Nuh, isimleri ve hatıraları Kur’an’da kayda geçirilen peygamberlerden birdir. Nuh, yine Kur’an’ın deyimiyle, ‘ulül azm’ (büyük eylemlerin yaratıcısı) olarak bilinen beş peygamberden de biridir.
Kur’an, her peygamberin hayat ve hatırasında insanoğlunun bir boyutunu değerlendirmekte, örneklemektedir. Nuh’la ilgili ayetler (ve Nuh suresi) göstermektedir ki, peygamberlerin en büyük zulümlere maruz bırakılanlarının önde gelenlerinden biri de Hz. Nuh’tur.
Nuh ile örneklenen gerçek, aydınlatıcı ve uyarıcıların yoğun zulümlere muhatap kılınması halinde toplumun büyük bir azap faturası ödemesinin kaçınılmaz olduğu gerçeğidir. Nuh, bir prototip, bir sembol. Bir toplum, aydınlatıcılara, uyarıcılara karşı sergilediği zulümlerle Nuhlar yaratmışsa bunun faturasını mutlaka ödeyecektir. Nûh suresinde ifadeye konan süreç işleyip çöküş hak olduğunda Ra’d suresi 11. ayet devreye girer. Ve o ayet devreye girdiğinde olup bitecekleri durduracak, erteletecek ne bir kurtarıcı ne bir şefaatçi ne de bir dua söz konusu edilebilir. Çünkü “Allah’ın öngördüğü vakit geldiğinde, ertelenme olmaz.” (Nuh suresi, 4) Ra’d suresi 11 şöyle diyor:
“Gerçek şu ki, Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini/birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez. Allah bir topluma bir perişanlık dileyince de artık onu geri çevirecek bir güç yoktur. Ve onlar için Allah'ın berisinden koruyucu bir dost da olamaz.”
Allah’ın bir şeyi geri dönülmez şekilde istemesi, insanların tüm uyarıları, tüm gerçekleri çiğneyerek perişanlığa müstahak hale gelmeleri durumunda söz konusu olmaktadır. Kur’an buna ‘sözün hak hale gelmesi’ diyor. Yani, insanın başına gelen perişanlık, Allah öyle istediği için gelmemektedir; insan o perişanlığa müstahak hale geldiği için gelmektedir.
TANRI’NIN LİYAKAT VE İSTİHKAK YASASI
Allah, layık olana layık olduğunu verdiği gibi, müstahak olana da müstahak olduğunu vermektedir. Onun varlık kanunlarından biri de budur. Bir kanundur ki bu, asla şaşmadan işler. O halde insanoğlu, müstahak hale geldiği şey karşısına dikilince, “Allah, niye bunu böyle istedi, aksini yapacak gücü mü yoktu, bizim için keyifli olanı yapsaydı ya!?” diyerek şeytanî bir ukalalıkla suçu Allah’ın üstüne yıkamaz.
Allah, yürüyüşün kurallarını koymuş, insanı da defalarca uyarmıştır. Uyarıları kim dinler, kuralları kim daha iyi uygularsa o kazanır. Unutulmaması gereken şu ki, Allah, kuralları gereğince uygulamayanlara iltimas geçmez. İnsanoğlunun yanıldığı nokta burası. İnsanoğlu, kendi hayatındaki yalan ve talan şeytanlığının Allah’ın hareket tarzında da geçerli olacağını sanarak özrü kabahatten büyük bir kötülük işlemektedir. Ama insanın bu şeytanî ukalalığının kendisine hiçbir faydası olmamaktadır. Allah âdildir, asla zulmetmez. Kendisine zulmeden, insanın bizzat kendisidir.
Kurtuluş Savaşı kumandanlarından Ali Fuat Cebesoy, o günkü Türkiye’yi çöküşe götürmek isteyenlerin bir gerçeği göremediklerini, onun da ‘Türk insanının azim ve imanı’ olduğunu söyler. Şöyle diyor:
“Dış düşmanlarımız istiyorlardı ki...bir asırdan beri Avrupa’nın anlaşarak taksimle ortadan kaldıramadığı Türkiye’nin mevcudiyetine artık nihayet verilsin. Fakat bu düşmanlar bir şeyde aldanmışlardı. O da Türk’ün yok edilmesi yalnız Avrupa’nın kendi aralarında uyuşup anlaşmasında değil, Türk’ün azim ve imanının kırılmasında idi. Halbuki bu mümkün değildi.” (Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, 89)
‘O azim ve iman’ bugün de aynı canlılıkta mevcut mudur? Tartışmaya açık bir sorudur bu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder