Bilimsel çalışmalarının yanında Türkiye’nin gündemine ilişkin denemeleriyle çarpıcı görüşler ortaya koyan Prof. Dr. Ali Demirsoy, gösterime girdiği günden bu yana televizyon ekranlarının en tartışmalı yapımlarından biri olan Muhteşem Yüzyıl dizisinin aslında bugün yaşananları anlattığını öne sürdü.
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy, “Kanuni Sultan Süleyman; bir dizinin öğrettikleri” başlığını taşıyan yazısında, Muhteşem Yüzyıl dizisinin 1500’lü yılları anlatıyor görünse de aslında bugünü anlattığını öne sürerek, “Değişen şeyler kıyafetler ve kişilerin adları. Bir kısmımızın bu diziye neden çok sert tepki gösterdiğini dikkatle izlediğinizde hemen anlayacaksınız. Kanuni Sultan Süleyman olarak tanıtılan padişahımızın kanunlarının sadece karşıtları ve halk için olduğunu, kendine sıra gelince hiç birinin işlemediğini görürsünüz” ifadelerini kullanıyor.
İşte Prof. Dr. Ali Demirsoy’un o yazısı…
KANUNİ’Yİ KUTSAYANLAR ADALETTEN NE ANLIYOR
“Sürekli övündüğümüz padişahımız; hatta başbakanımızın bile 34 yıl at sırtında gezerek birçok ülkeyi topraklarına kattığı ve bir kısmını Müslümanlaştırdığı için bir çeşit kutsadığı Kanuni Sultan Süleyman’ı, belirli bir kesimin mantığını, ahlaki değerlerini, empatisini, adaletten ve hukuktan ne anladıklarını öğrenebilmek için masaya yatıralım.
Ülkelerini çalışarak imar etmiş, kendi düzenlerini kurmuş, dini, dili ve ırkı ne olursa olsun bu dünyanın bir parçası olan onlarca ülkeye saldırarak, onları emri altına almış, vergi almış, savaş bitiminde şehirlerini askerlerine talan ettirmiş, kızlarını cariye olarak ailelerinden kopararak almış, ana kucağındaki erkek çocuklarını yine onlardan kopararak almış, dinlerini değiştirmiş ve özel eğitimle ana ve babalarının ülkelerine tekrar saldırıp onları işgal etmek ve aynı insanlık suçlarını işletmek için eğittirmiş insanların öyküsüdür bu. Televizyonda gösterilen Muhteşem Yüzyıl dizisi de bu öykünün bir kısmını işliyor olmalı…
Kanun, adalete saygı demektir. Hiç kimseye ayrıcalık tanımamak demektir. Yasa karşısında herkesin eşit olması demektir. Amaca ulaşmak için farklı tefsirlere sığınmamak demektir. Amacına ulaşmak ve kirli amaçlarına kılıf bulabilmek için yasalar üzerinde oynayarak, değiştirerek, bu yasaların evrenselliğini göz ardı ederek efendilerinin beğeneceği ve talepleri doğrultusunda yorumlayan ya da karar veren yargı mensuplarını özellikle bir yerlere getirmemem demektir. Beğenmediği kararları veren yargı mensuplarını bin bir desise ve tezgâh ile yerinden uzaklaştırmama demektir.
Verilen emirler ve tavırlarla karar merciini etkilememe demektir. Her şeyden önce başka bir insanın cezalandırma yetkisinin sadece yargı eliyle yapılabileceğini bilmek demektir. Günümüzde karşı çıkanların üzerine vergi memurlarını saldırtmak, basın yoluyla birilerini susturmak, kredi musluklarını kapatmak, yapılacak işlemler için ayak sürmek, taleplerine izin vermemek, zamanımızın ceza yöntemleri arasına girmişse de, bunların en ürkütücüsü adalet sistemini yandaşlaştırma olmalıdır. Adaletin tarafsız işlemesini benimsemek ve onu her koşulda uygulamak evrensel bir kuralı içine sindirmek demektir.
Eğer bir defa terazinizin kolu kırılmış ise ne geçmişi, ne günü ne de yaptıklarınızı doğru değerlendirebilirsiniz. Tarihte sizin gibi davrananları kahraman, adil yönetici olarak görürsünüz. Kusurlarınızı onların eylemlerine özleştirerek teselli bulursunuz.
Yanlışlarınızı tarihteki yanlışlıklara oturtarak doğrulamaya kalkışırsınız. En kötüsü de empatiyi yitirdiğiniz için ne bugün ne de geçmişte ezilenleri anlayabilirsiniz. Bu nedenle ister cihat ister ekonomik nedenlerle hiçbiri ırktaşınız ve vatandaşınız olmayan, dili, dini, hatta rengi sizden farklı olan ülkelere saldırarak, onların malına, canına el koymayı kahramanlık olarak tanımlayarak tarihi kana boyarsınız. Buna günümüzde gücünüz yetmez ise gücü yetenlere tetikçilik yaparsınız.
Ne geçmişte ne de yaşadığınızda masum olanları -kendi dünyasında geçinip gidenleri- anlayamaz; onları köleleştirmek için bin bir neden ararsınız; arayanlara arka çıkarsınız. Ne yazık ki bulunduğumuz coğrafyamız bu öyküler bakımından en acı ve ibret verici günleri yaşadı, yaşıyor, belli ki dahasını da yaşayacak…
VEHME KURBAN EDİLEN PARGALI İBRAHİM’İN DRAMI
Kanuni Sultan Süleyman’ımız, önce, ailesinden korsanlar tarafından 6 yaşında, çocuk yaşta koparılarak alınan, Manisa’da dul bir kadına satılan (demek ki o dönemde insan ticareti gündemdeymiş) ve bu kadın tarafından özenle eğitilen ve sonunda bir rastlantı olarak Şehzade Süleyman ile tanışarak onun maiyetine girerek baş sadrazam olan, arkadaşı, can dostu Maktul İbrahim Paşa’yı dizi ağzıyla ‘Pargalı İbrahim’i vehmi (kuşkusu) ve haremindeki bir dizi hanımın ağız dalaşıyla, hiçbir yasal kovuşturmaya ya da yargılatmaya başvurmadan, bizzat akşam sofrasında ağırladıktan sonra, misafir olarak çağırdığı kendi sarayında boğdurmuş. Kaldı ki, Padişah, İbrahim Paşa’nın can güvenliğini kendi fermanı ile güvenceye almıştı.
Demek ki geçmişteki yöneticilerimizin de şeref sözü bugünkülerinden çok farklı değilmiş. Bunu yaparken de gerekli kılıfı bulabilmek için, Türkmen Aleviler için“Kızılbaşların canları, malları helâldir, onlarla savaşırken ölmek şehitliğin en yücesidir ve Kızılbaşların kestiği hayvanın eti mundardır, yenmez” (1) fetvasını vermiş olan Mehmet Ebussuud’un zırva fetvasına sığınmıştır.
Hâlbuki Kanuni’yi Kanuni yapan tarih kitaplarına göre Pargalı İbrahim Paşa olmuştur. Seferlerin hemen hepsine ya tam yetkili olarak ya da padişahın yanında katılmış, Farsça, Rumca, Sırpça ve İtalyanca bildiği için birçok anlaşmanın Osmanlı yararına yapılmasını sağlamış. Sanata önem vermiş, Mohaç Savaşından sonra Budin’den getirdiği üç güzel diye bilinen heykeli sarayının önüne diktirdiği için büyük tepki çekmiş, ‘Cihan tapınağına iki İbrahim geldi. Biri put kırıcı, diğeri ise put dikici oldu’ yaftası yapıştırılmış.
Başka insanların ölümüne karar vermenin belki bağışlanabilir bir tarafını arasak bile, hiçbir suçu olmayan oğlunu, yine hiçbir yasal yargılamaya uğratmadan, bir sefer sırasında kendine eşlik ederken Konya (Ereğli) de bir çadırda boğdurup, boğulma sırasında çadırın bir kenarından delik açtırarak seyreden, cesedini çadırın önüne astıran bir insanı ‘Kanuni Sultan Süleyman’ olarak ilan etmek ve beş yüz yıl sonra onu kutsamak, örnek alınacak ata ve insan olarak sunmak sağlıklı insanların yapacağı bir davranış değildir.
Aslında tarihimizin en büyük Şeyhülislamı olarak bilinen Ebussuud ve adının başına kanun sıfatı eklenmiş en büyük padişahı olarak sunulan Kanunu Sultan Süleyman’ın bir dizide (çoğunun tarihi bir gerçek olduğu bilinen) halkın seyrine sunulması çok önemli bir gerçeği gözler önüne sermiştir. Tabii anlayanlara…
KANUN, SADECE BAŞKASINA UYGULANDIĞINDA ZORBALIKTIR
Kanun sadece başkasına uygulandığı zaman kanun değildir; zorbalıktır; kendine de aynı özenle uygulandığı ve sonuçlarına katlanıldığı zaman kanun olur. Öyle olmuş mudur? Hiç de öyle değil. Pekâlâ, bunca demokrasi, hukuk ve adalet söylemlerinden sonra Kanuni Sultan Süleyman’ı kutsama niye gündemde. Çünkü Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem, Pargalı İbrahim Paşa, Şehzade Mustafa ve Ebussuud kılık değiştirerek zamanımızda gündemde de onun için…
Karşıtlarımıza tüm katılığıyla uygulanan yasal işlemler kendimize ait olduğu zaman işletilmiyor (Deniz Feneri gibi). Egemen gücün verdiği emirleri harfiyen yerine getiremeyenler sürülüyor (birçok bürokrat ve yargı mensubunun bugün yaşadığı gibi). Kirli amaca ulaşabilmek için hiçbir tutarlılığı olmayan yorumlara (yüzüne baktığımız zaman iğrenilecek, her devrin adamı birkaç gazeteci taslağının televizyon televizyon gezerek destek sağlama çabası gibi) ve üretilmiş belgelere (Şehzade Mustafa’yı öldürebilmek için de yine bir yandaş olduğu söylenen devşirme Damat Rüstem Paşa tarafından sahte mektuplar üretildiği tarihi kayıtlarda bulunmaktadır) atıfta bulunuluyor (bugün üretilen belge skandalları gibi). Damat Rüstem Paşa ihanetinin karşılığı olarak Hürrem’in kızı Mihrimah Sultanı aldı; devşirme olmasa da emperyalist uşağı olan bugünkü belge üretenlerimiz de muhtemelen, makam, bazı ayrıcalıklar, kredi ve teşvik aldı…
Aslında öykü burada bitmiyor. Şehzade Mustafa’nın haksız ölümüne tepki olarak Yeniçerilerin ayaklanacağını sezinlediği için, Kanuni Sultan Süleyman Damat Rüstem Paşa’yı azledip, Kara Ahmet Paşa’yı sadrazamlığa getiriyor. Ancak desise ne o gün ne bu gün gündemden çıkmadığı için, Hürrem ile Mihrimah Sultanların sürekli kışkırtması ve işlemesi ile Kara Ahmet Paşa’nın kafası vuruluyor. Nerede vuruluyor biliyor musunuz? Divan-ı Hümayın’un ortasında; yani bakanlar kurulunun ortasında.
YANDAŞ VE İŞBİRLİKÇİLERİN ZENGİN EDİLMESİ GELENEĞİ
Tabii hiçbir yasal kovuşturma yapmadan. Kanuni Sultan Süleyman’ın kanuna gereksinmesi yok; kanun halk ve karşıtlar içindir. Yandaşların ve işbirlikçilerin zengin edilmesi geleneği o günlere kadar uzanmış olmalı ki, Damat Rüstem Paşa, padişahtan sonra en zengin 4. adam oluyor. (Wikipedia.org’a göre 815 çiftlik, 476 su değirmeni, 1.700 köle, 2.900 at, 1.106 deve, 100 gümüş eyer, 500 altın eyer, 2.000 zırh, 130 çift altın üzengi, mücevherle süslü 760 kılıç, 1.000 gümüş mızrak, 78 bin duka altını, 11.200.000 akçe değerinde nakit para bırakıyor). Rüşveti Osmanlı Devletine tam anlamıyla sokan kişi olarak bilinir.
Bütün bunları okuduktan sonra bir kısmımızın atalarımızla övünmemiz gerektiğini neden söylediğini daha iyi anlıyoruz. Çünkü atalarımıza çok benziyoruz; onların yolundan da yürüyoruz. Doğrusu değişen bir şey de yok…
SÜLEYMAN, HÜRREM, RÜSTEM VE EBUSSUUD ARAMIZDA YAŞIYOR
Arada önemli farkı da görmemezlikten gelemeyiz. O dönemde danışılacak, akıl fikir alınacak üniversiteler yoktu. Bu nedenle Ebussuud’un eline kalmıştı. Bilim yuvaları olsaydı, gerekli önem verilseydi, danışılsaydı ne olurdu sorusunu sorarsak, büyük bir olasılıkla dünyanın Amerika’sı olurduk diyebiliriz. O şansımızı yitirdik mi? Yitirmedik; ancak yine de bu kurumlardan yararlanma şansımız yeterince olmayacak. Çünkü yasalarımız, dünyayı belki en yakın izleyen, yaratıcı gücü olduğu varsayılan ve en doğru, en akıllıca kararları vermesi beklenen bu kurumların, bırakın çeşitli konularda akıl vermesini, yol göstermesini, kendi yöneticisini seçmesini bile sistem içine sindiremiyor. Onlarca üniversitenin, bugün de geçmişte de kendi yöneticisini oylarıyla seçtiği kişilerce değil, verilen emirleri uygulayacakların atanması ile yönetilmesi aslında çok fazla bir yol almadığımızı da gösteriyor.
Kanuni Sultan Süleyman’ı, Hürrem’i, Pargalı’yı, Şehzade Mustafa’yı, Damat Rüstem Paşa’yı özellikle Ebussuud‘u (ondan zamanımızda binlerce türedi) göremedik diye üzülmeyelim; güncel sunumları sahnede…”
(1) Mehmet Ertuğrul Düzdağ, (1972) Şeyhülislâm Ebussuud Efendi fetvaları ışığında 16. asır Türk hayatı, Enderun Kitabevi, İstanbul, say. 109-113
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy, “Kanuni Sultan Süleyman; bir dizinin öğrettikleri” başlığını taşıyan yazısında, Muhteşem Yüzyıl dizisinin 1500’lü yılları anlatıyor görünse de aslında bugünü anlattığını öne sürerek, “Değişen şeyler kıyafetler ve kişilerin adları. Bir kısmımızın bu diziye neden çok sert tepki gösterdiğini dikkatle izlediğinizde hemen anlayacaksınız. Kanuni Sultan Süleyman olarak tanıtılan padişahımızın kanunlarının sadece karşıtları ve halk için olduğunu, kendine sıra gelince hiç birinin işlemediğini görürsünüz” ifadelerini kullanıyor.
İşte Prof. Dr. Ali Demirsoy’un o yazısı…
KANUNİ’Yİ KUTSAYANLAR ADALETTEN NE ANLIYOR
“Sürekli övündüğümüz padişahımız; hatta başbakanımızın bile 34 yıl at sırtında gezerek birçok ülkeyi topraklarına kattığı ve bir kısmını Müslümanlaştırdığı için bir çeşit kutsadığı Kanuni Sultan Süleyman’ı, belirli bir kesimin mantığını, ahlaki değerlerini, empatisini, adaletten ve hukuktan ne anladıklarını öğrenebilmek için masaya yatıralım.
Ülkelerini çalışarak imar etmiş, kendi düzenlerini kurmuş, dini, dili ve ırkı ne olursa olsun bu dünyanın bir parçası olan onlarca ülkeye saldırarak, onları emri altına almış, vergi almış, savaş bitiminde şehirlerini askerlerine talan ettirmiş, kızlarını cariye olarak ailelerinden kopararak almış, ana kucağındaki erkek çocuklarını yine onlardan kopararak almış, dinlerini değiştirmiş ve özel eğitimle ana ve babalarının ülkelerine tekrar saldırıp onları işgal etmek ve aynı insanlık suçlarını işletmek için eğittirmiş insanların öyküsüdür bu. Televizyonda gösterilen Muhteşem Yüzyıl dizisi de bu öykünün bir kısmını işliyor olmalı…
Kanun, adalete saygı demektir. Hiç kimseye ayrıcalık tanımamak demektir. Yasa karşısında herkesin eşit olması demektir. Amaca ulaşmak için farklı tefsirlere sığınmamak demektir. Amacına ulaşmak ve kirli amaçlarına kılıf bulabilmek için yasalar üzerinde oynayarak, değiştirerek, bu yasaların evrenselliğini göz ardı ederek efendilerinin beğeneceği ve talepleri doğrultusunda yorumlayan ya da karar veren yargı mensuplarını özellikle bir yerlere getirmemem demektir. Beğenmediği kararları veren yargı mensuplarını bin bir desise ve tezgâh ile yerinden uzaklaştırmama demektir.
Verilen emirler ve tavırlarla karar merciini etkilememe demektir. Her şeyden önce başka bir insanın cezalandırma yetkisinin sadece yargı eliyle yapılabileceğini bilmek demektir. Günümüzde karşı çıkanların üzerine vergi memurlarını saldırtmak, basın yoluyla birilerini susturmak, kredi musluklarını kapatmak, yapılacak işlemler için ayak sürmek, taleplerine izin vermemek, zamanımızın ceza yöntemleri arasına girmişse de, bunların en ürkütücüsü adalet sistemini yandaşlaştırma olmalıdır. Adaletin tarafsız işlemesini benimsemek ve onu her koşulda uygulamak evrensel bir kuralı içine sindirmek demektir.
Eğer bir defa terazinizin kolu kırılmış ise ne geçmişi, ne günü ne de yaptıklarınızı doğru değerlendirebilirsiniz. Tarihte sizin gibi davrananları kahraman, adil yönetici olarak görürsünüz. Kusurlarınızı onların eylemlerine özleştirerek teselli bulursunuz.
Yanlışlarınızı tarihteki yanlışlıklara oturtarak doğrulamaya kalkışırsınız. En kötüsü de empatiyi yitirdiğiniz için ne bugün ne de geçmişte ezilenleri anlayabilirsiniz. Bu nedenle ister cihat ister ekonomik nedenlerle hiçbiri ırktaşınız ve vatandaşınız olmayan, dili, dini, hatta rengi sizden farklı olan ülkelere saldırarak, onların malına, canına el koymayı kahramanlık olarak tanımlayarak tarihi kana boyarsınız. Buna günümüzde gücünüz yetmez ise gücü yetenlere tetikçilik yaparsınız.
Ne geçmişte ne de yaşadığınızda masum olanları -kendi dünyasında geçinip gidenleri- anlayamaz; onları köleleştirmek için bin bir neden ararsınız; arayanlara arka çıkarsınız. Ne yazık ki bulunduğumuz coğrafyamız bu öyküler bakımından en acı ve ibret verici günleri yaşadı, yaşıyor, belli ki dahasını da yaşayacak…
VEHME KURBAN EDİLEN PARGALI İBRAHİM’İN DRAMI
Kanuni Sultan Süleyman’ımız, önce, ailesinden korsanlar tarafından 6 yaşında, çocuk yaşta koparılarak alınan, Manisa’da dul bir kadına satılan (demek ki o dönemde insan ticareti gündemdeymiş) ve bu kadın tarafından özenle eğitilen ve sonunda bir rastlantı olarak Şehzade Süleyman ile tanışarak onun maiyetine girerek baş sadrazam olan, arkadaşı, can dostu Maktul İbrahim Paşa’yı dizi ağzıyla ‘Pargalı İbrahim’i vehmi (kuşkusu) ve haremindeki bir dizi hanımın ağız dalaşıyla, hiçbir yasal kovuşturmaya ya da yargılatmaya başvurmadan, bizzat akşam sofrasında ağırladıktan sonra, misafir olarak çağırdığı kendi sarayında boğdurmuş. Kaldı ki, Padişah, İbrahim Paşa’nın can güvenliğini kendi fermanı ile güvenceye almıştı.
Demek ki geçmişteki yöneticilerimizin de şeref sözü bugünkülerinden çok farklı değilmiş. Bunu yaparken de gerekli kılıfı bulabilmek için, Türkmen Aleviler için“Kızılbaşların canları, malları helâldir, onlarla savaşırken ölmek şehitliğin en yücesidir ve Kızılbaşların kestiği hayvanın eti mundardır, yenmez” (1) fetvasını vermiş olan Mehmet Ebussuud’un zırva fetvasına sığınmıştır.
Hâlbuki Kanuni’yi Kanuni yapan tarih kitaplarına göre Pargalı İbrahim Paşa olmuştur. Seferlerin hemen hepsine ya tam yetkili olarak ya da padişahın yanında katılmış, Farsça, Rumca, Sırpça ve İtalyanca bildiği için birçok anlaşmanın Osmanlı yararına yapılmasını sağlamış. Sanata önem vermiş, Mohaç Savaşından sonra Budin’den getirdiği üç güzel diye bilinen heykeli sarayının önüne diktirdiği için büyük tepki çekmiş, ‘Cihan tapınağına iki İbrahim geldi. Biri put kırıcı, diğeri ise put dikici oldu’ yaftası yapıştırılmış.
Başka insanların ölümüne karar vermenin belki bağışlanabilir bir tarafını arasak bile, hiçbir suçu olmayan oğlunu, yine hiçbir yasal yargılamaya uğratmadan, bir sefer sırasında kendine eşlik ederken Konya (Ereğli) de bir çadırda boğdurup, boğulma sırasında çadırın bir kenarından delik açtırarak seyreden, cesedini çadırın önüne astıran bir insanı ‘Kanuni Sultan Süleyman’ olarak ilan etmek ve beş yüz yıl sonra onu kutsamak, örnek alınacak ata ve insan olarak sunmak sağlıklı insanların yapacağı bir davranış değildir.
Aslında tarihimizin en büyük Şeyhülislamı olarak bilinen Ebussuud ve adının başına kanun sıfatı eklenmiş en büyük padişahı olarak sunulan Kanunu Sultan Süleyman’ın bir dizide (çoğunun tarihi bir gerçek olduğu bilinen) halkın seyrine sunulması çok önemli bir gerçeği gözler önüne sermiştir. Tabii anlayanlara…
KANUN, SADECE BAŞKASINA UYGULANDIĞINDA ZORBALIKTIR
Kanun sadece başkasına uygulandığı zaman kanun değildir; zorbalıktır; kendine de aynı özenle uygulandığı ve sonuçlarına katlanıldığı zaman kanun olur. Öyle olmuş mudur? Hiç de öyle değil. Pekâlâ, bunca demokrasi, hukuk ve adalet söylemlerinden sonra Kanuni Sultan Süleyman’ı kutsama niye gündemde. Çünkü Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem, Pargalı İbrahim Paşa, Şehzade Mustafa ve Ebussuud kılık değiştirerek zamanımızda gündemde de onun için…
Karşıtlarımıza tüm katılığıyla uygulanan yasal işlemler kendimize ait olduğu zaman işletilmiyor (Deniz Feneri gibi). Egemen gücün verdiği emirleri harfiyen yerine getiremeyenler sürülüyor (birçok bürokrat ve yargı mensubunun bugün yaşadığı gibi). Kirli amaca ulaşabilmek için hiçbir tutarlılığı olmayan yorumlara (yüzüne baktığımız zaman iğrenilecek, her devrin adamı birkaç gazeteci taslağının televizyon televizyon gezerek destek sağlama çabası gibi) ve üretilmiş belgelere (Şehzade Mustafa’yı öldürebilmek için de yine bir yandaş olduğu söylenen devşirme Damat Rüstem Paşa tarafından sahte mektuplar üretildiği tarihi kayıtlarda bulunmaktadır) atıfta bulunuluyor (bugün üretilen belge skandalları gibi). Damat Rüstem Paşa ihanetinin karşılığı olarak Hürrem’in kızı Mihrimah Sultanı aldı; devşirme olmasa da emperyalist uşağı olan bugünkü belge üretenlerimiz de muhtemelen, makam, bazı ayrıcalıklar, kredi ve teşvik aldı…
Aslında öykü burada bitmiyor. Şehzade Mustafa’nın haksız ölümüne tepki olarak Yeniçerilerin ayaklanacağını sezinlediği için, Kanuni Sultan Süleyman Damat Rüstem Paşa’yı azledip, Kara Ahmet Paşa’yı sadrazamlığa getiriyor. Ancak desise ne o gün ne bu gün gündemden çıkmadığı için, Hürrem ile Mihrimah Sultanların sürekli kışkırtması ve işlemesi ile Kara Ahmet Paşa’nın kafası vuruluyor. Nerede vuruluyor biliyor musunuz? Divan-ı Hümayın’un ortasında; yani bakanlar kurulunun ortasında.
YANDAŞ VE İŞBİRLİKÇİLERİN ZENGİN EDİLMESİ GELENEĞİ
Tabii hiçbir yasal kovuşturma yapmadan. Kanuni Sultan Süleyman’ın kanuna gereksinmesi yok; kanun halk ve karşıtlar içindir. Yandaşların ve işbirlikçilerin zengin edilmesi geleneği o günlere kadar uzanmış olmalı ki, Damat Rüstem Paşa, padişahtan sonra en zengin 4. adam oluyor. (Wikipedia.org’a göre 815 çiftlik, 476 su değirmeni, 1.700 köle, 2.900 at, 1.106 deve, 100 gümüş eyer, 500 altın eyer, 2.000 zırh, 130 çift altın üzengi, mücevherle süslü 760 kılıç, 1.000 gümüş mızrak, 78 bin duka altını, 11.200.000 akçe değerinde nakit para bırakıyor). Rüşveti Osmanlı Devletine tam anlamıyla sokan kişi olarak bilinir.
Bütün bunları okuduktan sonra bir kısmımızın atalarımızla övünmemiz gerektiğini neden söylediğini daha iyi anlıyoruz. Çünkü atalarımıza çok benziyoruz; onların yolundan da yürüyoruz. Doğrusu değişen bir şey de yok…
SÜLEYMAN, HÜRREM, RÜSTEM VE EBUSSUUD ARAMIZDA YAŞIYOR
Arada önemli farkı da görmemezlikten gelemeyiz. O dönemde danışılacak, akıl fikir alınacak üniversiteler yoktu. Bu nedenle Ebussuud’un eline kalmıştı. Bilim yuvaları olsaydı, gerekli önem verilseydi, danışılsaydı ne olurdu sorusunu sorarsak, büyük bir olasılıkla dünyanın Amerika’sı olurduk diyebiliriz. O şansımızı yitirdik mi? Yitirmedik; ancak yine de bu kurumlardan yararlanma şansımız yeterince olmayacak. Çünkü yasalarımız, dünyayı belki en yakın izleyen, yaratıcı gücü olduğu varsayılan ve en doğru, en akıllıca kararları vermesi beklenen bu kurumların, bırakın çeşitli konularda akıl vermesini, yol göstermesini, kendi yöneticisini seçmesini bile sistem içine sindiremiyor. Onlarca üniversitenin, bugün de geçmişte de kendi yöneticisini oylarıyla seçtiği kişilerce değil, verilen emirleri uygulayacakların atanması ile yönetilmesi aslında çok fazla bir yol almadığımızı da gösteriyor.
Kanuni Sultan Süleyman’ı, Hürrem’i, Pargalı’yı, Şehzade Mustafa’yı, Damat Rüstem Paşa’yı özellikle Ebussuud‘u (ondan zamanımızda binlerce türedi) göremedik diye üzülmeyelim; güncel sunumları sahnede…”
(1) Mehmet Ertuğrul Düzdağ, (1972) Şeyhülislâm Ebussuud Efendi fetvaları ışığında 16. asır Türk hayatı, Enderun Kitabevi, İstanbul, say. 109-113
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder