2 May 2013

Tanrı Brokerleri


Din adamlığı nedir? Kurumsallaşmış, holding ceo’larından söz ediyorum.

Kimler din Baronluğuna talip olurlar?

Din uluları neden gülmezler?

Asık suratlarındaki ağlamaklı ifadeleri, deruni makamlarının gereği midir acep?

Onlar…

Tanrının kendi tekellerinde olduğunu, inananlara kabul ettirenler…  Çirkin yüzleriyle, az önce yedikleri etin yağına bulanmış parlayan dudaklarıyla, Tanrının sözlerini evirip çevirenler… Kendilerinin alamadıkları – sakın ha! Sofuluklarından olduğunu sanmayın - her haz ve her lezzeti haram ilan edenler… Yosun tutmuş dişleri arasından sızan bastırılmış şehvetlerinin faturasını kadınlara kesen hastalar…

Evet mutsuzdurlar…

Gülemezler…

Gülenleri ve güldürenleri sevmezler…

Bu konuda bir yığın rivayetler uydurmuşlardır selefleri…

Kadının teni, kokusu, sesi, hatta kılı tüyü bile aforoz edilmenize yeter.

Erkeğin baldırı bile haramdır çünkü şehvetleri taşmak üzeredir.

Şehvete düşmandırlar… Oysa mabetlerinin duvarlarına sinmiştir şeytani arzularındaki küfün kokusu.

Korkuturlar, Tanrı mutlu ve neşeli insanlara düşmandır onlara sorarsanız.

Çünkü vasıfsızdırlar…

Çünkü din olmasa kimsenin yanında oturup bir çay içecek itibarları yoktur. Var olduğuna inanılan ve asla ispatı mümkün olmayan manevi makamlarını bir kenara koyduğunuzda geriye kalan hiçbir meziyetleri yoktur. Şövalye değillerdir örneğin, kahramanlıklarını okuyamazsınız. Yakışıklı değillerdir, mendil sallayanları hiç olmamıştır, sakladıkları bir tek aşk mektubu bulamazsınız çekmecelerinde.

Ticaret yapamazlar. Çünkü parayı kazanmanın değil, kazananlardan tırtıklamanın uzmanı olmuşlardır. “Tanrı adına” en iyi yaptıkları iştir para koparmak, Tanrının paraya ihtiyacı varmış gibi, her şeye gücü yeten Tanrının her nasılsa para bulmaya gücü yetmiyormuş gibi. Tanrı brokerleri…

Seleflerinin icat ettikleri literatürü ezberleyerek âlim olmuşlardır ve böylece Kast içerisindeki yerlerini devam ettirirler. Kutsal metinlere tefsir yaparlar, sonra gelenler o tefsirlere şerhler yazarlar, sonrakiler o şerhleri bin bir konu başlığı altında yeniden şerh ederler.
Böylece kendileri dışında kimse hâkim olamaz gereksiz fakat yüz binlerce ciltten oluşan literatürlerine.

En büyük Ahlaksızlık saydıkları içki ve zinadır. Oysa peygamberler, yalan, dedikodu, kibir, ihanet, iftira, fitne ile savaşmışlardı. Bunları görmezden gelirler, zira ahlaksızlık onların karakterlerine işlemiştir. İnanmayan baksın Tanrının temsilcisi sayılan papalık seçimlerine, ne dolaplar dönüyor kulislerde, tiksinirsiniz. Dini teşkilatlara yapılacak atamalara bakın, daire başkanlarının atamaları nerelerde, nasıl oluyor. Bir tarikatta hilafete kimin geçeceği hususundaki kavgaları izleyin. “Kutbu zaman”, “sahib’ul zaman ve mekân”, “kaddesallahu sırre” gibi unvanlarla, peygamberleri dahi geçen keramet ve mucize sahiplerinin, güneş yüzü görmemiş küfür ve iftiralarına bakın. İlahiyat fakültelerindeki allame prof.lerin ayak oyunlarını, fitnelerini, dekanlık seçimlerini araştırın. Sözlerimin ne kadar doğru olduğuna şaşacaksınız.

Kutsal metinleri evirip çevirirler. Gerekirse bir kelimeye kırk mana verirler ve işlerine gelen mana hangisiyse onu kullanırlar. İslam kelimesi bir gün “esleme” kökünden gelir ve Müslümanların Allah’a “teslim” olması gerektiğini icap ettirir, başka bir gün ise – özellikle 11 Eylülden sonra - birden anlamı “barış”a evrilir ve” Silm” kökünden geliverir. Bize saldıranlara karşı korunmamız için at beslememizi tavsiye eden ayet söz konusu olduğunda, “efendim o gün için at demiş Allah, ama bu gün tank var uçak var…” gibi asrî tefsirler yaparlar. Ama kadınların iffetlerini korumaları için, toplum içinde fahişe veya cariyelerden ayrılacak bir örtü alsınlar tavsiyesine gelince, birden ayetin kılına bile dokunan kâfir oluverir. Yani bir kadın “ben bu çağda iffetimi tayyör giyerek de koruya biliyor ve fahişelerden kendimi ayırt edebiliyorum” dese zinhar kâfir oluverir.

Ancak iş iktidar veya bol bahşişli zenginler ile ilgili bir konuya gelince bin dereden su getirilir. Faize de, borsaya da, iktidarın zulmüne de, torunu yaşındaki kız çocuklarının beşinci eş alınmasına da fetvalar veya hile-i şer’iyyeler hazırdır. Haramlar birden helal oluverir ve Kast’ın yukarısındakiler bir şekilde razı edilir. Bu yüzden iktidarların veya Kast’ın efendilerinin din kurumlarıyla araları hep iyidir. Kendilerinin dinle diyanetle hiç bir ilgileri olmamasına rağmen, dini teşvik, din adamlarını ve kurumlarını himaye ederler. Cenazeleri “şeyhülislamlarca” kaldırılır. Kırk hafız gelir mevlitlerine.

Asgari ücretlinin cenaze namazını kıldıran bir şeyh veya ilahiyat profesörü göreniniz var mı?

Korkarlar…

İktidardan korkarlar…

Zenginleri ürkütmekten korkarlar…

Ölümden korkarlar…

Ama bir tek Allahtan korkmazlar. Çünkü ona inanmazlar.

Mesela, Din veya cemaat uluları genelde hep hastadırlar. Tedavileri en özel hastanelerde, yetmiyorsa başka ülkelerde yapılır.

Ölmemeleri için.

Peki, genelde nedir hastalıkları? Şeker ve kalp, çünkü yüksek kalorili beslenirler, onlar için bilmem nerelerden getirilir. Balın en hası, kaymağın en mandası, etin en kuzusu, ekmeğin bile en organik olanı aranır ve bulunur. Peygamberlerin bir tek gün sofralarında bulamadıkları yiyecekler onların sofralarının rutini haline gelmiştir. Yerler… Bu dünyadaki tek zevk alabildikleri alan yemektir çünkü. Yerler…  Yemeğe dair her türlü fanteziye şahit olursunuz mübareklerde.  Bu yüzden hepsi şeker hastasıdır, hepsinin kalp damarları tıkalıdır, hepsinin mide sorunları vardır. Romatizmal ağrı şikâyetleri vardır hepsinin, çünkü hareket etmezler, hizmet ederek cennete gideceğine inanan yakışıklı gençlerce görülür her işleri. Ama her işleri… Yaş ilerledikçe de psikolojik, nörolojik rahatsızlıklar da kendini gösterir, sürekli ölüm korkusu, cemaat içi ve dışı entrikalar, maskelerinin düşme korkusu, uzun yıllar bastırılmış cinsellik onlarda davranış bozukluklarına yol açar.

Bu yüzden sürekli hastadırlar. Ama yoksullara ait hastalıkları bulamazsınız onlarda. Verem, yetersiz beslenmeye dayalı semptomlar, vitamin eksikliği vs. asla görülmez.

Sürekli umut dağıtırlar ancak o umutları ötelerler. Hiç biri seneye şu olacak demez. Hep sonraki yüzyıla havale edilir müjdeler. Kurtarıcı hep beklenir, kimi din için Mesih, kimi din için mehdi olur… Ama hep beklenir. Benden sonra tufan…

Zaman zaman bir uyanık çıkar ve “beklediğiniz benim der” ama din baronları hemen onu şarlatanlıkla suçlayıp aforoz ederler. Zira pasta ancak onlara yetmektedir, başka uyanıklar havalarını alırlar.

Sürekli zekât ve sadaka ile geçindiklerinden şahsiyetleri kaybolmuştur. Kolay eğilirler. İzzetleri yoktur ama bu durumu aşırı tevazu perdesiyle örtecek kadar da zekidirler. “Ben fakir”, “ben kıtmir”, “ben aciz” gibi sözlerle ağlatmayı becerirler inananlarını ve karakter zaaflarını böylelikle gizlemiş olurlar. Peygamber, Ehli Beyt’i ve onlardan sonra gelen hakiki inananlar neden hiç zekât ve sadaka almamışlardır? Zira avuç açmak zillettir ve zillet en büyük günahtır. Çünkü karaktere atılan çentiklerdir her bir avuç açış. Avuç açan asla dik gezemez. Ama bu zilleti, onlara inananlar fark etmezler, çünkü hiçbir konuda hiçbir şey sorulamaz onlara. Bir şey yapılıyorsa, vardır efendi hazretlerinin bir bildiği. Sahabe peygamberle yaka paça olacak kadar tartışa bilirken, bu gün hiçbir din ulusunun hikmetinden sual olunamaz.

Kimileri, sözlerimi ağır bulabilir, “her insanda hatalar vardır” diye bilirler.

Ben de derim ki,

O halde peygamberler gibi, onlarda insan olduklarını söylesinler. Tevazu şirkiyle kutsallıklarını ima etmesinler. Kendilerini uçuranlara engel olsunlar. Benim bağırsaklarımda olan şeyle onlarınki arasında hiçbir fark yokken mübareklik, kutsallık makamından, herkes gibi insan olma makamına yükselsinler. Ellerinin kazandığını yesinler. Hadlerini bilsinler. Dünyaya veya ülkelere değil gönüllere hâkim olmaya gayret etsinler. Hiç ender hiç olmayı öğrensinler.


“Bir gün Mevlana’ya bir softa gelir ve der ki,

-Efendim kabul ederseniz size talebe olmak isterim.

Mevlana sorar,

-Hiç içki içtin mi?
-Hayır?
-Zar attın mı?
-Hâşâ!
-Zina ettin mi?
-Estağfurullah!
-Adam dövdün mü?
-O ne söz efendimiz.
-O halde git bu günahları işle öyle gel.

Softa kafasını kaşıya kaşıya gider. Yanındaki talebeleri Mevlana’ya sorarlar,

-Efendim biz insanları bu ahlaksızlıklardan kurtarmaya uğraşırken, siz neden teşvik ettiniz?

Mevlana cevap verir,

“O günahların tadını hiç almamış biriydi. Yapmamak başka, yapamamak başkadır. Bilmediğin, sahip olmadığın, tatmadığın şeyi terk edemezsin.”

Hiç yorum yok: