorlar; buna ihtiyaç duyuyorlar.
ABD’nin çocukları, halkın çocukları
Mısır’da halkın gücünün orduyu yanına çekişini, ABD ve İsrail’in Müslüman Kardeşler projesinin çöküşünü izledik. ABD’nin en büyük korkuları gerçek oluyor; payına, Mısır halkına karşı örtük savaşını bu büyük yenilgiden sonra konumlandığı yerde sürdürmek düşüyor. Halkın bir iktidar programının olmaması büyük bir dezavantajdır, ancak ılımlı İslam’a karşı zaferinden kuşku bulunmuyor.
27 Mayıs, Türkiye’nin bugüne kadarki en özgürlükçü anayasasını, çift meclisi, Anayasa Mahkemesini getirdi; düşüncenin, yeni programların yolunu açtı. Ancak TSK’nın, 1960’ta halkın yanında 27 Mayıs’ı gerçekleştiren gizli örgüte desteği Haziran 1961’e kadar sürdü ve bir yıl içinde sona erdi. Dahası, 27 Mayıs 1960 sabaha karşı yönetimi alan gizli örgütçü subaylar, radyodan, NATO’ya ve bir Amerikancı Ortadoğu anlaşması olan CENTO’ya bağlılıklarını ilan ettiler; bildirilerini Amerikan Elçiliği’nin kapısının altına atmayı ihmal etmediler.
Dünün Türk Genelkurmay Başkanı ve ihtilalci albayı karşısında yayılarak oturan Amerikan çavuşu, bugün “çuval” ve “Silivri”dir. Ancak Silivri şimdi bir de Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin “Biz sermayenin, iktidarın değil, halkın ordusuyuz” türküsünü söylediği yerdir.

Silivri dersleri’nden
Orgeneral Nusret Taşdeler
İddia Makamının, İddianamelerinin olduğu gibi Esas Hakkındaki Mütalaasının da, hukuki değeri itibarıyla, mukabilinde “savunma” yapılmasını hak etmediği yönündeki kanaatimi, belirtmek isterim.
Ülkemizde, aralarında maalesef hukukçuların da bulunduğu bir kesimin, “Adalet”i temsil eden gözleri bağlı, sol elinde kılıç, sağ elinde terazi bulunan heykeldeki figürün, Mitolojik tanrıçalardan “İlahi adaleti temsil eden, öfke, kin, nefret ve intikam duyguları ile karar vermeyen, hiç kimseyi haksız yere cezalandırmayan” THEMİS değil de, “Adaleti hiç umursamayan, her kararını öfke, kin ve nefret duyguları ile veren, intikam almak istediği kişilere her türlü iftirayı atmaktan çekinmeyen” NEMESİS olduğunu zannettikleri anlaşılmaktadır. Bu kesim tarafından; “Siyasi Dava” olarak tanımladıkları Ergenekon Davasının görülmesinde; “Masumiyet İlkesi”nin ve Ceza Muhakemesi Kanununun emredici “Usul Hükümleri”nin uygulanmasına dikkat gösterilmesinin hiçbir öneminin olmadığı, bu davanın sanıklarına “Vatandaş Ceza Hukuku”nun değil, “Düşman Ceza Hukuku”nun uygulanması gerektiği görüşü ısrarla ileri sürülmektedir.
23 Eylül 2012 tarihli Star Gazetesinin 16’ncı sayfasında, “Oslo’da asla anlaşma imzalanmadı” başlıklı bir haberde (EK-D) yer alan, “Başbakan Erdoğan’ın, CHP’nin Oslo belgeleri olarak açıkladığı metinlerin gerçeği yansıtmadığını belirterek ‘Altında imzamın olmadığı evrak belge olamaz’ dediği” bilgisi, İnternet Andıcı Davası ile ilgili oldukça çelişkili bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuştur: İddia Makamı, imzasız ve parafsız yazıları “Hukuki Belge” olarak değerlendirip, “Delil” kabul ederek, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetine karşı suç işlendiği iddiasında bulunmakta; ancak kendisine karşı suç işlendiği iddia edilen Hükûmet’in Başkanı olan Sayın Başbakan, “Altında imza bulunmayan bir evrakın belge olarak kabul edilemeyeceğini” ifade etmektedir.

Orgeneral Hasan Iğsız
120 milyon sayfa evrakın savcılar tarafından incelenmiş olması imkansız. 22 iddianamenin bir araya getirildi. Kısa bir aranın ardından 2 bin 271 sayfalık mütalaayı mahkemeye sunmuştur. Bu zihinsel olarak olağanüstü bir performansı gerektirir. Ancak konunun zekayla bir ilgisinin olmadığı açık.
Suçlamaların, delillerle değil, hayal gücü zorlanarak oluşturulan varsayımlarla yapıldığını görüyorsunuz. Suçlu olduğunuz kanıtlanmamış olmasına rağmen, suçsuz olduğunuzu kanıtlamaya zorlanıyorsunuz. Yani hukuk tersyüz edilmiş oluyor. ‘Artık yanlış düzelir’ diye düşünüyorsunuz. Ancak, görüyorsunuz ki Savcı gibi Mahkeme de, kovuşturma safhasında ortaya çıkan gerçekleri görmezden gelerek “Kuvvetli suç şüphesi-tutukluluğa devam” kararı alıyor. Yapılan itirazların hepsi reddediliyor. Daha sonra esas hakkında mütalaa geliyor. Bakıyorsunuz, başladığınız noktadasınız. Sanki duruşma süreci hiç yaşanmamış gibi. Bütün bunları yaşadıktan sonra hala, ‘Acaba bu Mahkeme nasıl bir karar alır?’ diye merak eder misiniz? Mahkemenizde adil olarak yargılandığıma inanmıyorum ve hakkımdaki suçlamaları reddediyorum. Son olarak şunu söyleyeceğim: Toplum vicdanı, bizi olduğu gibi sizi de yargılayacaktır.
100.000’in üzerinde insanımızın sürdürülmekte olan yargı ile ilgili duygularını göstermek için SİLİVRİ’ye yürüdükleri günün ertesinde, Hürriyet Gazetesi’nde Ertuğrul ÖZKÖK’ün yazısında şöyle bir ifade yer alıyordu:
“İddia ediyorum, birgün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, Silivri sürecini araştırma komisyonu kurulacak. Bu komisyon, siyasetçileri, gazetecileri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerini, hukukçuları dinleyecek.”

Korgeneral Mehmet Eröz
Davanın başlangıcında polis tespit tutanaklarının iddianame haline dönüşmüş olduğunu görmüştük. Duruşmalar sırasında da yine polis tespit tutanaklarının adeta bilirkişi raporu olarak işlem gördüğüne tanık olduk. Şimdi de bugüne kadar yapılan savunmalar, dinlenen tanıklar ve mahkemenize gelen belgeler dikkate alınmaksızın iddianamenin hemen hemen aynısıyla ve aynı esaslarla savcılığın esas hakkındaki mütalaasına dönüştüğünü görmekteyiz.
İmzasız, sahte bir ihbar mektubuna itibar ediliyor ancak, Korgeneral rütbesine kadar 45 yıl süreyle Türk Silahlı Kuvvetleri üniformasını şeref ve gururla sırtında taşımış şahsıma, tanık ve belgelerimize inanılmıyor. İddia Makamının, yönelttiği iddiaların ve suçlamaların hiçbirini, somut delillere veya maddi olgulara dayanarak ispatladığını kabul etmek mümkün değildir.

Hiç yorum yok: