1 Eyl 2013

Medine sekülerizmi

Son yıllarda sıkça gündeme gelen “Müslümanların sekülerleşmesi” meselesine katkı sunma adına bir makale hazırlamaya karar verdim.
Keza, sekülerleşmeden ne tür anlamların çıkartıldığını genel olarak görebiliyor ve eleştirilerimizi yapıyoruz. Lakin daha kapsamlı bir düşünüş üretmemiz, ortaya koymamız da gereklidir.

Sekülerizm kelimesi latince de “nesil” anlamına gelen, daha sonraları dünya manasında kullanılmaya başlayan “sakulum” kelimesinden türemiş bir kavramdır. Anlamı; “dünyacılık” demektir.
Nesil ve yüzyıl anlamına geliyor olması hasebi ile, “zamanın ruhuna uygunluk” anlamında da kullanılabilir. Keza, felsefi açıdan sekülerizm; “devletin, dini zeminin dışında, somut nesnelliğe uygun bir biçimde örgütlenmesidir.”

Fransız devrimi sonrası gelişen “hümanizm” akımının ciddi anlamda öne aldığı bu kavram, basit anlamıyla; “din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak manasına gelmiştir.”
Aynı zamanda, dini ve metafizik inançların “dünyayı tanımlamayacağı, günlük hayatın işleyişini belirleyemeyeceği” yönünde bir sosyal ideoloji olarak karşımıza çıkan sekülerizm, Avrupa aydınlanmasının en temel referans noktası olan “hümanizmin” doğurduğu bir çocuk olarak karşımıza çıkıyor.

Hatta sekülerizm, toplumsal etiğin “seküler etik” şeklinde tezahür etmesi gerektiği noktasında, “rasyonel çözümlemelerin” belirleyiciliğini ortaya atar.
Bu yönüyle sekülerizm, Batı’da doğmuş olması açısından, “bir dünyanın kendi gerçekliği içinden yapılmış bir çözümleme olarak görülebilir.”
Tam bu noktada, Truva’dan beridir süregelen kadim bir çelişki ve çatışmanın etrafından meseleyi kavramaya çalışalım.
***
Doğu-Batı çatışması
Çok yüzeysel bir analizle meseleye gireceğim. Dinler açısından değerlendirdiğimizde; “Hristiyanlığın barışçıl ve kardeşçil ruhu, Batı’ya hicret ettiğinde; engizisyon ve Haçlı seferlerine, Yahudiliğin kadim kültürel mirası Batı’ya hicret ettiğinde, Siyonizm; ve İslam’ın devrimci vizyonu Batı’ya iltica ettiğinde “Abdestli Kapitalizm” oluverdi...
Bunun temel nedeni ne idi? Tüm bu oluşların temelinde, bir tür “tesadüf mü yatmaktadır?” Yoksa, tarihsel ya da kültürel açıdan, iki farklı dünyanın “belirleyiciliğini” ortaya koyan bir gerçeklik midir olup bitenler...

Osmanlı’nın “İslam kavrayışının” yarattığı rahatsızlık ve “sekülerleşme eğiliminin” ortaya çıkışına neden olan “dini referansları” incelediğimizde, tümüyle 1453 sonrası gelişen referanslar olduğunu görürüz. Yani Osmanlı’nın Batılılaştığı, İstanbul’u feth ederek “Bizanslaştığı” döneme denk düşen bir süreçle karşılaşırız.
Hep söylemişimdir. 1453 yılında Osmanlı İstanbul’u feth etmemiştir. Bizans, Osmanlı’yı feth etmiştir. Keza, 1453; büyük dönüşümün, Bizansist Osmanlı kavrayışının ortaya çıkmasına neden olan arayışların son aşamasıdır. Öncesinde Anadolu coğrafyasında yaşanan “denge ve dialektik birlik” ve sonrasında tecelli eden normlar mukayese edildiğinde, bu söylediklerim çok daha net anlaşılacaktır.
***
Dolayısı ile, 19.yy’da Anadolu’da ortaya çıkan sekülerleşme eğilimi, Batılılaşmış (kültürel, ekonomik, felsefi ve dinsel anlamda) Osmanlı’nın yarattığı rahatsızlığa karşı “haklı bir çıkış olarak görülebilir.” Fakat, rahatsızlığı yaratan referansın doğru çözümlenmesinin yapılması, ve tarihsel bir bakışla yeniden değerlendirilmesi gerekir.Keza, Osmanlı’nın batılılaşması, ekonomi-politik zeminde örgütlenmemiş, Osmanlı’da “sanayi devrimi”gerçekleşmemiş, kapitalist aşamaya geçilmemiş, feodal dönemin kalıntıları üzerinden, kültürel ve ideolojik açıdan Batı normlarına uygun bir felsefi dil ile örgütlenmesi açısından “Batılılaşmıştır” deriz.
Çünkü bugün “Batılılaşma” en temelde, Kapitalist moderniteye adaptasyon olarak karşımıza çıkar. Bu adaptasyon batılılaşma, ya da Batılaşma olarak tanımlanır. Osmanlı bu anlamda; emperyalist dönem öncesi, Colomb’un colonyalizmine benzer.İşlevsel olarak aynıdır. Fakat; kapitalizmin tam anlamıyla örgütlenmeyişi nedeniyle, tanıma uygun bir emperyalizm olarak ifade edilemeyen Colombizm, colonyalizm olarak tanımlansa da, emperyalizmin en temel davranış biçimlerine uygun düşer.

Evet. Eğer “Dünya’yı, dünyaya ait olanlar ile anlamak, yalın anlamıyla sekülerizmin kimyası ise, bu Doğu’nun kadim kültürel mirası içinde mevcuttur. Yaşanmıştır. Ve buna en güzel örnek; Medine Sekülerizmi diyebileceğimiz, Medine vesikasıdır.”
Bir önceki yazımızda yer alan tahliller ekseninde Medine’yi düşlediğimizde, Avrupa aydınlanmasıyla birlikte ortaya çıkan “sekülerizm” kavramına karşılık gelebilecek yaşamsal normları bir nebze idrak edebilmemiz mümkündür.
Bir toplumun dünyeviliği, o toplumu oluşturan farklılıkların bir aradalığı ile ölçülür. Örneğin; “inançsal, etnik ve kültürel” tüm farklılıkların uyumu, dünyeviliğe işarettir. Bu anlamda, uyumu üreten temel ilişki modeli; “herhangi bir inancın, kimliğin ya da kültürün ötekiler üzerinde tahakküm kurmamasıdır.” Sekülerlik, en temelde “bu tahakküme karşıtlık olarak değerlendirilebilir.”
Tabii, bu hususta “Riya Tabirleri” adlı kitabımda yaptığım analizin dışında bir söz söylüyorum. Sekülerizm ya da hümanizm hususunda ortaya koyulan referansları incelediğimizde, “tarihsel uygulanış biçimi açısından, kavramın doğuşuna yabancılaşmanın zuhur ettiğini söylememiz mümkündür.”
Fakat “amaç ve usul” açısından çok farklı noktalarda örgütlense de; Medine’de icra edilen yaşamsal pratik, sekülerizmi aşmış bir derinliğe sahiptir.
Keza, “maddi olanın nesnelliği ile birlikte, mananın maddi temellerde biçimlendirilişi ve akabinde, eşsiz bir madde-mana diyalektiğinin tecelli etmesi” durumu olarak Medine, tüm inanç ve kültürlerin birlikte yaşamını mümkün kılan, ideal bir toplum modelidir.
Bu modeli enine boyuna incelediğinizde, madde ile mananın, insan ile toplumun, toplum ile tabiatın eşsiz uyumunu görürsünüz. Keza bu uyum, niteliği açısından; geniş kitlelerin engin arayışın ve sürüncemesini sonlandıran bir memba olmuş, yığınların dönüşümünü tesis eden bir içerikle hayat bulmuştur.
Keza bu durum öylesine mühimdir ki, “gökyüzüne taht kurmuş Tanrıların saltanatıyla haşır neşir olmuş geniş halk yığınlarının, çok kısa sürede özümseyebileceği kadar içeriden ve yalın bir dildir.”
İçeriden...
Bu, çok önemli bir vurgudur. Daha evvelce de söylediğim gibi; “Fransız Aydınlanmasının teorisyenlerinin ima ettikleri gibi, Doğu’nun kadim kültürel mirası, yozlaşmanın temel nedeni değildir. Aksine, bu miras; Batı’nın kamusalcı değerler üretme çabalarının referansı olmuştur. Hatta bu çatışma o kadar derindir ki; “koca Fransız Aydınlanması, kendisini Yunan felsefesine dayandırarak, felsefi meşruiyet sağlamaya çalışırken, en temelde Yunan felsefesinin dahi “kadim Doğu’nun eşsiz parçası olan Mısır’ın” izdüşümü olduğu gerçeği hep es geçilir.
Bu yönüyle “Batıcı sekülerleşmenin” tarihsel olarak Doğu’da hiçbir karşılığı olmadığı gibi, “Doğu’nun kadim kültürel mirasını biçimlendiren köklü birikimin temelinde” olsa olsa laisizmi arşın arşın gölgede bırakabilecek kadar güçlü referanslara sahip bir “la ruhbanilik” fikri yatıyor diyebiliriz.
İşte Medine sekülerizmi ifadesinin altını dolduran birikim budur. Medine vesikasını incelediğinizde “dinsel kurumlaşmanın” tasfiye edildiğini, ruhban sınıfının yok edildiğini, dinlerin birbirleriyle yarışma hastalığını noktaladığını ve insanlığı “adalet” kavramında uzlaştırdığını göreceksiniz. Özellikle de Doğu’da “ikmal” olarak bilinen “İnsan’ı Kamil” sıfatların tecellisi gibi bir içeriğin varlığı bu hususta mühim bir düşünüş daha üretmemizi sağlar...
ABD’yi ilk keşfeden Çin’dir. Lakin Çinliler, buldukları bu kara parçasını keşfedip geri dönmüşlerdir. Çünkü “sömürgecilik”, Doğu’nun kadim kültürel mirasıyla çelişkilidir. Sömürgecilik, özellikle de, Doğu medeniyetlerinin “Bizanslaşması” ile birlikte ortaya çıkan bir kavramdır.
Bu anlamda, sömürgeciliğin tarihsel-kültürel gelişimi içinden filizlenen kavram ve yargılardan ziyade, toplumsal ihtiyaçları belirlemek ve bunlara hangi kadim değerlerin karşılık geldiğini tefekkür etmek evladır. Öyle bir devlet düşleyin...
Tüm dinlerin, kültürlerin ve inanışların bir aradalığına dayanan bir devlet...
Tahakküm, taassup ve ötekileştirmenin olmadığı...
Barışın, eşitliğin ve özgürlüğün şiar edinildiği...
Uzaklarda aramayın. ABD’yi keşfe gerek yok...
Bu, zaten bizim öykümüzdür.
Not defterlerinizi kurcalamanız kafidir.
NOT: GELECEK HAFTA, Saidi Nursi üzerine bir yazı dizisi yazacağım. Risale’i Nur’larda ŞİRK sözleri... Risale’i Nur’ların muhtevasındaki ŞİRK içeren sözler.Takip edip, paylaşın derim...

Hiç yorum yok: