1 May 2013

Tarihi Çarpıtmak


Son zamanlarda, “Malazgirt’te Kürtlerin Türklere yardımı”ndan, “Osmanlı’nın Çaldıran seferinden önce Kürt-Osmanlı ittifakı”dan, “Kurtuluş Savaşı’nı Türklerin Kürtlerle birlikte yapması”ndan, “Cumhuriyet’i Türklerle Kürtlerin birlikte kurması”ndan söz edildiğini sık sık duyar olduk. Türk-Kürt ortaklığının Cumhuriyet’i birlikte kurmalarını bir yana bırakalım, neredeyse Selçuklu ve Osmanlı devletlerini birlikte kurdukları bile iddia edilecek.

Sonuç olarak, Kürtler, hakkı Türkler tarafından yenmiş mağdur ama yiğit bir millet olarak tarih sahnesine çıkartılıyor. Kürtlerin yiğitliğine kimse toz konduramaz ama acaba mağdur bir etnos mu?(Soy, kavim, halk)
Kürt tarihinin, Subaruların, Hurrilerin, Mittanilerin adını anarak milattan önce 7250 yılına dayandırılması (Altan Tan, Kürt Sorunu, Timaş, 4.baskı, S.24), doğru mu, yanlış mı, ancak dünya tarihçiliği tarafından denetlenebilir.

Ancak iddialı bir kitapta şöyle bir cümle yer alıyorsa, konuya bakış açısı başka bir bağlam ve boyuta taşınır:
“Bize göre Kürt sorununu bir etnik kimlik sorunu olarak tanımlamak mümkündür. Konunun esasında bir insan hakları sorunu olduğu da söylenebilir. Çağdaş liberal düşüncenin ‘grup hakları’ ile ‘birey hakları’ söylemi ilerleyen sayfalarda tartışılacaktır. Ancak kısaca değinmek gerekirse bireyler doğuştan sahip oldukları tartışılmaz hakların bazılarını grup olarak kullanmak mecburiyetindedirler.
Bu konuda merak edilen şudur: Kürtlerin kimliklerinden doğan haklarının anayasal haklarının teminat altına alındığı bir demokratik cumhuriyette Türklerle birlikte yaşamayı mı; yoksa ‘Bağımsız Kürdistan’ı kurmayı ve dolayısıyla ayrı yaşamayı mı seçeceklerdir?”

Kürt sorunu nereye dayanacak

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı’dan, Kurtuluş Savaşı’ndan miras bir Kürt sorunu var kuşkusuz. Bu sorun, elbette, Altan Tan’ın da yazdığı gibi etnik kimliğe ilişkin bir insan hakları sorunudur. Ama bu sorun, yazarın sandığı ve iddia ettiği gibi, liberal düşünceye göre değil, devletler hukukuna, uluslar rası antlaşma, anlaşma, sözleşmelere, yasalara göre tartışılır. Liberal görüş çok taraflı değil tek taraflı bir görüş olup, uluslararası bir antlaşma, anlaşma ve sözleşme de değildir. Bu nedenle Türkiye’nin Kürt sorununu liberal bakış açısından tartışmak gayri ciddi bir tavır olur.
Birinci soru: İnsanların doğuştan itibaren sahip oldukları tartışılmaz haklar arasında, kayıtsız-şartsız devlet kurma hakları var mıdır? Bu sorunun cevabı devletler hukuku kitaplarında yazmaktadır. İnsan haklarından söz ediliyorsa, bu hakların kaynağı ancak bir sözleşme olabilir. Bu konuda iki sözleşme var:

1. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi.
2. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi.

İkinci soru: Altan Tan’ın sandığı gibi, bir etnosun kimliklerinden doğan hakları, üniter bir ulus devlette anayasa teminatı altına alınabilir mi? Bu soruya, sosyologlar ya da liberal demokratlar değil, sadece hukukçular cevap verebilir.
Üçüncü soru: Bir devletin vatandaşların bir bölümü üniter devletten ayrılıp bağımsız bir devlet kurabilir mi? Bunun da cevabını ancak devletler hukuku, uluslararası hukuk cevap verebilir.
Altan Tan’ın, kitabı yazarken hukukçularla konuşmuş mudur? Sanmıyorum. Bu iş, karıya “Boş ol!” der gibi olmadığı sonunda öğrenilir ama kan dökülür, zaman alır.

Kendi kaderini tayin hakkı

BM Şartı ve diğer önemli uluslararası belgelerde, self determinasyon hakkına yer verilmiş olmakla beraber, bu hak sadece sömürge halkları için geçerlidir. Bu hak, bağımsız üniter devletlerde etnik gruplara tanınmamaktadır.
BM Genel Kurulu, 24.10.1970’de kabul ettiği, İlke Bildirisi’nde bu hakkın egemen bir devletin siyasi ve kültürel bütünlüğünü tamamen veya kısmen tehlikeye atacağını kabul etmiştir.
1975 tarihli Helsinki Sonuç Belgesi, AGİT ve AK’de kabul edilen kararlarda, devletlerin ülkesinin bölünmez bütünlüğü esas alınmıştır.

Kürtler kurucu halk mı?

Kürt siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin mutlaka okumaları gerektiğini düşündüğüm Prof.Dr.Oktay Uygun’un Federal Devlet (XII Levha Yayınları) kitabının “Kürtler Kurucu Halk mı” bölümünü okuyalım:
Bu örnekler, ‘iki kurucu halk’ deyiminin toplumda bir değer taşıması için, tarihsel olgular, hatta nüfus durumundan çok, halkların ülke hayatındaki etkileri ile ilgili olduğunu gösteriyor. Tarihsel olgular devletin kuruluş aşamasında iki halkın varlığına işaret etse bile, bu olguyu topluma aktaracak entelektüel birikimden yoksun olunması durumunda, söz konusu halk ‘kurucu’ sıfatıyla anılmayacaktır. Kürtler son yıllarda, ‘iki kurucu halk’ ifadesini gündeme taşımayı başarmakla birlikte, dayandıkları tarihsel olguların zayıflığı nedeniyle, bu girişimlerinin kabul göreceği kuşkuludur.” (s.314-315)

Cumhuriyeti kuran Büyük Millet Meclisi’nde sadece Türk ve Kürt etnosları değil onlarca etnos yer almıştır. 1924 Anayasa’sı 88. Maddesi her hangi bir ırk ve din mensubuna zaten herhangi bir ayrıcalık tanımaz. Cumhuriyeti Türk ulusu kurmuştur ve bu ulusun içinde öteki etnoslarla birlikte Türk ve Kürt etnosları da yer almaktadır. Türk ulusu Türk etnosu değildir, ona indirgenemez. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

“İki kurucu halk” görüşünü savunanların ikinci dayanağı Kürtlerin Türklere Malazgirt Savaşı, Çaldıran Savaşı’nda büyük destek verdikleri görüşüdür. Bu görüşü yarınki yazımızda ele alacağız. 

Prof.Dr. Oktay Uygun’un Federal Devlet adlı kitabını kaldığımız yerden okumayı sürdürelim: “... ‘İki kurucu halk’ görüşünü savunanların ikinci dayanağı Kürtlerin Türklere Malazgirt Savaşı, Çaldıran Savaşı’nda büyük destek verdikleri görüşüdür. Ulusal kimliğin doğrudan oluşumuyla ilgili olduğu için, Kürtlerin, Kurtuluş Savaşı’na destek verdikleri doğrudur... Ancak Kurtuluş Savaşı, Misakı Milli sınırları içinde yaşayan her kesimin topyekûn bu savaşa katılmasıyla kazanılabilmiştir. Toplumun her kesimi olağanüstü fedakarlıklar yapmıştır. Kürtleri bu savaşta özel ya da ayrıcalıklı kılan bir durum yoktur. Özellikle, savaşın Kürtler sayesinde kazanıldığını söylemek abartılı bir yaklaşımdır.” (s.314-315)


Bu türden iddialar karşısında, Kurtuluş Savaşı yapılırken Kürt beylerinin aşiret isyanlarını anımsamak zorunda kalacak olanları unutmamak gerekir.

Altan Tan’ın dile getirdiği iddialar

1- “1071 yılında Alpaslan’ın Bizanslılarla yaptığı savaşta Mervaniler tüm güçleriyle Müslüman Türkleri destekler.” (“Kürt Sorunu” s.65)
“Hırıstiyan Bizanslılarla savaşan Alparslan Komutasındaki altmış bin kişilik Selçuklu ordusunun on beş bini Kürtlerden oluşuyordu.” (Age.s.68)
2- Sünni Osmanlılarla Alevi Safavilerin arasında siyasi gerginliğin giderek artması üzerine, Safavi yönetiminden rahatsız olan Sunni Kürtler de Osmanlılarla bir olarak Safavilere karşı koyma eğilimi ortaya çıktı. Bu eğilimin güçlenerek Kürtlerle Osmanlılar arasında bir siyasi ittifaka dönüşmesinde meşhur Kürt âlimi İdris-i Bitlisi’nin büyük etkisi oldu.” (Age.s.73)
3- “10 yy ile 12. yy arasında zirveye çıkan bu dönem haklı bir şekilde İslam’ın Kürt yüzyılları olarak adlandırılabilir. Kürtlerin siyasal yönetimi, yoğun göçler ve askeri fetihler sayesinde, Orta Asya’dan Libya ve Yemen’e dek uzanıyordu. Kürtler Ortadoğu’nun kalbi olan bölgeleri, dış işgalcilere, örneğin Haçlı Seferleri’ne karşı savunan güçlü hanedanlıklar kurarken, Kürt kültürü de altın çağını yaşamış...” (Age.s.62)
(Altan Tan bu görüşlerini (Age. s.63) Mehrdad R. Izady gibi Kürtlere tarih icat eden birinden almıştır.)
4. “Kılıç Arslan’ın önderliğindeki Anadolu Selçukluları ve Kürtler, Haçlılara karşı birlikte mücadele etti. Bütün bu savaşlar süresince Kürtler, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadı. Kendisi de Kürt olan Selahaddin-i Eyyubi yaşadığı dönemde tüm varlığıyla bu mücadelenin içinde oldu.” (age.s.67)

Acaba öyle mi?

1. Tıpkı Altan Tan gibi Hayrettin Karaman da kendisiyle yapılan bir söyleşide (Yeni Şafak, 29.03.2013) “1071’de Alparslan, Anadolu’ya geldiğinde Kürt beyleri yardım etti. Alparslan, İslam kardeşliğini aradaki bağ yaptı. Beraber fetihlere çıkıp başarılı oldular” diyor ama bu olayın İslam’la falan ilişkisi yok. Alparslan’ın 1071’de Anadolu’yu işgal etmek gibi bir niyeti yoktur. Nitekim, Malazgirt’ten sonra ilerleyip Anadolu’yu işgal etmemiştir. Amaç vurgun yapmak ganimet toplamaktır. Kürtler de bu amaçla Alparslan’ın emrine girmiştir.
Malazgirt savaşının Kürtler sayesinde kazanıldığı bir tevatürden ibarettir. Bizans ordusunda düzenli Rum ve Ermeni askerlerin dışında ücretli Slav, Got, Gürcü, Uz, Peçenek, Kıpçak askerleri de vardı. Bizans’a hizmet eden ücretli Müslüman Araplar savaştan önce ayrılıp Antakya tarafına gitmişti. Savaş sırasında, Türk olup Türkçe konuşan ama Müslüman olmayan Uz (Oğuz, Gagavuz), Peçenek ve Kıpçak askerleri Alparslan’ın ordusuna geçtiler. Savaşın kazanılmasının en önemli nedeni budur. İslam dayanışması tam anlamıyla bir uydurmadır. Türklerin İslam adına cihada çıkmalarına daha birkaç yüzyıl vardır. Gerçek şu ki Anadolu’ya gelen Türkler 1453’e kadar Hıristiyan Rumlara daha yakın olacaktır.

2. İdris-i Bitlisi’nin Osmanlı ile 30 kadar Kürt aşiret beyinin arasında aracılık yaptığı doğrudur. Ancak bu aracılık, Çaldıran savaşı kazanıldıktan sonradır. Savaşta Kürtlerin katkı payı yoktur.
Altan Tan, Kürt beyleri ile Osmanlı arasında bir ittifaktan söz ediyor ama gerçekte Kürt beyleri Osmanlı’nın hizmetine girip vassal olmuştur. Yavuz Sultan Selim, Kürt beylerine “Bana biat edin, aranızdan birini reis seçin!” demiştir. Ancak, kendi aralarında bir lider seçemeyen beyler Osmanlı Sultanı’ndan bir lider tayin etmesini istedi; Sultan da Bıyıklı Mehmed Paşa’yı Diyarbekir’e beylerbeyi olarak atadı.
Altan Tan, bu efendi-vassal ilişkisini ittifak (!) olarak tanımlıyor. Gülünç bir durum.

3. Kürtlerin 10-12 yüzyıllar arasında bir altın çağ yarattığına dair Tarih kitaplarında ciddi bir bilgi yok.
Kürt beyliklerinin Haçlı Seferleri’ne katıldığına dair, örneğin Steven Runciman’ın üç ciltlik Haçlı Seferleri Tarihi’nde (Türk Tarih Kurumu Yayınları) herhangi bir bilgi yer almaz. Haçlı seferleri üzerine yazılmış tarih kitaplarında Haçlılar’ın Türklerle savaştığı yazar. Türk saflarında Kürtlerin de bulunması, dönemin askerlik ve savaş anlayışı dolayısıyla, hiç de tuhaf kaçmaz.
Gene aynı şekilde, 952-1136 yıllarını anlatan Urfalı Mateos’un Vekayi-Nâmesi’nde (Tarih Kurumu Yayınları) Kürt sözcüğü üç yerde (s.57, 77 ve 86) geçer.

Salahaddin Eyyubi’nin Kürt kökenli olduğu kabul edilir. Babası ve amcası Selçukluların Musul Atabeyi Zengi’nin hizmetine girmiş, dolayısıyla Salahaddin Eyyubi Selçuklu Türkleri arasında büyümüş ve yetişmiştir.
Eyyubi Devleti’nin nüfusunun yüzde kaçı Kürt idi; devlet yönetiminde hangi dil egemendi? Bu devletin sınırları içinde yer alan Suriye ve Mısır’da halk genellikle Arapça konuştuğu için ortak iletişim dili Kürtçe değildi. Günümüzde savunulan dava ve iddialarda haklı çıkmak için tarihten rol çalmak, hem gereksiz, hem imkânsız, hem de yararsızdır. İnsan sonunda mahcup olur! 

Osmanlı döneminde devletin Kürt uyrukla (tebaa) ilişkisi aşiret beyleri (mirleri) aracılığıyladır. Devletin Kürt beyleriyle ilişkisi, bir büyük devletin beylerle yaptığı eşitlik ilkesine bağlı bir sözleşme değildir. Öyle bir iddia gülünç olur. Tam tersine Kürt beyleri İdris-i Bitlisî aracılığıyla Osmanlı sultanına biat etmeyi, hizmet etmeyi gönüllü kabul etmişlerdir.
Bir yanda emperyal bir devlet, bir yanda hiçbir hükmî varlığı olmayan bir aşiret topluluğu vardır. Devlet, uslu durmaları koşuluyla beylere bir tür imtiyaz vermiştir. Bu imtiyazların kötü kullanılması ya da isyan durumunda ilgilileri cezalandırmıştır.
Bu ilişki 1515 yılından 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı’na kadar devam etti. Daha sonra, çağdaşlaşma bağlamında, siyasi, mali, hukuki ve idari düzenlemelere gidildi. 1856 yılında tapu teşkilatı kurularak Osmanlı toprak düzeni değiştirildi.
Tanzimat Fermanı, Kürt beylerinin ortadan kaldırılmasına yol açıyordu. 1515 ile 21 Mart 1937 yılları arasında 33 Kürt beyi isyanı olmuştu. Bunun sadece üç tanesi, Baban Aşireti, Abdurrahman Paşa İsyanı (1806); Mir Muhammed (Soran) İsyanı (1833/1837;1. Han Mahmud İsyanı (1838) Tanzimat öncesinde oldu. Üçü de devlet otoritesinin zayıfladığı 1800’lü yıllarda.
Bu isyanların tamamı ayrılıkçı ve ayrı devlet kurma amaçlıdır.
1515-1856 yılları arasında Kürt aşiretlerinin beyler tarafından özerk olarak yönetildiği kabul edilebilir. Ama bu nasıl bir özerkliktir, günümüzde örnek olabilir mi? İncelenmesi gerekir.



3 Mart 1878 tarihli Ayastefanos Antlaşması ile Kürt adı ilk kez bir uluslararası antlaşmaya girdi. Bu antlaşmanın 16.maddesinde şöyledir: “Osmanlı Devleti, Kürtlere ve Çerkeslere karşı Ermenilerin güvenliğini sağlamayı garanti eder.”
Bu cümle, daha sonra, 13 Haziran 1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın 61.maddesine aynen girdi. Başka bir deyişle, Kürtler ve Çerkesler sayesinde, Ermeni sorunu uluslararası plana çıkmış oldu.
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sèvres Antlaşması’nın 62, 63 ve 64. maddelerine göre doğu Anadolu’da bağımsız bir Kürt devleti kuruluyordu.
Kürt beyleri 1919-1924 yılları arasında, Kurtuluş Savaşı döneminde, 5 kez isyan ettiler.
24 Temmuz 1924 tarihinde imzalanan Lausanne Antlaşması’na göre kabul edilen sınırlar içinde kalan Kürt aşiretleri Türklerle birlikte çoğunluk olarak kabul edildiler.
Kürt beyleri, şeyhleri 13 Şubat 1925 Şeyh Said isyanı ile 21 Mart 1937 Dersim isyanı arasında 21 kez isyan ettiler. 1804-1937 arasında 34 isyan.



Kürdistan Teâli Cemiyeti: 34 Kürt feodal ayaklanmasının arasına 30 Aralık 1818’de kurulan Kürt Teâli Cemiyeti (Kürdistan Yükselme Derneği) girer. Kürt feodalitesinin İstanbul’da yaşayan burjuva-aydın temsilcilerinin kurduğu bu siyasal dernek bağımsız bir Kürt devleti kurulması amacı güdüyordu. İngiliz devlet yetkilileri ve Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile ilişkileri bulunmaktaydı. Kendisinden önceki isyanlardan ilham alan bu dernek, kendisinden sonraki bütün isyanların esin kaynağı olmuştur. Sèvres Antlaşması ile sonuçlanacak olan Paris Konferansı’na, “Boş Herif” (Beau Chérif) denen Kürt Şerif Paşa’nın “Kürt Muharrahası” olarak katılmasını kabul etti. Şerif Paşa, Ermeni murahhası Boğos Nubar Paşa ile anlaşmış olduğu için, yapılan yorumlarda, Kürtlerin Ermenistan kuruluşunu tanıdıkları, Türklerin Kürtler adına konuşma sahip olmadıkları ileri sürülüyordu. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II, Hürriyet Vakfı Yayınları, S.195-196)



Müdafaai Hukuk Hareketi ve Cemiyeti: Müdafa-i Hukukçu Kürtler, Kürt sorununu Misak-i Milli çerçevesi içinde ele almışlardır. “Kürt halkı” ya da “milleti” milli kurtuluş hareketinin yapısal bir öğesi olarak kabul edilmiştir. Bu tez özellikle İngiliz politikasına, İstanbul hükümetine ve yine özellikle Kürdistan (ya da Kürt) Teâli Cemiyeti ile çevresindekilere karşıydı. (age. s.199)



Erzurum ve Sivas Kongrelerine, Müdafaa-i Hukukçularla birlikte hareket eden bazı Kürt temsilciler katıldı. Büyük Millet Meclisi’nin açılışında aynı Kürt temsilcileri yer aldı.
Kurtuluş Savaşı sırasında, Mustafa Kemal Paşa, ortak vatanı kurtarmak için birlikte mücadele edildiği yönünde demeçler verdi. 1921 Anayasası’nın 11.maddesinde illerin şuralar marifetiyle yöneticeği yer aldı. Bu madde, günümüzde “Kürtlere Özerklik verildi” şeklinde yanlış yorumlanmaktadır.
Doğu Perinçek’in bu dönemi ele alan Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası (Kaynak Yayınları, 1999, 2.Basım) adlı kitabının bu konuda yazılmış en mükemmel bir eser olduğunu belirtmek isterim. Mutlaka okunmalı.
10 Şubat 1922 günü “Kürdistan’a Özerklik” adı altında bir yasanın kabul edildiği iddia edilir ama böyle bir yasanın kabul edildiğine dair herhangi bir kanıt ve kayıt bulunmamaktadır. Kabul edildiği iddia edilen yasanın 15. maddesi şöyledir:
“Türkçe, yalnızca Kürt Millet Meclisi’nde, Valilikte ve Hükümet idaresinde kullanılır. Bununla birlikte Kürtçe okullarda öğretilebilir ve Valilik, ilerde Hükümetin resmi dili olarak tanınması yönünde herhangi bir talebe temel oluşturmamak şartıyla Kürtçe kullanmayı özendirebilir.” (Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, s.281)



“18 maddenin içeriğine bakınca, ilk göze çarpan, kanun dilinin olmayışıdır. Bu, bir kanun metni değildir. Öyle anlaşılıyor ki, bu istihbaratı İngiliz Büyükelçiliği’ne ulaştıranların elinde bir kanun metni yoktur, ağızdan öğrenilenleri bildirmektedirler.” (age.s.282)

Kısa da olsa ciddi bir araştırma, Altan Tan’ın “Kürt Sorunu”nun gerçeklerden çok yalanlara ve söylentilere dayandırıldığını kanıtlamaktadır. 

30 Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin yapıp-ettikleri bilinmeden Kürt Sorunu’nu doğru değerlendirmenin olanağı yoktur. Tarih tarafından kanıtlanmıştır ki bu dernek İngiliz emperyalizmiyle işbirliği yapmış, Sèvres Antlaşması’nı ve Anadolu’da bağımsız bir Kürt devleti kurabilmek için bağımsız Ermeni devletini desteklemiş; bu amacına kavuşmak için Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkıp İstanbul hükümetinin yanında yer almış; İngilizlerle birlikte Koçgiri (6 Mart 1921) isyanını kışkırtmış; Lausanne Antlaşması’nın sonuçlarını kabul etmemiş; başta Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1923) olmak üzere, Cumhuriyet döneminde çıkan bütün Kürt isyanlarına analık etmiş...

1919’da başlayan Türk-Kürt Müdafaai Hukuk Hareketi, Şeyh Said İsyanı ile fiilen sona erdi. Bu tarihten sonra Kürt sorununa, günümüze kadar, Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin ideolojisi egemen oldu. PKK, Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin silahlanmış halidir. Televizyonlarda çıkıp yobazcasına konuşanların büyük bir bölümü Kürdistan Teâli Cemiyeti’nin görevli ya da gönüllü sözcüsü durumundadır. Türk-Kürt Müdafaai Hukuk Hareketi, ne yazık ki, 1925 yılında sona ermiştir.

1925 yılında Şeyh Said İsyanı çıkmasaydı, daha sonra CHP’nin tek parti rejimi, ardından Demokrat Parti’nin demokratik (!) düzeni Kürt bey, şeyh ve ağalarıyla işbirliği yapmayı tercih etmeseydi, Kürt Sorunu ne olurdu? Bu konuda ancak soru sorup tahminler yapabiliriz. Ancak şunu söyleyebiliriz: “Kürt” sözcüğü, nüfus ve tarihsel rol ve eylem itibariyle, resmi belgelerde kurucu unsur olarak yer alamazdı.

Günümüze gelelim

Anadolu’nun bir teneke üniversitesinden, televizyon bülbülü haline getirilmiş bir gariban öğretim üyesi bangır bangır bağırıyor: “Beni kimse zorla Türk yapamaz, ben Kürt’üm!” diyor. İnsan ister-istemez “Dünyada bir Kürt devleti var da biz mi bilmiyoruz?” diye düşünüyor. Kürt devleti yok. O halde nasıl Kürt oluyor? Bir egemen devlet “senin” etnik tercihlerine bakmaz. Vatandaşı olmak hakkına sahipsen sana “senin” siyasal üst kimliğinin simge ve belgesi olarak “sana” bir kimlik ve pasaport verir. “Sen” o siyasal üst kimliğin belgelerini taşımaya layık olmasan da...
Ama gariban öğretim üyesi, tıpkı bir şımarık çocuk gibi, “Bana ne, bana ne, ben Türk değilim, Kürt’üm!” diyor. İşin kolayı var: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkar ve (varsa) bir Kürt devletinin vatandaşı olur. Belki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayı ilginç bulmuyordur, o zaman isterse Almanya vatandaşı olur, ama gene Kürt olamaz, Alman olur.
Demek ki Kürt olmak için, hemen bir Kürt devleti kurmak zorunda!


Bu türden hırdavatlar Türk olmaktan neden bunca nefret ediyorlar? Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun bir tebaası olarak bir “Osmanlı” ve dolaylı da olsa bir “Türk” idi. Mensup olduğu etnik aşiret Osmanlı devletinin bir vassalı (Kul, uyruk, bağlı, bağımlı) idi. Kendi başına herhangi bir hukukî ve hükmî şahsiyeti bulunmayan bir konum.

Hiçbir ortağı bulunmadan Osmanlı devletini kuran insan topluluğunun adı da “Türk”. Osmanlı devletine yabancılar “Türk İmparatorluğu” diyorlar. Sèvres Antlaşması’nda bile “Türk” sözcüğü var. Abdülhamid’e muhalefet eden Osmanlılar’a bütün dünya “Genç Türkler” (“Jeuns Turcs”) adını takmış. Aralarında Arnavutlar, Araplar, Kürtler var. Ama “Genç Türkler!”

Osmanlı devletinin yıkıntısı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran öncü ve kurucu, asker ve sivil kadronun içinde Arnavutlar, Araplar, Kürtler, Çerkesler var. Ama bir tek adları var dünyada: “Kemalist Türkler”.

Biraz kırıcı olacak ama olsun: Bu tarihsel bağlam içinde Türkiye Cumhuriyeti kurulurken “Kürt” esas oğlan, yani “asli kurucu unsur” değildi. Asli unsur, içinde onlarca etnosun yer aldığı bir siyasal üst kimlik “Türklük” vardı. Şimdi biri çıkmış, “Jenerikte benim de adım olsun!” diyor. Ama kardeşim, “Kürtlük” yaşadığı coğrafyada hiçbir zaman bir siyasal üst kimlik olmadı ki!..

Sonuç olarak

Sonuç olarak geçmişte olanları unutmak ve bir “tabula rasa” üzerinde konuşmak gerek. “Kürt”ün, “Cumhuriyet kurulurken hakkım yendi” saplantı ve yanılsamasından kurtulması gerek.
Kürdistan Teâli Cemiyeti’yle yüzleşmesine de gerek yok. Ama bu cemiyetin kendisine yaptığı kötülükleri bilmesi yeter.
Gerçekten demokratik bir anayasa ve demokratik yasalarla donanmış devlet örgütü, bütün vatandaşlar için, eşitlik ve özgürlük cansuyunu sağlayabilir. “Kürt”ün bonus olarak özel anayasal güvence istemesi epeyce kapris olmaz mı?
Üniter devlette egemenlik bölünemeyeceği için Türkiye’nin belli bir bölgesinde Kürtçe eğitim-öğretim de mümkün değil. Böyle bir şeyi AKP bile “hulle” ile mümkün kılamaz.
O halde “Kürt” Türkiye’den ayrılmak istemiyorsa, “Anadilde eğitim-öğretim” iddiasından vazgeçecek ve “Anadilini öğrenme özgürlük ve hakkı”nın tam anlamıyla uygulanmasını isteyecek. Ya da bölgesel özerklik, federasyon yahut bağımsız devlet .

Doksan bir yıl önce

Dünkü yazımdan bir bölüm aktaracağım: “10 Şubat 1922 günü ‘Kürdistan’a Özerklik’ adı altında bir yasanın kabul edildiği iddia edilir ama böyle bir yasanın kabul edildiğine dair herhangi bir kanıt ve kayıt bulunmamaktadır. Kabul edildiği iddia edilen yasanın 15. maddesi şöyledir:
‘Türkçe, yalnızca Kürt Millet Meclisi’nde, Valilikte ve Hükümet idaresinde kullanılır. Bununla birlikte Kürtçe okullarda öğretilebilir ve Valilik, ilerde Hükümetin resmi dili olarak tanınması yönünde herhangi bir talebe temel oluşturmamak şartıyla Kürtçe kullanmayı özendirebilir’.” (Doğu Perinçek, Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, 3 baskı 2010. s.379)


Yorumlayalım: Kürtçeyi öğretebilirsin, öğrenebilirsin ama onu eğitim ve öğretim dili haline getiremezsin.

Hiç yorum yok: