Sosyal ve ekonomik bakımdan yeterince gelişmemiş toplulukların devinimini esas itibariyle dış dinamiklerin korelasyonu belirler. Bu tür toplumların yazgısını, dış güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda uygulamaya koydukları politika ve eylemlerle şekillenir. Kapalı toplumun dışındaki dünyada zuhur eden hegemonya kapalı toplumun kapılarını zorladığında, içerideki egemen güç kendi düzenini sürdürmek için, başatlık kuran güce, toplumsal yapıdaki konumunu sürdürme güvencesi verdiğinde biat etmekte tereddüt etmez. Bu gücün zayıflaması halinde dışarıdaki başka güçlerle ittifaklar kurmaya da her zaman meyillidir. Yeterince gelişmemiş toplumların mayasında güce ram olma, güce tapınma yaşamın temel içgüdüsüdür. Ortadoğu halklarının aşiret bağ ve ilişkiler düzeni bu minvalde 20. Yüzyıl başlarına kadar fazla sarsılmadan sürebilmiştir.
20. Yüzyıl başlarından itibaren Batı uygarlığının yarattığı zenginlik ve yaşam kalitesinin her geçen gün daha fazla petrole bağımlı oluşu, Ortadoğu halklarının yaşamlarını derinden sarsmış ve hala sarsmağa devam etmektedir. Bölgenin doğal kaynaklarını sahiplenmeye yönelik hegemon güçlerin süregelen açık ve örtülü çatışmalardan ülkemiz petrol fakiri olsa da, gerek coğrafi konumu ve gerekse bölge ile olan tarihi ve kültürel bağları nedeniyle etkilenmemesi olanaksızdı. Bu bağlamda üç ayrı ülkeye dağılmış durumda bulunan Kürtler emperyal güçlerin bölgeye ilişkin politikalarında çoğu kez elverişli bir araç olarak görülmüş ve kullanılmıştır. İşleri şu veya bu şekilde bittiğinde de Kürtleri kendi kaderlerine terk etmekte duraksama göstermemişlerdir.
Farklı tarih ve toplumsal düzene sahip İran, Irak ve Suriye’de Kürtlere karşı ayrımcı, baskıcı ve toplu kıyım politika uygulamaları, Kürtlerin dış güçlerle ittifaklar kurarak silaha sarılmalarının anlaşılır bir tarafı bulunmaktadır. Oysa ülkemizde Kurtuluş Savaşımızdan günümüze kadar dış güçlerin kışkırtma ve desteklemesi ile değişik kapsamda Kürtler adına sürdürülen ayaklanma girişimleri, terör olayları özü itibariyle komşu ülkelerden çok farklıdır. Feodal yapının, ağalığın hüküm sürdüğü, yoksulluğun ve eğitimsizliğin kol gezdiği, adaletin zulmün aracı haline geldiği bir ortamda elbette ne gerçek demokrasi, ne de halkın devletine gönülden bağlılığı filizlenir. Gerçekte yaşanan sorunlar ülkemizin bütünü için geçerlidir ve bütününü kapsayan düzenlemelerle çözülebilir.
Özal döneminden bir anı
Küreselleşmenin bugün ulaştığı boyutta dış egemen güçlerin hedef ülkeleri parçalayarak, zayıflatarak biat ettirme, temel stratejilerini oluşturmaktadır. Bölünmeyi kolaylaştırmak için ayrımcılığı körükleyici yeni projeler de masaya konur. Konumuzla ilgili proje “Büyük Kürdistan” projesidir. Türkiye, İran, Irak ve son olarak Suriye’de bir kısım Kürtlerin silaha sarılarak bağımsızlık arayışlarını Ortadoğu’da yaşanan petrol bazlı paylaşım kavgasının dışında görmek yanıltıcı olur. Acı olan bütün bunlar bilinirken ülkemizi yönetmeğe soyunanların tam bir aymazlık içerisinde tezgâhlanan bu oyunun gönüllü taşeronluğuna soyunmuş olmalarıdır. Ülkemizin dış politikasının bu bağlamda şirazeden çıkışı Özal ile başladığı için yaşadığım bir anı ile konuyu açmak istiyorum.
30 Ağustos 1991 tarihinde Tümgeneralliğe tefi ederek, Genelkurmay Başkanlığı Plan Harekât Daire Başkanlığı görevine yeni başlamıştım. Özal Cumhurbaşkanı, onun himaye ve gölgesinde Başbakan Sayın Yıldırım Akbulut görev yapmaktaydı. Büyükelçi Sayın Kaya Toperi Cumhurbaşkanının hem Baş Danışmanı ve hem de Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü görevini yürütüyordu. Tuğgeneral olan bir arkadaşımla (E. Korgeneral Baha Tüzüner) birlikte Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğünde yapılacak toplantıya gözlemci olarak sivil giysiyle katılmamız istendi. Toplantının gündemi birbiri ile çatışma halinde olan Barzani ile Talabani’nin barıştırılması ve Saddam’a karşı ortak bir cephe oluşturulmasının sağlanmasıydı. Görev ABD Başkanı Baba Bush tarafından Özal’a “tevdi” edildiği anlaşılıyordu. Toplantıya Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığından temsilcileri gelmişti.
Kan ve gözyaşına gebe
Talabani ABD teklifine çok sıcak bakıyor; Türkiye’nin Barzani üzerine baskı kurarak, Saddam ile sürdürdüğü ilişkileri kesmesini talep ediyordu. Konuya ilişkin ayrıntılı bir sunum yaparak Barzani’den şikâyetlerini dile getirdi. Toplantıya bir kahve molası verildiğinde, kendisine bölgeye ve konulara yabancı olduğumu belirterek, beni kafasındaki çözüm konusunda aydınlatmasını rica ettim. Bana büyük bir hevesle yaklaşarak, özetle, “Biz Osmanlı çatısı altında 600 yıl beraber yaşadık. Gelin Musul ve Kerkük’ü alın. Bu defa Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı altında tekrar birlikte yaşayalım. Siz demokratik bir ülkesiniz, elbette bize demokratik haklarımızı verirsiniz” deyiverdi. Bu vesileyle Özal’ın, birinci Körfez krizinde ne için “bir koyup beş alalım” dediğini de yetkili ağızdan doğrudan öğrenme olanağına sahip oldum.
Talabani’nin toplantıdan ayrılmasından sonra Mesut Barzani’nin hem yeğeni ve hem de damadı olan Neçirvan Barzani toplantıya katılarak, görüşlerini dile getirdiğinde çok şaşırdığımı belirtmeliyim. Barzani’nin söyledikleri çok netti; “Bizim Irak’ta yaşadığımız sorun Irak’ın bir iç sorunudur. Bu sorun görüşmeler yolu ile çözülme sürecine girmiştir. Lütfen dışarıdan müdahale etmeyin. Bu konuda çok kan döküldü, şimdi Saddam mevcut durumu itibariyle, demokratik isteklerimizi kabul etmeye yanaştığı görülmektedir.”
Toplantıda bulunan Dışişleri ve MİT temsilcilerine bizim Irak konusundaki dış politikamız ile Barzani’nin söyledikleri uyum içerisinde olduğunu belirterek; “Niçin farklı söylemler peşinde olan Kürt Gruplarını birleştirip Saddam’a karşı cephe oluşturma gayretine giriyoruz, yoksa politikamızda değişiklik mi var” diye soru yönelttim. Aldığım yanıt politikada değişiklik olmadığı, ancak bunun Cumhurbaşkanının istemi olduğu belirtildi. Cevabım “Cumhurbaşkanı bu konuda sorumlu olamaz, sorumlu olması gereken T.C. Hükümettir” demekle yetindim.
Daha sonra bu tür projelerden Genelkurmay Başkanlığı uzak durmasına rağmen, aşama aşama Barzani’nin Talabani ile birlikte arada sıcak çatışma dönemleri yaşansa da Saddam’a karşı müşterek cephe kurmaları gerçekleştirilmiştir. Büyük Kürdistan Projesi bugüne kadar sınırlarımıza taşmasa da, aymaz politikalar sonucunda, kuzeyden keşif görevleri himayesinde Irak Kürdistan’ı bütünleşmiştir. Zaho-Metina uzanımında mülteciler için ilan edilen ve Saddam birliklerinin girmesi yasaklanan “Güvenli Bölge” adım adım genişletilerek, Irak merkezi Yönetimin Kuzey Irak’ta bulunan bütün güvenlik güçleri, idari ve mali kurumlarının baskıyla çekilmeleri sağlanmış; yerine de-facto bir Kürt devleti kurulmuştur. Bugün yaşadığımız süreç, ülkemizi ve bölgeyi kan ve gözyaşına çevirebilecek gelişmelere gebedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder