7 May 2013

Doğu Akdeniz ve Yeni Petrol Kanunu


Değerli okuyucular, sizlere bu köşede sürekli olarak Doğu Akdeniz ağırlıklı yazılar yazıyorum. Aslında bu konuda tekrara girmek ve okuyucuların sabrını zorlamak istemiyorum, ancak denizlerdeki hidrokarbon ve canlı kaynaklar üzerindeki haklarımızın kaybına karşı bilinçlenmemiz, sadece yaşayan kuşaklar için değil gelecek nesillerin refahı ve güvenliği için kaçınılmaz önem ve öncelikte. İngiltere’nin ekonomik bataktan 1973’te Kuzey Denizinden elde etmeye başladığı petrol vasıtasıyla kurtulduğunu hatırlayalım. Yine unutmayın ki gelecek nesillere de ait bu kaynaklarımıza göz dikenlerin, Cumhuriyet Donanmasının hedef tahtasına oturtulmasında da önemli rolleri bulunuyor. Konunun güncel kısmı Doğu Akdeniz etrafında gelişiyor...
Büyük oyunu iyi görmemiz gerekiyor
Büyük oyunun hedefi, Doğu Akdeniz’deki doğal gaz zenginliğini (İsrail, Rum ve “Barzanistan”) ABD, İsrail ve Avrupa sermaye birikimine eklemek ve dünya pazarına etken Rus-İran gaz tekelini kırmaya katkıda bulunmaktır.
Birinci aşama, yani İsrail gazının ihraca hazır hale getirilmesi işlemi için, Türk sermayedarların İsrail ile ortak deniz dibi doğal gaz boru hattı projesi geliştirmeye çalıştıklarını New York Times ve Fransız, La Croix gazeteleri yazdı. Türk Dışişlerinden, Çok Taraflı Ekonomik İlişkiler Genel Müdürü Büyükelçi Mithat Rende de bir uluslararası konferansta aynı şeyi söyledi.
İkinci aşamanın hayata geçirilmesi için yani Rum’ların Kıbrıs Güneybatısındaki Afrodit sahasından en kısa zamanda gaz çıkarılması için AB ve ABD Rumlara her türlü desteği 2003 yılından bu yana zaten veriyor. Bu desteğin içine 2009 yılından itibaren başta sözde Balyoz davası olmak üzere, isimli davalar ile 40 amiral ve 400 deniz subayını kaybeden Türk Donanmasının, devreden çıkarılmasını ekleyebilirsiniz.
Her ne kadar Rum Dışişleri Bakanı Kasulidis, bu gazın Türkiye üzerinden pazarlanmasına karşı çıkarak kendi topraklarında 10 milyar Euro’ya mal olacak gaz sıvılaştırma tesisleri ve LNG tankerleri ile bu gazı piyasaya süreceklerini söylese de, finans ve enerji dünyasının egemenleri söz konusu gazın Türkiye üzerinden iletilmesi için baskılara başlayacaktır. Bir bakarsınız Güney Kıbrıs’ta Rum usulü Ergenekon ve Balyoz benzeri davalar bir anda devreye sokulmuş.
“Barzanistan”ın Irak merkezi hükümetinin kendilerine verdiği enerji gelirlerinden elde ettiği % 17’lik payı beğenmeyip, Başbakan Maliki ile çatışma rotasına girmeyi göze alarak Türkiye üzerinden doğal gaz ve petrol ihracı için büyük çabalar içinde olduğunu biliyoruz. Bu enerji kaynaklarının diğer bir alternatif rotası da parçalanacak Suriye üzerinden İsrail kontrolünde Akdeniz’e ulaştırılmasıdır.
Suriye ve Irak’ın parçalanmasını ve İran’ın daha da büyümesini tetikleyecek bu gelişmeye Türk sermayesinin ve hükümetin destek verdiği artık bilinen bir gerçek. Şüphesiz bu çabalara en büyük hayat öpücüğü 21 Mart 2013 Diyarbakır’dan geldi. Cari açığı her gün büyüyen, sıcak para bağımlısı, 100 dolar ihraç edebilmek için 140 dolar ithalat yapan, halkının tasarrufu son 11 yıldır unuttuğu, 59 milyonun ayda 1200 lira gelir altında geçindiği Türk ekonomisi, 52 milyar dolarlık enerji faturasını “sezon indirimi” yapan Barzanistan’dan yarı fiyatına temin etse ne çıkar? Bu işin sonunda varsın GAP ile Dicle-Fırat havzasını kapsayan Güneydoğu Anadolu bölgesi federalleşsin ve hatta Büyük Kürdistan uğruna üniter yapıdan kopuversin. Ne gam!
Türkiye Akdeniz’de kendi Münhasır Ekonomik Bölgesini ilan etmelidir
Diğer taraftan İsrail, Kürt ve Rum gazına ihtiyaç duymadan Türkiye’nin enerji ihtiyacını karşılayacak Doğu Akdeniz’de kendi Münhasır Ekonomik Bölgemiz içindeki doğal gaz ve petrol armalarına neden başlamıyoruz? Neden Güney Kıbrıs’ın 2003 yılında ilan ettiği gibi kendi sahamızı ilan etmiyoruz? Dışişleri Bakanlığı sadece notalar savaşı ile bu süreci daha ne kadar yönetebilecek? Diplomatik notalar, ardındaki “gücün” varlığı ve onu kullanma “iradesinin “açıkça görülmesi” ile anlam kazanırlar. Bu yok ise anlamı da fazla olamaz. Yarın bizim iddia ettiğimiz sahaya yakın sahalarda Kıbrıslı Rumlar ve ortakları fiili alan çalışmalarına (exploration ve exploitation) başlar ve bunlar de facto devlet uygulamasına dönüşür ise - ki Türk Donanmasının içine düşürüldüğü yeni durum paralelinde bu bir sürpriz olmaz - ne yapacağız? Ya da hükümetimizi AB’nin ve Yunanistan’ın hayalindeki sahaya, yani Antalya Körfezine sıkıştıran ve hakkımız olan sahanın dörtte biri olan (MEB) Münhasır Ekonomik Bölgeye razı ederlerse ne olacak? En kötü senaryo ile ya Yunanistan bir sabah uyandığımızda MEB ilan ederse ne yapacağız? Hükümetin Suriye ve Ortadoğu politikaları nedeniyle ABD ve Avrupa’dan sürekli ‘aferin’ aldığı bir dönemde neden kendi sahamızı ilan etmiyoruz? Bu aferinler hiç olmazsa denizde ulusal çıkar odaklı somut bir çıkar kazancına neden dönüştürülemiyor?
Yeni Petrol Kanunu ve Denizler
Diğer bir menfi gelişme de Mart ayı sonunda geldi. Mecliste ilgili Komisyon yeni Petrol Kanununu onaylayarak genel kurula sundu. Kanunun detaylı eleştirisi konunun uzmanları tarafından yapıldı ve basında geniş yer aldı. Ben burada kanunun deniz boyutuna değineceğim. Bu kanun ile milli petrol şirketimiz TPAO özelleştiriliyor ve devlet adına petrol ve doğal gaz arama ruhsatları iptal ediliyor, işletme hakları elinden alınıyor. Usta yazar Yalçın Doğan özelleştirilen TPAO’ya haklı olarak “Topal Ördek“ diyor. Ege ve Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölgelerimiz ilan edilmiş olsa, yani çevre denizlerimizde Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi ile siyasi ihtilaf konuları ortadan kalkmış olsa bile, bu uygulama çıkarlarımızın korunmasında tartışmalıdır. Ortada siyasi sorunların diz boyu olduğu bir konjonktürde, devletin en önemli enerji enstrümanı TPAO özelleştiriliyor. Hem de TPAO’nun 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde ilk kez, bir açık deniz sismik araştırma gemisini (R/V Barbaros Hayreddin) çok büyük bir meblağ ve anladığımız kadarı ile ihalesiz satın aldığı bir dönemde.
Özelleştirilen TPAO, Barbaros’u İhtilaflı Deniz Sahalarına Sokmaz, Sokamaz
Bu gemi, TPAO özelleştiği takdirde doğal olarak devletin siyasi iradesi altında değil, kullanımına karar verecek özel sektörün azami kâr maksimizasyonu hedefi altında, minimum riskle ve siyasi hedeflerden uzakta kullanılacaktır. Barbaros Hayreddin gemisi siyaseten tartışmalı bir deniz sahasında donanma koruması altında kullanılamayacaktır. Arzu edilse bile, Avrupa-Atlantik yapıya boyun eğen hiçbir hükümet bu gemiyi ihtilaflı sulara sokamayacaktır.
Yani 1973, 1974 ve 1987 Ege kıta sahanlığı krizlerinde yaşandığı gibi, kıta sahanlığı veya MEB’te yaşanacak geleceğin siyasi krizlerinde bu gemiyi Yunan veya AB savaş gemileri tarafından gasp edilen kendi sahalarımıza sokamayacağız. Görünen gerçek budur. Zira kullanım hakkını özelleştirerek devrettiğiniz özel sektör firması/firmaları bu riski almayacaktır. Bu geminin başka bir ülkeden kiralanan araştırma gemisinden farkı olmayacaktır.
Geçmişten Ders Almak Gerekir
Bu konuyu geçmişte yaşanmış iki farklı örnekle açalım. Birincisinde, 17 Mart 2002 günü Türk Donanmasına ait TCG Giresun firkateyni, müstakbel MEB’imizin güney sınırında Kıbrıslı Rumlar adına araştırma yapan Norveç gemisini Dışişleri Bakanlığının oluru ile sahayı terk etmesi için uyardı. Norveç Bandıralı gemi, Türkiye MEB sınırlarını ilan etmediği halde “saha ihlali” yaptığı için özür dileyerek derhal güneye çekildi.
İkinci örnek 2008 yılında yaşandı. Dışişleri Bakanlığı, Kıbrıslı Rumların saldırgan hukuksuzluğuna karşı - notalar dışında - sahadaki ilk tepkisini Meis güneyinde sismik araştırma yaptırarak verdi. TPAO namına kiralanan, Norveç bandıralı M/V Malene Ostervold isimli sismik araştırma gemisi, 13 Kasım 2008 günü, Doğu Akdeniz’de çıbanbaşı ve tartışmalı Meis Adası’nın güneyine 33 ve 128 deniz mili mesafelerde olacak şekilde sismik çalışmalara başladı. Bu gelişmeler üzerine Yunan Deniz Kuvvetleri, Rodos’ta bulunan Polemistis ganbotunu bölgeye göndererek, söz konusu çalışmanın Yunan kıta sahanlığı içerisinde olduğunu, Norveç gemisine bildirdi. Norveç gemisi başlangıçta bu ikazı dikkate almadı ve sismik çalışmalarını iki gün daha sürdürebildi.
15 Kasım 2008 akşamüzeri Ostervold’un faaliyetleri, Yunanistan Hükümetinin Norveç nezdinde diplomatik girişimde bulunması sonucu durduruldu. Bu durum, Dışişlerimiz için büyük bir yenilgi oldu. Norveç bayraklı gemi siyasi krize neden olmak istemediğinden Hükümetinin isteği üzerine bölgeden ayrıldı.
Söz konusu olaydan bir yıl sonra Deniz Kuvvetleri, TCG Çeşme isimli oşinografik araştırma gemisine sismik cihazlar yerleştirilerek, geminin aynı sahada - yani Meis adasının güneyindeki TPAO ruhsatlı sahalarda - araştırma yapmaya hazır olduğunu Dışişlerine bildirdi. Bu gemi açık denize çıkmış olsa egemen Türkiye Cumhuriyeti devletine ait, devlet gemisi statüsünde olduğu için hiçbir kuvvet görevli olduğu sahadan çıkaramazdı. Ancak Rumların ve Yunanlıların tehditleri - daha doğrusu Avrupa Atlantik yapının tehditleri - ağır bastı ve Hükümet bu gemiyi hiçbir zaman kullanmadı. Aynı günlerde Poyrazköy, Amirallere Suikast ve Kafes isimli sözde davalar ile Donanmanın tutsaklık sürecinin başlatıldığını not edelim.
Barbaros Hayreddin Adını Her Gemi Taşıyamaz
TPAO’nun özelleştirilmesi Türkiye’nin sadece ekonomik çıkarları ile ilgili değildir. TPAO devletin stratejik bir kurumudur ve korunması gerekir. Kısa dönem ekonomik çıkarlar için gelecek nesillerin hayati çıkarları risk altına alınamaz. Eğer özelleştirilme gerçekleşirse bari Barbaros Hayreddin’in adını değiştirin.
O isimi her gemi taşıyamaz.

Hiç yorum yok: