Pazartesi, 13 Şubat 2012 04:10 Aydınlık Gzts
Operasyon cehennemindeyiz. Sıradan insanlar bile, “Bir gün herkes Silivri’yi tadacaktır” havasında nefes almaya çalışmakta. Tarih boyunca pek çok kez cereyan eden siyasi davaların anlamını herkes iyi biliyor. Bu vahim tabloyu Prof. Tevfik Özcan Aydınlık için yorumladı...
‘Küresel sermayenin en büyük korkusu, kendisiyle pazarlık yapabilecek güce sahip ulusal devletlerdir. Bir korkusu da işçi sınıfıydı, o korkunun simgesi Sovyetler Birliği, yok edildi. İkinci korkusuysa ulusal devletler, simge ülkesi de Türkiye. Bunun için de yok edilmek için Türkiye’yle uğraşılıyor’
Ülkemizdeki demokrasi havarilerinin bize anlattığı demokrasinin revnakı bir başkaydı. Öylesine ulviydi ki, bazen kendimizi yeterince demokrat değilken suçüstü yakalayıp “Allahım demokrat olmamaktan sana sığınırız,” diye dua ederek, “Kimseler bu vaziyette bizi görmesin” diye kafalarımızı nereye saklayacağımızı bilemezdik. Sonra bir gün bu Alis’in harika demokrasisi rüyasından uyandık ve bir de baktık ki, meğerse demokrasi, azılı açgözlü canavarların, DDoğu ülkelerinin zavallı halklarının tepesinden bomba yağdırmasıymış, milyonlarca insanın öldürülmesi, işkenceden geçirilmesi, kadınlarına tecavüz edilmesiymiş.
Öncelikle eşitlik sağlanmalı
Kendi ülkemizde ise bir “Operasyon cehenneminde”yiz. Bu operasyon dalgaları insanlarda ruhsal tahribat yaratırken, bir yandan da sıradan insanlar bile, “Bir gün herkes Silivri’yi tadacaktır,” havasında nefes almaya çalışmakta. Tarih boyunca pek çok kez cereyan eden siyasi davaların anlamını herkes iyi biliyor.
Biz de bu vahim tablo karşısında, İÜ Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tevfik Özcan’a “demokrasiyi” sorduk.
Bugünün dünyasında demokrasi adına vahim bir tablo görüyoruz. Demokrasi nedir?
Demokrasi tanımı, en basit şekliyle “poliarchi”dir.Yani herkesin iktidarda pay sahibi olmasıdır. Demokrasi, öncelikle “temsili demokrasi” dediğimiz, yurttaşların temsilcileri aracılığıyla yönetime katılmasıdır. Buna “doğrudan demokrasi, yahut günümüzün ifadesiyle “Katılımcı demokrasi” eklenebilir. Demokrasi insanlık tarihinde bir birikimin ürünüdür. Demokrasiden söz edilebilmesi için, bir ülkede erişkin kabul edilen bütün yurttaşların kamu hayatına katılabilir olması ve öncelikle de eşitliğin sağlanması gerekir.
Hangi anlamlarda eşitlik?c
Hangi anlamlarda eşitlik?c
Kanun önünde eşitlik sağlanmalıdır. Demokratik yönetim için Antik Yunan’da MÖ 510’da Cleisthanes‘in reformlarıyla getirilen demokraside görüldüğü üzere, öncelikle yasalarla idare edilen ve farklılıkları azalmış, yani türdeş bir toplum modelinin mevcudiyeti gerekir. Bu yüzden, yasalarla yönetim anlamına gelen cumhuriyet demokrasinin ön koşuludur.
Farklılıkları azalmış derken cemaatlerin, feodal ağaların, etnik toplulukların olduğu toplum düzeninde demokratik bir rejim kurulamaz mı?
Krallık ve aristokrasi dönemi Atina’sı kabileler konfedarasyonu halindeydi. Böyle bir toplumda, toplumsal bütünleşme beklenemez. Önce bireyler toplumu olarak tarif edilmesi ve cumhuriyet rejimi gerekir. Demokrasi olabilmesi için, yurttaşlık ve kanun önünde eşitlik dışında, insanların kamusal hayatta anlamlı kılınmasını sağlayan başka özellikler kullanılmamalıdır. Etnik kimliklere, dinsel aidiyetlere, cemaatlere göre insanlar sınıflanıyorsa, ki her bir tarikat, her bir etnik grup bir iç hiyerarşi demektir, böylesi iç hiyerarşilerin olduğu, toplumsal türdeşliğin oluşmadığı bir ülkede demokrasinin koşulları yoktur.
Tarikat ya da aşiret yapısında mutlaka iç hiyerarşi var mıdır?
Bir etnik grubun sınıfsal farklılaşması yoksa, bir iç hiyerarşi mutlaka vardır. Bir marabayla, bir aşiret reisinin ya da feodal beyin eşitliği söz konusu değildir. Böyle bir toplumda işletilebilir bir demokrasi olmayacaktır. Fransız İhtilali alt sınıflara dayandığı için demokrasi için bir erken deneyim oluşturmuştur. Kanun önünde eşitlik öncelikle temel bir hareket noktasıdır. Demokrasi ilerlediği ölçüde bu ilerleme iktisadi eşitlik istemiyle yürümüştür. Kanun önünde eşitlik ve görece kültürel türdeşlik oluştuktan sonra, görünür hale gelen farklılaşma, sınıf farklılaşmasıdır. Bu demokrasinin başlı başına itici gücüdür.
Örgütsüz toplum
Demoratikleşmeyi ilerleten unsur da sistemden dışlanan ya da dışlandığını düşünen alt sınıfların, daha fazla hak talebiyle gerçekleşen bir gelişmedir. 1871 krizinden sonra kapitalist toplumların dokusu değişti ve birey toplumu olmaktan çıkarak kitle toplumlarına dönüştü. Kitle toplumunda demokrasiyi güvenceye alan tek şey, o kitlenin, başta sendikalar ve emekçi sınıfların partileri olmak üzere, toplumsal örgütlülüğe sahip olmasıdır. Nitekim Avrupa’da 1980’e kadar batı dünyasında, bizde de öyle, sosyal refah devletiyle birlikte gelişen 20. yüzyıl demokratikleşme modeli, böyle bir kamusal örgütlülüğü sağlayabilmiş çalışan sınıfların başarısıydı.1980 sonrasında neo-liberalizmin zaferiyle birlikte, çalışan sınıfların ağırlıklarının ortadan kalkması neticesinde, şu an toplum siyasal bakımdan kuru kalabalık durumuna indirgendi. Örgütsüz olan böyle bir toplumdaki demokrasi aslında bir tiyatrodur.
Demokrasi hiçbir topluma götürülemez. Hiçbir yabancı kuvvet başka bir ülkenin toplumunun iyi yaşamı için harekete geçmez. Şimdi yapılan, demokrasiyle perdeleyerek doğal kaynakları yağmalama işidir. Bu ülkelerde, meşruluk dayanağı yeterince güçlü olmayan, iyi niyetle idare etse bile, bu niyetini dışa gösterebilme ve ikna kabiliyeti zayıf olan rejimlerin, aşağıdan bir ayak takımı hareketiyle devrilmesi girişimidir. Irak’ın ise açık, çıplak bir askeri kuvvetle ezilmesidir.
Neden demokrasi kavramını çürütüyorlar?
Yapılan, meşru bir kavramın kötüye kullanılmasıdır. Kavramın sihrinden gelen bir şey. Toplumların bugünkü temel sıkıntısı, “demos”u olmayan demokrasilere dönüşmesidir. Kitle iletişim aygıtlarının ekonomi politiği bunu sağlamıştır. Bugün iki üç sermaye grubu, küresel iletişim aygıtlarının tamamına sahiptir. “Agenda setting” denilen, medyanın inşa ettiği gündemler çerçevesinde insanlar düşündürülmektedir. Buna karşı çıkan aydın ve halk kesimleri muhakkak vardır. Ama bunlar sessiz hale getirilmiştir. Hatta bazı durumlarda, haklı fikirlerin sahipleri sessiz çoğunluk halindedir. Dolayısıyla böyle bir halksız demokrasiyi yürütebilmenin temel gereci, bilgi tekeline sahip olmaktır. Bilgisayarla oy kullanmalar, oy değerlendirmeler, siber demokrasi, kulağa çok hoş gelmekteyse de, hepsi yazılım şirketlerinin egemenliği altındadır.
Allanmış pullanmış demokrasi
Tercih etmemiz gereken, bildiğimiz klasik usullerle temsili demokrasinin tekrar inşası olmalıdır. Yeni bir moda olan demokrasi tanımı, ‘katılımcı demokrasi’dir. Bu modelde NGO, yani hükümet dışı sivil toplum örgütleri ve platformlar vardır. Toplumsal problemlerde rol kapmaya çalışırlar. Ancak bu aldatıcı bir görüntüdür. Çünkü küresel iletişimin sahibi çok uluslu şirketler ile, bunların temsilcisi olup dünya sistemini yöneten siyasal organizasyonlar, bu kuruluşları sadece fon müziği olarak kullanmaktadır. Pratikte hiçbir karar sürecinde etkili olamazlar. Günümüzde kitle toplumu plebisiter demokrasi ile yönetilmektedir. Plebisiter demokrasi allayıp pullayıp halka kendi idamını dahi onaylatabilir.
Tekelci sermayenin hakim olduğu bir dünyada, demokrasiden teoride ve pratikte kopulduğu görüşüne ne dersiniz?
Demokrasi meşruiyet için değerli bir kavram olduğu için kimse cepheden demokrasiye saldırmaz.
Nozick oligarşi savunucusu
Fakat neo-liberalizmin akıl hocaları olan filozoflara baktığımızda hepsi, liberalizm karşısında demokrasinin ölümünü açıkça veya örtülü olarak ifade ederler. Bunlar popüler yayınlarda değil ama akademik yayınlarda görülür. 1950’lerden itibaren Milton Friedman, “Demokrasi iyidir ama...” diyerek, yani öyle bir demokrasi olacak ki iktisadi eşitliği sağlama konusunda hiçbir planı olmayacak. O durumda zaten demokrasiyi yaşatamazsınız. Keza Friederic Hayek aynı bakış açısına sahiptir. Robert Nozick ise, sermaye sahipleri azınlıkta olduğu için, demokrasiyi kölelikle eşitlemiş ve azınlığın çoğunluğa köle olması olarak kabul etmiştir. Nozick, resmen oligarşiyi savunmaktadır. Bu düşünürler Amerikan sisteminin, dolayısıyla dünya sisteminin en önemli akıl hocaları.
Tekelci kapitalizmde sermaye sahipleri liberalizme taraftardır. Liberalizm mülkiyet hakkının dokunulmazlığı üzerine temellenir. Demokrasi ise kanun önünde eşitlikten başlayarak, her türlü eşitsizliğin giderilmesi yönündedir. Bu ikisi birbirine uyumlu programlar değildir. Türkiye’de, şu anda temsil kabiliyeti olan kesimler, sermaye ile ona yakın olan kesimlerdir. Bunların tarif ettiği demokrasi, hiçbir zaman demokrasi değildir. Yaptıkları, demokrasinin sihirli kavramını kullanmaktan ibarettir.
Jean-Claude Paye, hukuk devletinin sonu diye yazdığı kitapta son dönemde hukukun üstünlüğü yönünde dünyadaki kötüye gidişi değerlendiriyor. Biz ülkemiz hakkında bu konuda çok konuşuyoruz ama dünya da kötüye gidiyor. Dünya küreselleşirken, gelişmiş ülkeler içe kapanıyorlar. 11 Eylül olaylarının arkasından çıkarılmış olan Patriot Act 1 var ve ikincisi de gündemde. Burada Nazi dönemindeki bir kavram ortaya atıldı. “Düşman Ceza Hukuku”. Bu şu demek: Ülke içinde siyasal rakipler ve muhalifler, ki bu Türkiye’deki fotografa da çok uyuyor, halk düşmanı olarak tarif ediliyor artık.
Yani Silivri fotografını mı kastediyorsunuz?
Evet. Ceza hukukunda suçun önce maddi unsuru vardır. Basından izlediğim kadarıyla, ortada iddia edilen suçlara ilişkin girişime delalet edecek hiçbir maddi vak’a mevcut değil. Sadece mişli mışlı gizli tanık beyanları, bir takım haberleşme kayıtları, telefon dinlemeleriyle devasa bir davalar dizisi yürümektedir.
Yani şimdi burada, bir bakıma “Düşman ceza hukuku” mu yürürlükte? Silivri’de hapse atılanları birer iç düşman mı ilan ediyorlar?
“Düşman ceza hukuku” konseptine göre, tabii ki “iç düşman” ilan ediyorlar. Guantanamo’da, özellikle Amerikan ve İngiliz vatandaşlarına da aynı muamele yapıldı.
‘Ulusalcı olmak evrenselliğin kendisidir’
Ulusalcı olmak da bazı kesimlerce bir suçmuş gibi algılanıyor. Bunun sebebi ne?
Sokrates’in savunmasına, Perikles’in cenaze söylevine kadar gidebilirsiniz. Evrensel değeri olan bütün insanlar, dünyanın eşiti olan bir toplumun mensubu olmayı arzu ederler. Ulusalcı olmak dünyanın başka ülkelerinin vatandaşlarıyla eşit olmanın birinci adımıdır. Eğer demokratik bir sistemde doğru temsil edilen egemen bir devletimiz varsa, başka dünya insanlarıyla eşitlenmiş oluruz. Bu insan onurunun gerektirdiği eşitliktir. Ulusalcı olmak bu anlamda evrenselliğe karşı değil, bizatihi evrenselliğin kendisidir. Bunun alternatifiyse, sömürge olmaya evet demektir. Bu kadar nettir.
Mehmet Perinçek iyi öğrencimdi
Mehmet Perinçek öğrenciniz oldu mu?
Evet öğrencimdi, iyi bir öğrenciydi. Mezun olduğunda, Rusça bildiği için ona Ermeni meselesini çalışmasını tavsiye etmiştim. Sonradan öğrendiğime göre babası da aynı yönde tavsiyede bulunmuş. Gerçekten de iyi bir araştırmacı oldu. Tutuklanmadan önce doktora tezini yazıyordu. Şöhretli bir araştırmacı da oldu bu konuda. Fikirleri yayınları yurtdışı ve yurtiçinde geniş yankı yaptı. Hatta dikkatimi çeken bir husus var ki, o da Mehmet Perinçek bu yayınları yaptıktan sonra “Türkler soykırım yaptılar,” iddiasının sahipleri genel olarak bunu tartışamaz oldular. Şimdi bu aşamada, ancak bir suskunluk sarmalına sokularak etkisi azaltılabilirdi. İddianamesini bilmiyorum ama tanıdığım bir kişi olarak suç teşkil edecek bir faaliyeti olabileceğini tahmin edemem asla. Bunca yayın yapan bir insan, değil başka bir iş yapmaya, nefes almaya bile fırsat bulamaz. Bir suç işlediğine dair bir hissiyatım olmadığı gibi, mantıken de suçlu olmadığı düşüncesine sahibim. Mehmet Perinçek şimdi doktora tezini savunamıyor. Bu tutukluluk kendisine olduğu kadar Türkiye’deki bilim hayatına da zarar veriyor.
Trilateral komisyona verilmiş bir rapora göre en iyi dünya sistemi, ABD dışındaki dünyanın, şehir devletleri ve feodalleşmiş etnik devletler biçiminde olmasıydı.Dünyanın cumhuriyetçilikte en marka ülkesi Fransa bile, şu haliyle trajikomik bir durumdadır. Afganistan 1950 lerde kalkınabilen seküler bir devletken, bu gün aşiretler konfederasyonuyla idare ediliyor. Irak'ın hali ortada. Üçe bölünmüş durumda. Üçe bölünmesine ek olarak her birinin kendi içindede bölünmüşlükleri var. Çünkü küresel sermayenin en büyük korkusu, kendisi ile pazarlık yapabilecek güce sahip ulusal devletlerin varlığıdır. Bir korkusu işçi sınıfıydı, o korkunun simgesi olan SSCB yok edildi, ikinci korku ise ulusal devletler, simge ülkesi de Türkiye. Bunun içinde şu anda yok edilmek için Türkiye ile uğraşılıyor.
Türkiye Neden Simge Ülke?
Çünkü 20. asrın ulusal bağımsızlık dalgasını başlatan ülke. Çevre ülkelerin hem sömürgeci ülkelerden bağımsızlaşabileceği, hemde onlara eşitlenebileceği umudunun ülkesiydi Türkiye. O kadarki, Türkiye den ilham alan bazı ülkeler, bayraklarını bile Türk bayrağına benzettiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder