DENİZ, BABASI AKIN ÖZDEMİR’İN ‘ÖLÜM GELİRSE HOŞ GELDİ SEFA GELDİ’ DEDİĞİNİ HATIRLATIYOR
Babam öldü, bir ülke kör oldu
Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum. Yıkadılar, aldılar, götürdüler. Babamdan ummazdım bunu kör oldum. C. Süreya
Babam öldüğü zaman ben 5 yaşındaydım. Ne tehdit aldığı günlerde,“Faşizm kabadayılık olsun diye can almıyor. Sermayenin iktidarı bir günde kurulmadı ülkede. Ama sermaye iktidarına karşı yıllarca kimse ağzını açıp pek bir şey de söylemiyordu. Ama yaşadığımız son 8-10 yıl içerisinde ezilenler, sömürülenler bir şeylerin farkına varmaya başladı. Onun için de sermaye, komandolarını sokağa saldı. Emekten yana sendikacı mısın, öleceksin, bir demokratik kitle örgütünün lideri misin, öleceksin, köylüleri örgütlüyor musun, öleceksin. Eh bizim de kendimize göre bir yerimiz var bu kavganın içinde, ölüm bu yüzden gelecekse, hoş geldi sefa geldi” dediğini biliyordum; ne de Adana’nın en işlek caddesinde öldürüldüğü zaman, insanların korkudan değil görgü tanığı olmaktan, hastaneye götürmek için yardıma gelmekten korktuklarının farkındaydım. Babamla ilgili ilk anım, ölümünün birinci yılında mezarlığa onu anmaya giderken yakama takılan fotoğrafı oldu. Sonraki yıllarda o fotoğraf ve 18 Aralık’larda hiç aksamayan anmalar oluşturdu benim babamla ilgili anılarımın çoğunu. Babam, “Ben mücadelem uğruna ölebilirim, ama çocuklarım benden utanç duymayacak mutlu bir gelecek için savaşmadı diye” dermiş. Sonuçta bana kalan -mişli geçmiş zamanlı- anılar ve bir garip buruk gurur oldu.
Ne acı...
Aklımın bir şeylere erdiği günden beri her cesur aydın için endişelenir oldum. Agos gazetesi önünde bir güruh “Bir gece ansızın gelebiliriz” şeklinde Hrant Dink’i tehdit ettikleri günden sonra yaşananlar, benim için, bizim daha önce içinde yer aldığımız filmin yeniden çevriminden başkası değildi. Ben babamın kimler tarafından öldürülmesine karar verildiği, tetikçilerin silahı kimlerden edinip nasıl bir organizasyonla kaçtığını, zaten suçsuz bulunacağını bilmenin rahatlığıyla adam öldürdüklerini sonra öğrendim. Sonra mahkeme tutanaklarından öğrendim 3 tetikçiden birinin yargılanıp “beraat” ettiğini. Onun içindir ne Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü zaman sokağın yıkanıp her türlü delilden arındırılması şaşırttı beni ne de Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından apar topar herhangi bir siyasi boyutu ve örgüt bağlantısı bulunmadığını söyleyen (y)etkililer. Faili meçhul cinayetler diye kısacık, bir çırpıda söyleyip geçiverdiğimiz ve günlük hayatta aklımıza bile getirmek istemediğimiz bir organizasyonla, bu topluma karşılığında hiçbir şey beklemeden, koşulsuz kendini adayan cesur, özverili ve daha iyi bir Türkiye’yi dönüştürebilecek donanımdaki insanlar öldürüldü. Bu insanlar yaşasaydı her açıdan yaşanır bir ülke olabilirdi Türkiye. İnsanların insanca yaşadığı, insanca yaşlandığı, daha mutlu olduğu adil ve özgür bir ülkede yaşıyor olabilirdik. Bu ihtimal çalındı bizlerden. Hep hayıflandım bunun için. Babam öldü, benim bir gözüm kör oldu. Ama bu ülkenin yaşamı çalınan aydınları ile geleceği kör oldu. Ne acı.
Cumhuriyet 30.01.2012 |
En iyi oyun arkadaşı oydu
İlkeliydi ama naifti. En iyi oyun arkadaşımdı. Çocukluğum kız olduğum halde erkek çocuklarına yaraşır oyuncaklarla geçti. Kocaman yüreği vardı ama sakardı. Annemle aynı yolda yürüyüşleri zor ama kıymetliydi. Babamın ölümünden sonra yaşayamadı annem. Koca gözleri hep babamı aradı, kapandı. Sonunda bana, kırk dört yaşında, bu ülkede yakılarak öldürülen bir şairin, babamın hikâyesi kaldı. Onun aşkıyla kısacık bir yaşam sürdürüp kanserden ölen annemin bakışları kaldı. Bir de babamın hayatına yakışır, güzelim şiirleri...
BEHÇET AYSAN’IN KIZI EREN: HEP KÖTÜLER KAZANDI
Kabul edin yenildik biz
Babamın ölümünden sonra kalbimi ne yana yaslayacağımı bilemedim. 2 Temmuz 1993, yalnızca hayata bakışa dair bir başlangıç getirmedi bana. Sonun nasıl bir şey olduğunu bütün karamsarlığıyla, arsızlığıyla sundu.
Onun yaşamımdan koparılışını bir televizyon ekranından izlemeye mahkûm edildim. Bağırışlar, çağırışlar ortasında. “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak”, “Kahrolsun laiklik”, “Yaşasın şeriat” çığlığı arasında. Bir ruh doktoru olduğu için yaşamında tedavi etmeye koşul ve zaman bulamadığı hastalarınca öldürüldüğüne inandım. Bu düşünce de huzur getirmedi bana. Umutsuzluğum gün geçtikçe arttı. Çünkü hep kötüler kazandı.
Oysa o, kravat bağlamasını bile bilmezdi
Şimdi Ankara’nın dar sokaklarında babamın elinden tutup hoplaya zıplaya yürüdüğüm günleri düşünüyorum. Onu hep gündüzleri maviye çalan hastane koridorlarında, İnkılap Sokak’taki muayenehanesinde, akşamları Express’te, Tavukçu’da, Kumsal’da, kimi geceler Marjinal, Siyah Beyaz ya da Nostalji’de gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Yanında dostlarıyla… Zihnimdeki fotoğrafta Ahmet Say, Ahmet Erhan, Ahmet Telli, Adnan Azar’la oturuyor. Davudi sesiyle gürül gürül konuşuyor. Babamın sorumluluk duygusu güçlüydü ama kurallara boyun eğmeyi sevmeyen bir kişiliği vardı. İstanbul’daki Abdi İpekçi ödül törenine boğazlı kazakla gittiği için, Atina’ya gitmeden hemen önce“Lütfen yanınızda kravat bulundurunuz” telgrafını almıştı! Oysa kravat bağlamasını bile bilmezdi. Dürüsttü, yola çıkılacak adamdı ama sonda söyleyeceğini en başta söylediği için tartışmaya balıklama dalardı. Yumuşacıktı, bir anda sertleşirdi. Haksızlığa asla tahammül edemezdi. Mazlumun yanındaydı. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde hastaneye kan revan cezaevinden getirilen bir kızcağızın durumuna sinirlendiği için yanındaki jandarmayı tokatlamış, bu nedenle soruşturma geçirmişti. Bir süre İzmit’e sürgün edildi. Geçenlerde elime 12 Mart sonrasında mahkemede yaptığı savunması geçti. Vay güzel ülkem dedim, şiir yazdığı için insanların kolayca içeri tıkıldığı günleri nasıl da yaşamışız.
Cumhuriyet 31.01.2012 |
İLHAN ERDOST’UN KIZI ALAZ: BİZE HEM ÖLÜMÜ HEM BABAMIZIN GİDİŞİNİ BİRLİKTE ANLATMAYA ÇALIŞTILAR
Benim babam hep 36 yaşında
Hani insanlar büyüdükçe öğrenirler ya“ölüm” diye bir şeyin varlığını… Hani yaşları ilerleyince kaybederler ya sevdiklerini, onlardan sonradan ayrı düşerler ya… Biz kendimizi bildiğimizden bu yana bu “yokluk” ve“yitirme” duygusunu yaşıyoruz. Çocukların “ölüm” kavramını anlamlandırmaları ne kadar zor bir şeyken, biz bunu deneyimleyerek yaşadık. Bize hem ölümü, hem babamızın gidişini birlikte anlatmaya çalıştılar. Önce “uzaklara gitti” dediler. Uzaklara düşman olduk. Son kez babamızı uyurken gördüğümüz için uykulardan korkar olduk. Küçücük bilincimize kocaman acılar, özlemler sığdırdık. Yıllarca “küçük bahçelere gidiyoruz” diye babamızın mezarına gittik. “İlhan Erdost’un kızları” olmanın gururunu ve bir o kadar da sorumluluğunu hep taşımaya çalıştık.
Biz babamızı kitaplardan, anlatılanlardan ve saklanmış eşyalarından tanıdık. Babamızla anlatacak anılarımız olamadı. Babamızın sesini annemle ve sevdikleriyle türkü söylerken kaydettiği kasetlerden dinledik. 2011’de, Devrimci 78’liler Federasyonu’nun emekleri ile açılan “12 Eylül Utanç Müzesi” bizde yeni bir deprem etkisi yarattı. Algılayışımız biraz sarsıldı, bazı duygularımız daha fazla göçük altında kaldı, bazıları iyice yerine oturdu. Babamızın son kıyafetlerini ilk kez müzede gördük. Ablamın müzeyle ilgili sözlerini unutamıyorum:
“”
KÜÇÜK BAHÇEMİZ 32 YILDIR GÜLLER İÇİNDE
Bizim en büyük şansımız, bizleri hep kucaklayan ailemiz oldu. Babamın öldürülmesinden sonra yalnızca annemin, amcamın ve bizim değil, bütün ailemizin yaşamı etkilendi. Kuzenlerim bizim yanımızda babalarına“baba” diyemediler, teyzem ve dayım bizim eve taşındı, tüm ailemizin gülüşü hep biraz eksik kaldı. Gülüşlerimizi, yaşamımızda babamın boş kalan yerini, hep sevdiklerimiz tamamlamaya çalıştı. Toplumsal Bellek Platformu’nda ilk kez bizim gibi babaları öldürülmüş çocuklarla bir araya geldik. Babaları zalimce yaşamdan koparılmış çocuklar olarak birbirimizi daha iyi anladık. Ailemizin aslında daha da büyük olduğunu gördük. Biz, kocaman ailemizle, birbirimize güç verdik, zaten güç olan yaşamı biraz olsun kolaylaştırmaya çalıştık. Biz gücümüzü kimseyi incitmek için kullanmadık, sevdiklerimizle birlikte yaşamla güçlü bağlar kurduk, birbirimize tutunarak ayakta durduk. İntikam duygusundan uzak olduk. Ben bu yazıyı yine ablamın babamla ilgili bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Bizim babamız, diğer çocukların babalarından farklı olarak, hep kalın kara bıyıklı ve hep 36 yaşında.”
Bunun gururu ve üzüntüsü yaşamımız boyu bizimle ve babamın küçük bahçesi 32 yıldır güller içinde…
NE GÜZEL İNSANSIN SEN
Nilgün Soydan, babası Kemal Türkler için “Geçirdiğimiz az ama kaliteli yaşam dirençli olmayı, sevmeyi, güzel insan olmayı öğretmeye yönelikmiş hep” diyor.
Katillerin onu bizden aldığına tanıklık ettiğimde henüz 18’imdeydim. Şimdi 50’sinde bir kadın… Hiç bitmeyen özlem ve acı dolu yıllar… Ne var ki hayat akıp gidiyor. Ama o hep benimle. Geçirdiğimiz az ama kaliteli yaşam dirençli olmayı, sevmeyi, güzel insan olmayı öğretmeye yönelikmiş hep.
O, bana 6 aylıkken bile yurtdışından kart atan adamdı. Nasıl bir sevgi ve saygı örneğidir? Evimin mutfağında, çerçevesinden bana her sabah günaydın diyen babamın satırları var o kartta… “Ne güzel adamsın sen baba.”Hâlâ yaşamın her alanında bana bazen sadece adıyla bile yardım eden adam…Yüreğimin, bedenimin her hücresine işlemiş, asla kurtulmak istemediğim ama acıtan sevgi ve özlem yumağım benim.
Yenilmeyi hiç sevmezdi
Sendikada çalışanlar “Evde nasıl” diye sorduklarında, “Kucağına oturup saçını tarıyorum, birlikte şarkı söylüyoruz, çok esprili bir adam” dediğimde inanmayan gözlerle bana bakarlardı. Evet, o evde bize baba köftesi yapan, derslerimize yardım eden adamdı. Onunla deney yapmayı, problem çözmeyi çok severdim. Okul yaşamımda katıldığım bütün münazaralarda ekibim hep birinciydi. O beni yönlendiren adamdı, benim babamdı. Harçlık artışlarımızda ablam ve benle toplusözleşmeye oturan adam… Ne neşeli aile toplantılarıydı… Babam iyi bir satranççıydı. Dama, briç ve tavla oynamayı da çok severdi. Yenilmeyi hiç sevmezdi. Arkadaşlarıyla ilişkileri de bize hep örnek oldu. 15-16 Haziran 1970’te sekiz yaşında bir kızdım. Onu tel örgüler arkasında görene kadarki yürek çarpıntım hâlâ çok taze. Ama görene kadar. O dirençli, yeşil gözlü güzel adam her zamankinden neşeli, gene karşımızdaydı. Hüznümün onu görünce nasıl dağıldığı da gün gibi aklımda, eline dokunabilmek ise ne büyük bir lüks.
Hep kıskandım, hayıflandım…
Öldürülmeden 7 ay önce Enternasyonal’in Maden-İş Kongresi’nde söylenmesiyle Selimiye Kışlası’nda konaklaması son tutsaklığıymış. Ona; şimdi dedesinin davasına müdahil avukat olarak katılan, o zaman bir yaşında olan Burç’u götürdüğümüzde, onun adım attığını görünce yaşadığı sevinç hâlâ belleğimde. Burç’u ablam ve benden çok sevdiğini itiraf ettirmiştik. Torun sevgisinin olağanüstü bir sevgi olduğunu ilk babam ve Burç’ta yaşadık. Hep kıskandım, benim kızımı göremedi, sevemedi diye. Hep üzüldüm, hayıflandım eşimi tanımadı diye. Davasının 1 Aralık 2011’de zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılmasının ardından hissettiğim, doğduğum ülkeye nefret hissim ise ne yazık ki artarak devam ediyor. Düşüncelerimi, sanatçı sevgili dostum Soner Olgun’un babası için yazdığı dizeleriyle sonlamak istedim.
“O yıllar dolusu ter / Günler dolusu emek / Ve dolu dolu sevmek / Yılları veren adam / Didinen sevgi dolu / İnanan umut dolu / O gülen gözleriyle / O benim, benim babam / O hiç almadan veren / O karşılıksız seven / Ağlarken bile gülen / Hep umut veren adam.”
O, işçi sınıfının lideriydi ama benim babamdı…
AYŞE TEKİNER ÇELEN: BABAM ATATÜRKÇÜ BİR AYDINDI
Halk adamını öldürdüler
Babam, Kurucu Meclis üyesi, eski Nevşehir CHP Milletvekili, avukat Mehmet Zeki Tekiner, 1980’de, silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirdi. Kendisi Nevşehir’deki sol siyasi davaların tek adresiydi. Sadece sol görüşlülerin değil, ihtiyacı olan her görüşten insanın, yoksul köylülerin davasını karşılık beklemeksizin üstlenen bir halk adamıydı. Cumhuriyet değerlerine inanmış, demokrat, Atatürkçü bir aydındı. Nevşehir’de ve Orta Anadolu’da sol düşüncenin var olmasının garantisiydi. Entelektüel birikimi son derece yüksek bir kanaat önderiydi. Neşeli yapısı ve mizahi kişiliğiyle çok sevilirdi. Kısaca o, yaşadığı topraklarda topluma örnek olan önemli bir siyasi kimlikti.
Babam öldürüldüğünde 9 yaşındaydım. Ölüm haberi benden gizlenmiş, evden uzak tutulmam için bir komşuya gönderilmiştim. Ölümünü televizyonda ana haber bülteninden öğrendim. Benden gizlendiğini sezdiğim bu haberi öğrenmenin karmaşık duygularını yaşıyordum. Bugünkü bilincimle yaşayacağım bir ölüm acısı değildi bu. Belki de o gün layıkıyla yaşayamadığım bu acı, yaşamımın izleyen günlerinde daha büyük bir acıya, bir boşluğa dönüştü.
Onu anlatılanlardan tanıyorum
Nevşehir’de yapılan cenaze töreni en ilkel toplumlarda bile görülmeyecek bir vahşete sahne oldu. Ölümünün yıkıcı etkisini daha da arttırmak isteyen bu faşist zihniyet, cenazeye katılanların üzerine ateş açabilecek kadar insanlıktan çıktı. O gün tekrar tekrar öldürülmek istenen babamın tabutundan 13 kurşun çıkarıldı. Onun yaşam hakkını elinden alanlar, bizlerin acımızı yaşama hakkımızı da yok saydılar. Yaşanan bu insanlık dışı olayın ardından Nevşehir’i terk ettik, ettirildik ve o gün ben sadece Nevşehir’i değil, çocukluğumu da geride bıraktım. Bir yandan ailece yeni yaşamımıza tutunmaya çalışırken, bir yandan da çok az tanıdığım babamla ilgili her şeyi öğrenmek istiyordum. Bir çocuk olarak belki de en büyük şansım, herkesten gurur duyarak dinlediğim bir babamın olmasıydı. Büyüdükçe, yüreğimdeki babam da büyüyordu benimle. Onu tanıyanlar, onun insan severliğini, hoşgörüsünü, başarılarını, nükteli kişiliğini, fıkralarını kısacası pek çok yönünü anlatıyorlardı. Onu anlatılanlardan tanımaya çalışıyor, tanıdıkça hayranlığım artıyor, benim için gittikçe bir idol haline geliyordu. Tabii ki her çocuk gibi ben de babamı dinleyerek, okuyarak değil; görerek, hissederek tanımak isterdim. Bugün Zeki Tekiner sadece benim için değil, pek çok kişi için örnek alınan bir insan. Onun çocuğu olmak tarifi imkânsız bir mutluluk. Ona layık bir çocuk olarak yaşamak ise ağır, ancak bir o kadar da gurur verici bir sorumluluk.
|
|
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder