7 May 2013

İran deniz gücü ve ABD


İran’a ait Sabalan isimli firkateyn ile desteğindeki Kharg isimli açık deniz tankeri 4 Mart 2013 günü Çin’in Şanghay yakınındaki Zhangjaganag Limanı’nı ziyaret etti. İran’ın ilk kez uzak denizlere çıktığı bu olay, Türk medyasında yer almadı. İran tarihinde ilk kez bir savaş gemisi Pasifik Okyanusu’nda hiç uğrak yapmadan, refakatindeki tankerden seyirde yakıt alarak, gidiş dönüş 10 bin deniz mili seyir yaptı. Açık denize yönelişin bir başka işaretini de 2010 yılında ilk milli firkateynleri Mowj sınıfı Jamaran’ı hizmete sokarak verdiler. Firkateynin silah/sensörlerinin çoğu milli tasarım.
İran, açık denizlere çıkıyor
İran Donanması, ekonomik ambargo ve kısıtlamaların en yoğun olduğu bir dönemde gerçekleştirdiği Çin ziyareti ile ABD’ye önemli mesajlar vermiştir. Bir taraftan bölgesel nükleer güç olma çabalarına devam ederken diğer taraftan donanmasını, Amerikan jargonu ile küresel müştereklere (global commons), yani açık deniz alanlarına sokarak bu alanda “ben de varım” demiştir. Yol boyunca, Sri Lanka hariç, bölge ülkelerine resmi ziyarette bulunmaması da Çin’e verdiği önem ve önceliğin göstergesi olmuştur. 10 bin millik böyle bir seyre çıkan savaş gemisinin, donanma diplomasisi çerçevesinde yol boyunca pek çok ülkeye ziyaret yapması beklenirdi. İran Donanması, devrime kadar ABD tarafından donatıldı ve eğitildi. Devrimden beş yıl önce İran’da 6 bin 250 Amerikalı danışman ve subay vardı. Eğer Humeyni iktidara gelmeseydi, bölgede Suudi Arabistan’dan sonra en güvendiği müttefikine o yılların en gelişmiş Amerikan savaş gemisi olan Kidd sınıfı kruvazörleri verecekti.
İran, devrim sonrası, Rusya Federasyonu, Çin ve Avrupa’dan silahlanmaya devam etti. Deniz Kuvvetleri kendi yeteneklerini ulusal olanaklarla geliştirdi, kıyı sularda asimetrik bir silahlanma ve deniz savaş doktrinine yöneldi. Dip, demirli ve serseri mayınlar ile sürü halinde (swarm) kullanılan yüzlerce silahlı ve yüksek süratli saldırı botlarının varlığı, körfez gibi dar bir harekât alanı için dikkat çekici asimetrik risk ve tehdit oluşturuyor. Bunlar arasına 2006 İsrail-Lübnan Savaşı’nda Lübnan açıklarında İsrail korveti INS Hanit’i vuran Çin yapımı “silkworm” füzelerini de eklemek gerekebilir.
İran denizaltıları
Sahip oldukları üç adet Rus yapımı Kilo sınıfı dizel elektrik denizaltılar ve kendi üretimleri cep denizaltıları sığ deniz yapısı denizaltılara dezavantaj sağlamasına rağmen Amerikan savaş gemileri için önemli bir endişe kaynağı olmaya devam ediyor. İran, Kilo sınıfı denizaltıları bir krizde körfez içinde tutmayacaktır. İkmal yapmadan 50 gün su altında kalabilen ve günde bir veya iki kez bir saatlik şnorkele ihtiyaç duyacak bu denizaltılar, Umman Körfezi girişinde 150 mil uzunluğunda ve 40 mil genişliğinde bir alanda etkili olabilir ve zayıfa avantaj sağlayan “sea denial” icra edebilirler.
İran’ın hedefi: Deniz ulaştırmasını engellemek
İran’ın her krizde hedefi günde 17 milyon varil petrolün geçtiği Hürmüz Boğazı’nın kapanması veya körfezdeki tanker trafiğinin engellenmesine odaklandı. Yaşanan savaşlarda deniz gücü Basra Körfezi dışına pek çıkmadı. İran-Irak savaşında her iki taraf da özellikle savaşın son yıllarında aynı hedeflere yüklenince değişik bayraklı 240 tankere saldırı gerçekleştirildi. 240 tankerin 55’i batırıldı veya ağır hasar aldı. Savaşta deniz trafiği yüzde 25 azaldı. Ham petrol fiyatları ve gemi sigorta ücretleri katlandı. Bu durum karşısında ABD, bölgedeki GCC ülkelerine ait tankerlere ABD bayrağı çektirerek kendi donanması ile koruma altına almak zorunda kaldı. Ana endişe enerji arz güvenliği idi. Bugün aynı endişe birbirine tam bağımlı hale gelmiş küresel ekonomik sistem içinde daha da büyümüştür. Küresel ekonomi, Hürmüz’den akan petrolün kesintiye uğramasını kaldıramaz.
ABD’nin hedefleri
İran Donanmasının açık denizlere çıktığı Çin seyrini, ABD savunma stratejisi paralelinde incelersek karşımıza şu tablo çıkıyor. ABD için yeni dönemde iki temel hedef var. Birincisi küresel müştereklerin (denizler ve hava sahaları) düğüm noktalarına, boğazlar, geçitler, önemli deniz ticaret eksenleri, mega limanlara sınırsız erişimin korunması. İkincisi küresel jeopolitik önemi haiz Batı Avrupa, Batı Pasifik ve İran Körfezi gibi kritik bölgeler ve enerji alanlarında düşman ve rakip güçlerin nükleer silahlanma dâhil dominasyonuna engel olmak. İran bu hedeflerin her ikisine de oturuyor. Üstüne üstlük, Çin ziyareti ile İran Körfezi/Hürmüz Boğazı dışında başka coğrafyalardaki stratejik bölgelere -küresel müştereklere-erişebileceğinin işaretini veriyor.
Diğer yandan nükleer hırs ve bölgesel dominasyon (Şii etki alanı) perspektifinden bakıldığında İran’ın cezalandırılması alanında ABD cephesinde karışık bir tablo ile karşılaşıyoruz. Obama, Eylül 2012’de BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Hata yapmayın. Nükleer bir İran çevrelenebilecek (contained) bir meydan okuma değildir. Bu nedenle ABD, İran’ın nükleer silaha sahip olmasını önlemek için yapılması gerekeni yapacaktır.”
Ancak şu an ABD’de, İran’ın nükleer olmasını önlemekten ziyade, nükleer İran’ın bu silahı kullanmasını caydırmak tartışılıyor. Cumhuriyetçiler ve İsrail’in yoğun baskılarına rağmen -işgalin bir opsiyon olmadığı ortamda- Obama yönetimi İran’a ağır bir bombardıman kampanyası için ayağını sürüyor. Haklı nedenleri var. 14 Trilyon dolar kamu borcuna saplanan Amerikan ekonomisi, savunma bütçesine üst üste iki darbe vurdu. Cumhuriyetçilerin büyük muhalefetine rağmen 10 yıllık savunma bütçesinden 472 milyar dolar kesinti (defense cut) ve üstüne üstlük bu kesintiden kısa süre sonra on yıllık savunma bütçesinden ilave 472 milyar dolara el koymaya (sequestration) karar verildi. Bütçe kesintileri o kadar etkili oldu ki, ABD Atlantik Filosu Komutanı Amiral John Kirby, Mart ayı içinde Virginia’s Pilot gazetesinde “Komutanlar kımıldayamıyor” diyerek hükümetini eleştirmek zorunda kaldı. (Aman dikkat! Yakında onun ofisinde de sahte bir CD bulunmasın!)
İran’a saldırı neden zor?
Amerikalı stratejist Richard Betts, “ABD’nin tarihten ders almadığını, unuttuğunu ve ufku kısa politikacılar tarafından yönetildiğini söylerken, Soğuk Savaş dönemi caydırma paradigmasının artık mantığını yitirdiğini ve bunda ABD’nin hataları olduğunu ileri sürüyor. Kısacası ABD’de İran konusunda stratejik akıl karmakarışık. İran’ın nükleer sevdasından vazgeçmesi karşılığında ilişkilerin normalleşmesi ve hatta rejimin yıkılmasına yönelik faaliyetlerden vazgeçilmesi gerektiğini savunanlar da var, İsrail’in peşine takılarak ağır bombardıman kampanyasını savunanlar da. Kuzey Kore ve Libya örnekleri ortadayken İran’ın geri adım atmamasının gerekçelerini iyi anlamak lazım. Kuzey Kore sürekli nükleer tehdit savururken, ABD bu ülkeye müdahale edemiyor. Demek ki, nükleer silaha sahip bir ülkenin bu tip tehditlerini durdurmak ve işgale başvurmak artık “mümkün değil” görülüyor. Bu konuda diğer bir örnek de Pakistan. Şüpheniz olmasın, Pakistan nükleer bir güç olmasaydı şu ana kadar Yugoslavya’dan beter hale gelmişti. Diğer taraftan, Kaddafi, biyolojik/kimyasal silah programından vazgeçti ancak Batı’nın gözüne giremedi, ülkesi NATO tarafından işgal edildi ve mahkemesiz linç edildi. Yani Batı’ya bir kez biat etmek yetmiyor. Biat süreci rejim değişikliğine kadar gidiyor. Bu durumun farkında olan İran kendini güvensiz ve yalnız hissederek silahlanmaya başvuruyor. Aynen İsrail’in 1956’da nükleerleştiği gibi.
ABD elitlerinde endişe
ABD’nin askeri bir müdahalesinin sonuçları da ABD elitlerini endişelendiriyor. Şüphesiz en önemli endişe petrol fiyatlarındaki artış. Basra Körfezi’nde bir kriz olmadığı halde 2001- 2008 yılları arasında ABD’de petrol fiyatları yüzde 150 arttı. 2008 bütçesi böylece 840 milyar dolar açık verdi. Sadece ABD için değil, bir müdahale, küresel enerji tedarik zincirini alt üst edebilir. Bu saldırıları başlatan ülke bir anda günah keçisi olabilir. Bu saldırıların ardından İran’ın desteklediği köktendinci Şii İslami örgütler, küresel çapta asimetrik intikam saldırılarını başlatabilir. Ayrıca İsrail, gerek İran gerekse Lübnan’daki Hizbullah bataryalarından yoğun balistik füze saldırılarına maruz kalabilir. Böyle bir dönem sonrasında İran’daki molla rejimi daha da güçlenir ve muhalefet büyük darbe alır. Hepsinden önemlisi körfez bölgesinde Şii-Sünni küçük çaplı savaşlar tetiklenerek her durumda ABD düşmanlığı küresel çapta artabilir. Birbirine kenetlenen İran halkı da bombalama sonrası nükleer programı daha da sahiplenebilir.
Bu nedenlerle Obama ilk döneminin Savunma Bakanı H. Gates, İran’a müdahaleye karşı çıkarak containment-çevreleme stratejisini savunuyordu. Bu strateji, ekonomik ambargolar, çevre ülkelerde İran aleyhine siyasi ittifaklar ve Amerikan askeri varlığının artırılması olarak özetlenebilir. Peki, ABD’nin bu stratejiden beklentileri neler olabilir? Bazı düşünce sahipleri bu beklentileri, İran’ın uranyum zenginleştirmede %20 sınırını geçmemesi; Nükleer savaş başlığı üretimine başlamaması; Nükleer tesislerinde ABD’nin bombardımanla imha edemeyeceği derin sığınak tipi inşaatları durdurması ve bu tesisleri BM denetimine tam açması, olarak sıralıyor.
Gerçekte ABD halen bu stratejiyi uyguluyor. ABD, Irak’tan 2012 sonunda çekildiğinde 23 bin askerlik bir kuvveti BAE’ye yerleştirdi ve ülkede 2,5 Milyar dolarlık THAAD SAM sistemi kurmaya başladı. Bu şekilde Kuveyt, Bahreyn, Katar ve Suudi Arabistan’dan sonra sürekli Amerikan askeri varlığı tüm GCC ülkelerine yayılmış oldu. Aynı yıl Kuveyt’te bir askeri üs genişletilerek, buraya çoğu özel kuvvetlere ait 2 tugay/15 bin asker yerleştirildi. Suudi Arabistan’da İHA üssü kuruldu. Benzer şekilde Atlantik Filosuna ait Amfibi Hücum Gemisi, USS Ponce bölgede özel kuvvetler yüzer üssü olarak görev yapmaya başladı. İsrail ve Türkiye-Malatya/Kürecik’e (Katar’a da yerleşecek) yerleştirilen X Band radarlar da İran’ı çevreleme stratejisinin önemli unsurları olarak yerlerini aldı. İngiltere’den Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia ve Kıbrıs adalarındaki üslerin kullanım izinleri alındığını da bu listeye ekleyelim. Suriye’yi parçalamak için AKP Hükümeti ve diğer ABD müttefiklerinin kullanılması ve tüm bölgede Sünni bir kuşak yaratılarak Şii etki alanının koparılması da çevreleme stratejisinin en önemli siyasi projesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu arada ABD Donanmasının, lazer ile imha yeteneğine sahip bir savaş gemisini Basra Körfezi‘nde görevlendireceğini geçen hafta açıklaması da caydırma bacağında önemli yere sahip.
İran caydırabilir mi?
Benim düşüncem, İran’ın nükleer silaha sahip olma hedefinden caymayacağı yönünde. Zira İran, yakın tarihten ders alıyor, Batı’nın karşısında ancak nükleer bir güç olarak durabileceğini ve böylece parçalanmadan, mevcut rejimini devam ettirebileceğini biliyor. Nasıl ki Suudi Arabistan, Amerikan güvencesi ile katı teokratik rejimini devam ettirebiliyor, İran da ancak nükleer bir güç olarak varlığını devam ettirebileceğine inanıyor. Nükleer İran, nükleer Ortadoğu demektir. Amerikalı bazı stratejistlere göre Ortadoğu’da güç dengesi işlemez. Zira bu tip ülkeler rasyonel davranmazlar. Elleri her an tetiktedir ve ikinci saldırı yeteneği için (second strike capability) bir beklentileri de yoktur. Bu nedenle İran nükleer olursa, Suudi Arabistan, Mısır ve diğer bölge ülkelerinin de nükleerleşmesi kaçınılmaz olabilir.

Hiç yorum yok: