Son zamanlarda, “Malazgirt’te Kürtlerin Türklere
yardımı”ndan, “Osmanlı’nın Çaldıran seferinden önce Kürt-Osmanlı ittifakı”dan,
“Kurtuluş Savaşı’nı Türklerin Kürtlerle birlikte yapması”ndan, “Cumhuriyet’i
Türklerle Kürtlerin birlikte kurması”ndan söz edildiğini sık sık duyar olduk.
Türk-Kürt ortaklığının Cumhuriyet’i birlikte kurmalarını bir yana bırakalım,
neredeyse Selçuklu ve Osmanlı devletlerini birlikte kurdukları bile iddia
edilecek.
Sonuç olarak, Kürtler, hakkı Türkler tarafından yenmiş
mağdur ama yiğit bir millet olarak tarih sahnesine çıkartılıyor. Kürtlerin
yiğitliğine kimse toz konduramaz ama acaba mağdur bir etnos mu?(Soy, kavim,
halk)
Kürt tarihinin, Subaruların, Hurrilerin, Mittanilerin adını
anarak milattan önce 7250 yılına dayandırılması (Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş,
4.baskı, S.24), doğru mu, yanlış mı, ancak dünya tarihçiliği tarafından
denetlenebilir.
Ancak iddialı bir kitapta şöyle bir cümle yer alıyorsa,
konuya bakış açısı başka bir bağlam ve boyuta taşınır:
“Bize göre Kürt sorununu bir etnik kimlik sorunu olarak
tanımlamak mümkündür. Konunun esasında bir insan hakları sorunu olduğu da
söylenebilir. Çağdaş liberal düşüncenin ‘grup hakları’ ile ‘birey hakları’
söylemi ilerleyen sayfalarda tartışılacaktır. Ancak kısaca değinmek gerekirse
bireyler doğuştan sahip oldukları tartışılmaz hakların bazılarını grup olarak
kullanmak mecburiyetindedirler.
Bu konuda merak edilen şudur: Kürtlerin kimliklerinden doğan
haklarının anayasal haklarının teminat altına alındığı bir demokratik
cumhuriyette Türklerle birlikte yaşamayı mı; yoksa ‘Bağımsız Kürdistan’ı
kurmayı ve dolayısıyla ayrı yaşamayı mı seçeceklerdir?”
Kürt sorunu nereye
dayanacak
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı’dan, Kurtuluş Savaşı’ndan
miras bir Kürt sorunu var kuşkusuz. Bu sorun, elbette, Altan Tan’ın da yazdığı
gibi etnik kimliğe ilişkin bir insan hakları sorunudur. Ama bu sorun, yazarın
sandığı ve iddia ettiği gibi, liberal düşünceye göre değil, devletler hukukuna,
uluslar rası antlaşma, anlaşma, sözleşmelere, yasalara göre tartışılır. Liberal
görüş çok taraflı değil tek taraflı bir görüş olup, uluslararası bir antlaşma,
anlaşma ve sözleşme de değildir. Bu nedenle Türkiye’nin Kürt sorununu liberal
bakış açısından tartışmak gayri ciddi bir tavır olur.
Birinci soru: İnsanların doğuştan itibaren sahip
oldukları tartışılmaz haklar arasında, kayıtsız-şartsız devlet kurma hakları
var mıdır? Bu sorunun cevabı devletler hukuku kitaplarında yazmaktadır. İnsan
haklarından söz ediliyorsa, bu hakların kaynağı ancak bir sözleşme olabilir. Bu
konuda iki sözleşme var:
1. İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi.
2. İnsan Hakları
Avrupa Sözleşmesi.
İkinci soru: Altan Tan’ın sandığı gibi, bir etnosun
kimliklerinden doğan hakları, üniter bir ulus devlette anayasa teminatı altına
alınabilir mi? Bu soruya, sosyologlar ya da liberal demokratlar değil, sadece
hukukçular cevap verebilir.
Üçüncü soru: Bir devletin vatandaşların bir bölümü
üniter devletten ayrılıp bağımsız bir devlet kurabilir mi? Bunun da cevabını
ancak devletler hukuku, uluslararası hukuk cevap verebilir.
Altan Tan’ın, kitabı yazarken hukukçularla konuşmuş mudur?
Sanmıyorum. Bu iş, karıya “Boş ol!” der gibi olmadığı sonunda öğrenilir ama kan
dökülür, zaman alır.
Kendi kaderini tayin
hakkı
BM Şartı ve diğer önemli uluslararası belgelerde, self
determinasyon hakkına yer verilmiş olmakla beraber, bu hak sadece sömürge
halkları için geçerlidir. Bu hak, bağımsız üniter devletlerde etnik gruplara
tanınmamaktadır.
BM Genel Kurulu, 24.10.1970’de kabul ettiği, İlke
Bildirisi’nde bu hakkın egemen bir devletin siyasi ve kültürel bütünlüğünü
tamamen veya kısmen tehlikeye atacağını kabul etmiştir.
1975 tarihli Helsinki Sonuç Belgesi, AGİT ve AK’de kabul
edilen kararlarda, devletlerin ülkesinin bölünmez bütünlüğü esas alınmıştır.
Kürtler kurucu halk
mı?
Kürt siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin mutlaka okumaları
gerektiğini düşündüğüm Prof.Dr.Oktay Uygun’un Federal Devlet (XII Levha
Yayınları) kitabının “Kürtler Kurucu Halk mı” bölümünü okuyalım:
“Bu örnekler, ‘iki kurucu halk’
deyiminin toplumda bir değer taşıması için, tarihsel olgular, hatta nüfus
durumundan çok, halkların ülke hayatındaki etkileri ile ilgili olduğunu
gösteriyor. Tarihsel olgular devletin kuruluş aşamasında iki halkın varlığına
işaret etse bile, bu olguyu topluma aktaracak entelektüel birikimden yoksun
olunması durumunda, söz konusu halk ‘kurucu’ sıfatıyla anılmayacaktır. Kürtler
son yıllarda, ‘iki kurucu halk’ ifadesini gündeme taşımayı başarmakla birlikte,
dayandıkları tarihsel olguların zayıflığı nedeniyle, bu girişimlerinin kabul
göreceği kuşkuludur.” (s.314-315)
Cumhuriyeti kuran Büyük Millet
Meclisi’nde sadece Türk ve Kürt etnosları değil onlarca etnos yer almıştır.
1924 Anayasa’sı 88. Maddesi her hangi bir ırk ve din mensubuna zaten herhangi bir
ayrıcalık tanımaz. Cumhuriyeti Türk ulusu kurmuştur ve bu ulusun içinde öteki
etnoslarla birlikte Türk ve Kürt etnosları da yer almaktadır. Türk ulusu Türk
etnosu değildir, ona indirgenemez. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye
halkına Türk milleti denir.”
“İki kurucu halk” görüşünü savunanların ikinci dayanağı
Kürtlerin Türklere Malazgirt Savaşı, Çaldıran Savaşı’nda büyük destek
verdikleri görüşüdür. Bu görüşü yarınki yazımızda ele alacağız.
Prof.Dr. Oktay Uygun’un Federal Devlet adlı kitabını
kaldığımız yerden okumayı sürdürelim: “... ‘İki
kurucu halk’ görüşünü savunanların ikinci dayanağı Kürtlerin Türklere Malazgirt
Savaşı, Çaldıran Savaşı’nda büyük destek verdikleri görüşüdür. Ulusal kimliğin
doğrudan oluşumuyla ilgili olduğu için, Kürtlerin, Kurtuluş Savaşı’na destek
verdikleri doğrudur... Ancak Kurtuluş Savaşı, Misakı Milli sınırları içinde
yaşayan her kesimin topyekûn bu savaşa katılmasıyla kazanılabilmiştir. Toplumun
her kesimi olağanüstü fedakarlıklar yapmıştır. Kürtleri bu savaşta özel ya da
ayrıcalıklı kılan bir durum yoktur. Özellikle, savaşın Kürtler sayesinde
kazanıldığını söylemek abartılı bir yaklaşımdır.” (s.314-315)
Bu türden iddialar karşısında, Kurtuluş Savaşı yapılırken
Kürt beylerinin aşiret isyanlarını anımsamak zorunda kalacak olanları unutmamak
gerekir.
Altan Tan’ın dile
getirdiği iddialar
1- “1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı savaşta
Mervaniler tüm güçleriyle Müslüman Türkleri destekler.” (“Kürt Sorunu” s.65)
“Hırıstiyan Bizanslılarla savaşan Alparslan Komutasındaki
altmış bin kişilik Selçuklu ordusunun on beş bini Kürtlerden oluşuyordu.”
(Age.s.68)
2- Sünni Osmanlılarla Alevi Safavilerin arasında siyasi
gerginliğin giderek artması üzerine, Safavi yönetiminden rahatsız olan Sunni
Kürtler de Osmanlılarla bir olarak Safavilere karşı koyma eğilimi ortaya çıktı.
Bu eğilimin güçlenerek Kürtlerle Osmanlılar arasında bir siyasi ittifaka
dönüşmesinde meşhur Kürt âlimi İdris-i Bitlisi’nin büyük etkisi oldu.”
(Age.s.73)
3- “10 yy ile 12. yy arasında zirveye çıkan bu dönem haklı
bir şekilde İslam’ın Kürt yüzyılları olarak adlandırılabilir. Kürtlerin siyasal
yönetimi, yoğun göçler ve askeri fetihler sayesinde, Orta Asya’dan Libya ve
Yemen’e dek uzanıyordu. Kürtler Ortadoğu’nun kalbi olan bölgeleri, dış
işgalcilere, örneğin Haçlı Seferleri’ne karşı savunan güçlü hanedanlıklar
kurarken, Kürt kültürü de altın çağını yaşamış...” (Age.s.62)
(Altan Tan bu görüşlerini (Age. s.63) Mehrdad R. Izady gibi
Kürtlere tarih icat eden birinden almıştır.)
4. “Kılıç Arslan’ın önderliğindeki Anadolu Selçukluları ve
Kürtler, Haçlılara karşı birlikte mücadele etti. Bütün bu savaşlar süresince
Kürtler, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Kendisi de Kürt olan Selahaddin-i
Eyyubi yaşadığı dönemde tüm varlığıyla bu mücadelenin içinde oldu.” (age.s.67)
Acaba öyle mi?
1. Tıpkı Altan Tan gibi Hayrettin Karaman da kendisiyle
yapılan bir söyleşide (Yeni Şafak, 29.03.2013) “1071’de Alparslan, Anadolu’ya
geldiğinde Kürt beyleri yardım etti. Alparslan, İslam kardeşliğini aradaki bağ
yaptı. Beraber fetihlere çıkıp başarılı oldular” diyor ama bu olayın İslam’la
falan ilişkisi yok. Alparslan’ın 1071’de Anadolu’yu işgal etmek gibi bir niyeti
yoktur. Nitekim, Malazgirt’ten sonra ilerleyip Anadolu’yu işgal etmemiştir. Amaç
vurgun yapmak ganimet toplamaktır. Kürtler de bu amaçla Alparslan’ın emrine
girmiştir.
Malazgirt savaşının Kürtler sayesinde kazanıldığı bir
tevatürden ibarettir. Bizans ordusunda düzenli Rum ve Ermeni askerlerin dışında
ücretli Slav, Got, Gürcü, Uz, Peçenek, Kıpçak askerleri de vardı. Bizans’a
hizmet eden ücretli Müslüman Araplar savaştan önce ayrılıp Antakya tarafına
gitmişti. Savaş sırasında, Türk olup Türkçe konuşan ama Müslüman olmayan Uz
(Oğuz, Gagavuz), Peçenek ve Kıpçak askerleri Alparslan’ın ordusuna geçtiler.
Savaşın kazanılmasının en önemli nedeni budur. İslam dayanışması tam anlamıyla
bir uydurmadır. Türklerin İslam adına cihada çıkmalarına daha birkaç yüzyıl
vardır. Gerçek şu ki Anadolu’ya gelen Türkler 1453’e kadar Hıristiyan Rumlara
daha yakın olacaktır.
2. İdris-i Bitlisi’nin Osmanlı ile 30 kadar Kürt aşiret
beyinin arasında aracılık yaptığı doğrudur. Ancak bu aracılık, Çaldıran savaşı
kazanıldıktan sonradır. Savaşta Kürtlerin katkı payı yoktur.
Altan Tan, Kürt beyleri ile Osmanlı arasında bir ittifaktan
söz ediyor ama gerçekte Kürt beyleri Osmanlı’nın hizmetine girip vassal
olmuştur. Yavuz Sultan Selim, Kürt beylerine “Bana biat edin, aranızdan birini
reis seçin!” demiştir. Ancak, kendi aralarında bir lider seçemeyen beyler
Osmanlı Sultanı’ndan bir lider tayin etmesini istedi; Sultan da Bıyıklı Mehmed
Paşa’yı Diyarbekir’e beylerbeyi olarak atadı.
Altan Tan, bu efendi-vassal ilişkisini ittifak (!) olarak
tanımlıyor. Gülünç bir durum.
3. Kürtlerin 10-12 yüzyıllar arasında bir altın çağ yarattığına
dair Tarih kitaplarında ciddi bir bilgi yok.
Kürt beyliklerinin Haçlı Seferleri’ne katıldığına dair,
örneğin Steven Runciman’ın üç ciltlik Haçlı Seferleri Tarihi’nde (Türk Tarih
Kurumu Yayınları) herhangi bir bilgi yer almaz. Haçlı seferleri üzerine yazılmış
tarih kitaplarında Haçlılar’ın Türklerle savaştığı yazar. Türk saflarında
Kürtlerin de bulunması, dönemin askerlik ve savaş anlayışı dolayısıyla, hiç de
tuhaf kaçmaz.
Gene aynı şekilde, 952-1136 yıllarını anlatan Urfalı
Mateos’un Vekayi-Nâmesi’nde (Tarih Kurumu Yayınları) Kürt sözcüğü üç yerde
(s.57, 77 ve 86) geçer.
Salahaddin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğu kabul edilir.
Babası ve amcası Selçukluların Musul Atabeyi Zengi’nin hizmetine girmiş,
dolayısıyla Salahaddin Eyyubi Selçuklu Türkleri arasında büyümüş ve
yetişmiştir.
Eyyubi Devleti’nin nüfusunun yüzde kaçı Kürt idi; devlet
yönetiminde hangi dil egemendi? Bu devletin sınırları içinde yer alan Suriye ve
Mısır’da halk genellikle Arapça konuştuğu için ortak iletişim dili Kürtçe
değildi. Günümüzde savunulan dava ve iddialarda haklı çıkmak için tarihten rol
çalmak, hem gereksiz, hem imkânsız, hem de yararsızdır. İnsan sonunda mahcup
olur!
Osmanlı döneminde devletin Kürt uyrukla (tebaa) ilişkisi
aşiret beyleri (mirleri) aracılığıyladır. Devletin Kürt beyleriyle ilişkisi,
bir büyük devletin beylerle yaptığı eşitlik ilkesine bağlı bir sözleşme
değildir. Öyle bir iddia gülünç olur. Tam tersine Kürt beyleri İdris-i Bitlisî
aracılığıyla Osmanlı sultanına biat etmeyi, hizmet etmeyi gönüllü kabul etmişlerdir.
Bir yanda emperyal bir devlet, bir yanda hiçbir hükmî
varlığı olmayan bir aşiret topluluğu vardır. Devlet, uslu durmaları koşuluyla
beylere bir tür imtiyaz vermiştir. Bu imtiyazların kötü kullanılması ya da
isyan durumunda ilgilileri cezalandırmıştır.
Bu ilişki 1515 yılından 1839 yılında ilan edilen Tanzimat
Fermanı’na kadar devam etti. Daha sonra, çağdaşlaşma bağlamında, siyasi, mali,
hukuki ve idari düzenlemelere gidildi. 1856 yılında tapu teşkilatı kurularak
Osmanlı toprak düzeni değiştirildi.
Tanzimat Fermanı, Kürt beylerinin ortadan kaldırılmasına yol
açıyordu. 1515 ile 21 Mart 1937 yılları arasında 33 Kürt beyi isyanı olmuştu.
Bunun sadece üç tanesi, Baban Aşireti, Abdurrahman Paşa İsyanı (1806); Mir
Muhammed (Soran) İsyanı (1833/1837;1. Han Mahmud İsyanı (1838) Tanzimat
öncesinde oldu. Üçü de devlet otoritesinin zayıfladığı 1800’lü yıllarda.
Bu isyanların tamamı ayrılıkçı ve ayrı devlet kurma
amaçlıdır.
1515-1856 yılları arasında Kürt aşiretlerinin beyler
tarafından özerk olarak yönetildiği kabul edilebilir. Ama bu nasıl bir
özerkliktir, günümüzde örnek olabilir mi? İncelenmesi gerekir.
3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos Antlaşması ile Kürt adı ilk
kez bir uluslararası antlaşmaya girdi. Bu antlaşmanın 16.maddesinde şöyledir:
“Osmanlı Devleti, Kürtlere ve Çerkeslere karşı Ermenilerin güvenliğini
sağlamayı garanti eder.”
Bu cümle, daha sonra, 13 Haziran 1878 tarihli Berlin
Antlaşması’nın 61.maddesine aynen girdi. Başka bir deyişle, Kürtler ve
Çerkesler sayesinde, Ermeni sorunu uluslararası plana çıkmış oldu.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sèvres Antlaşması’nın 62, 63 ve
64. maddelerine göre doğu Anadolu’da bağımsız bir Kürt devleti kuruluyordu.
Kürt beyleri 1919-1924 yılları arasında, Kurtuluş Savaşı
döneminde, 5 kez isyan ettiler.
24 Temmuz 1924 tarihinde imzalanan Lausanne Antlaşması’na
göre kabul edilen sınırlar içinde kalan Kürt aşiretleri Türklerle birlikte
çoğunluk olarak kabul edildiler.
Kürt beyleri, şeyhleri 13 Şubat 1925 Şeyh Said isyanı ile 21
Mart 1937 Dersim isyanı arasında 21 kez isyan ettiler. 1804-1937 arasında 34
isyan.
Kürdistan Teâli
Cemiyeti: 34 Kürt feodal ayaklanmasının arasına 30 Aralık 1818’de kurulan
Kürt Teâli Cemiyeti (Kürdistan Yükselme Derneği) girer. Kürt feodalitesinin
İstanbul’da yaşayan burjuva-aydın temsilcilerinin kurduğu bu siyasal dernek
bağımsız bir Kürt devleti kurulması amacı güdüyordu. İngiliz devlet yetkilileri
ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ilişkileri bulunmaktaydı. Kendisinden önceki
isyanlardan ilham alan bu dernek, kendisinden sonraki bütün isyanların esin
kaynağı olmuştur. Sèvres Antlaşması ile sonuçlanacak olan Paris Konferansı’na,
“Boş Herif” (Beau Chérif) denen Kürt Şerif Paşa’nın “Kürt Muharrahası” olarak
katılmasını kabul etti. Şerif Paşa, Ermeni murahhası Boğos Nubar Paşa ile
anlaşmış olduğu için, yapılan yorumlarda, Kürtlerin Ermenistan kuruluşunu
tanıdıkları, Türklerin Kürtler adına konuşma sahip olmadıkları ileri
sürülüyordu. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II,
Hürriyet Vakfı Yayınları, S.195-196)
Müdafaai Hukuk Hareketi ve Cemiyeti: Müdafa-i Hukukçu Kürtler,
Kürt sorununu Misak-i Milli çerçevesi içinde ele almışlardır. “Kürt halkı” ya
da “milleti” milli kurtuluş hareketinin yapısal bir öğesi olarak kabul
edilmiştir. Bu tez özellikle İngiliz politikasına, İstanbul hükümetine ve yine
özellikle Kürdistan (ya da Kürt) Teâli Cemiyeti ile çevresindekilere karşıydı.
(age. s.199)
Erzurum ve Sivas Kongrelerine, Müdafaa-i Hukukçularla
birlikte hareket eden bazı Kürt temsilciler katıldı. Büyük Millet Meclisi’nin
açılışında aynı Kürt temsilcileri yer aldı.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Paşa, ortak vatanı
kurtarmak için birlikte mücadele edildiği yönünde demeçler verdi. 1921
Anayasası’nın 11.maddesinde illerin şuralar marifetiyle yöneticeği yer aldı. Bu
madde, günümüzde “Kürtlere Özerklik verildi” şeklinde yanlış yorumlanmaktadır.
Doğu Perinçek’in bu dönemi ele alan Kurtuluş Savaşı’nda Kürt
Politikası (Kaynak Yayınları, 1999, 2.Basım) adlı kitabının bu konuda yazılmış
en mükemmel bir eser olduğunu belirtmek isterim. Mutlaka okunmalı.
10 Şubat 1922 günü “Kürdistan’a Özerklik” adı altında bir
yasanın kabul edildiği iddia edilir ama böyle bir yasanın kabul edildiğine dair
herhangi bir kanıt ve kayıt bulunmamaktadır. Kabul edildiği iddia edilen
yasanın 15. maddesi şöyledir:
“Türkçe, yalnızca Kürt Millet Meclisi’nde, Valilikte ve
Hükümet idaresinde kullanılır. Bununla birlikte Kürtçe okullarda öğretilebilir
ve Valilik, ilerde Hükümetin resmi dili olarak tanınması yönünde herhangi bir
talebe temel oluşturmamak şartıyla Kürtçe kullanmayı özendirebilir.” (Kurtuluş
Savaşında Kürt Politikası, s.281)
“18 maddenin içeriğine bakınca, ilk göze çarpan, kanun
dilinin olmayışıdır. Bu, bir kanun metni değildir. Öyle anlaşılıyor ki, bu
istihbaratı İngiliz Büyükelçiliği’ne ulaştıranların elinde bir kanun metni
yoktur, ağızdan öğrenilenleri bildirmektedirler.” (age.s.282)
Kısa da olsa ciddi bir araştırma, Altan Tan’ın “Kürt
Sorunu”nun gerçeklerden çok yalanlara ve söylentilere dayandırıldığını
kanıtlamaktadır.
30 Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin
yapıp-ettikleri bilinmeden Kürt Sorunu’nu doğru değerlendirmenin olanağı
yoktur. Tarih tarafından kanıtlanmıştır ki bu dernek İngiliz emperyalizmiyle
işbirliği yapmış, Sèvres Antlaşması’nı ve Anadolu’da bağımsız bir Kürt devleti
kurabilmek için bağımsız Ermeni devletini desteklemiş; bu amacına kavuşmak için
Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp İstanbul hükümetinin yanında yer almış;
İngilizlerle birlikte Koçgiri (6 Mart 1921) isyanını kışkırtmış; Lausanne
Antlaşması’nın sonuçlarını kabul etmemiş; başta Şeyh Said İsyanı (13 Şubat
1923) olmak üzere, Cumhuriyet döneminde çıkan bütün Kürt isyanlarına analık
etmiş...
1919’da başlayan Türk-Kürt Müdafaai Hukuk Hareketi, Şeyh
Said İsyanı ile fiilen sona erdi. Bu tarihten sonra Kürt sorununa, günümüze
kadar, Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin ideolojisi egemen oldu. PKK, Kürdistan
Teâli Cemiyeti’nin silahlanmış halidir. Televizyonlarda çıkıp yobazcasına
konuşanların büyük bir bölümü Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin görevli ya da
gönüllü sözcüsü durumundadır. Türk-Kürt Müdafaai Hukuk Hareketi, ne yazık ki,
1925 yılında sona ermiştir.
1925 yılında Şeyh Said İsyanı çıkmasaydı, daha sonra CHP’nin
tek parti rejimi, ardından Demokrat Parti’nin demokratik (!) düzeni Kürt bey,
şeyh ve ağalarıyla işbirliği yapmayı tercih etmeseydi, Kürt Sorunu ne olurdu?
Bu konuda ancak soru sorup tahminler yapabiliriz. Ancak şunu söyleyebiliriz:
“Kürt” sözcüğü, nüfus ve tarihsel rol ve eylem itibariyle, resmi belgelerde
kurucu unsur olarak yer alamazdı.
Günümüze gelelim
Anadolu’nun bir teneke üniversitesinden, televizyon bülbülü
haline getirilmiş bir gariban öğretim üyesi bangır bangır bağırıyor: “Beni
kimse zorla Türk yapamaz, ben Kürt’üm!” diyor. İnsan ister-istemez “Dünyada bir
Kürt devleti var da biz mi bilmiyoruz?” diye düşünüyor. Kürt devleti yok. O halde
nasıl Kürt oluyor? Bir egemen devlet “senin” etnik tercihlerine bakmaz.
Vatandaşı olmak hakkına sahipsen sana “senin” siyasal üst kimliğinin simge ve
belgesi olarak “sana” bir kimlik ve pasaport verir. “Sen” o siyasal üst
kimliğin belgelerini taşımaya layık olmasan da...
Ama gariban öğretim üyesi, tıpkı bir şımarık çocuk gibi,
“Bana ne, bana ne, ben Türk değilim, Kürt’üm!” diyor. İşin kolayı var: Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkar ve (varsa) bir Kürt devletinin vatandaşı
olur. Belki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı ilginç bulmuyordur, o zaman
isterse Almanya vatandaşı olur, ama gene Kürt olamaz, Alman olur.
Demek ki Kürt olmak için, hemen bir Kürt devleti kurmak
zorunda!
Bu türden hırdavatlar Türk olmaktan neden bunca nefret
ediyorlar? Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun bir
tebaası olarak bir “Osmanlı” ve dolaylı da olsa bir “Türk” idi. Mensup olduğu
etnik aşiret Osmanlı devletinin bir vassalı (Kul, uyruk, bağlı, bağımlı) idi.
Kendi başına herhangi bir hukukî ve hükmî şahsiyeti bulunmayan bir konum.
Hiçbir ortağı bulunmadan Osmanlı devletini kuran insan
topluluğunun adı da “Türk”. Osmanlı devletine yabancılar “Türk İmparatorluğu”
diyorlar. Sèvres Antlaşması’nda bile “Türk” sözcüğü var. Abdülhamid’e muhalefet
eden Osmanlılar’a bütün dünya “Genç Türkler” (“Jeuns Turcs”) adını takmış.
Aralarında Arnavutlar, Araplar, Kürtler var. Ama “Genç Türkler!”
Osmanlı devletinin yıkıntısı üzerinde kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’ni kuran öncü ve kurucu, asker ve sivil kadronun içinde Arnavutlar,
Araplar, Kürtler, Çerkesler var. Ama bir tek adları var dünyada: “Kemalist
Türkler”.
Biraz kırıcı olacak ama olsun: Bu tarihsel bağlam içinde
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken “Kürt” esas oğlan, yani “asli kurucu unsur”
değildi. Asli unsur, içinde onlarca etnosun yer aldığı bir siyasal üst kimlik
“Türklük” vardı. Şimdi biri çıkmış, “Jenerikte benim de adım olsun!” diyor. Ama
kardeşim, “Kürtlük” yaşadığı coğrafyada hiçbir zaman bir siyasal üst kimlik
olmadı ki!..
Sonuç olarak
Sonuç olarak geçmişte olanları unutmak ve bir “tabula rasa”
üzerinde konuşmak gerek. “Kürt”ün, “Cumhuriyet kurulurken hakkım yendi”
saplantı ve yanılsamasından kurtulması gerek.
Kürdistan Teâli Cemiyeti’yle yüzleşmesine de gerek yok. Ama
bu cemiyetin kendisine yaptığı kötülükleri bilmesi yeter.
Gerçekten demokratik bir anayasa ve demokratik yasalarla
donanmış devlet örgütü, bütün vatandaşlar için, eşitlik ve özgürlük cansuyunu
sağlayabilir. “Kürt”ün bonus olarak özel anayasal güvence istemesi epeyce
kapris olmaz mı?
Üniter devlette egemenlik bölünemeyeceği için Türkiye’nin
belli bir bölgesinde Kürtçe eğitim-öğretim de mümkün değil. Böyle bir şeyi AKP
bile “hulle” ile mümkün kılamaz.
O halde “Kürt” Türkiye’den ayrılmak istemiyorsa, “Anadilde
eğitim-öğretim” iddiasından vazgeçecek ve “Anadilini öğrenme özgürlük ve
hakkı”nın tam anlamıyla uygulanmasını isteyecek. Ya da bölgesel özerklik,
federasyon yahut bağımsız devlet .
Doksan bir yıl önce
Dünkü yazımdan bir bölüm aktaracağım: “10 Şubat 1922 günü
‘Kürdistan’a Özerklik’ adı altında bir yasanın kabul edildiği iddia edilir ama
böyle bir yasanın kabul edildiğine dair herhangi bir kanıt ve kayıt
bulunmamaktadır. Kabul edildiği iddia edilen yasanın 15. maddesi şöyledir:
‘Türkçe, yalnızca Kürt Millet Meclisi’nde, Valilikte ve
Hükümet idaresinde kullanılır. Bununla birlikte Kürtçe okullarda öğretilebilir
ve Valilik, ilerde Hükümetin resmi dili olarak tanınması yönünde herhangi bir
talebe temel oluşturmamak şartıyla Kürtçe kullanmayı özendirebilir’.” (Doğu
Perinçek, Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, 3 baskı 2010. s.379)
Yorumlayalım: Kürtçeyi öğretebilirsin, öğrenebilirsin ama
onu eğitim ve öğretim dili haline getiremezsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder