Kimler din Baronluğuna talip olurlar?
Din uluları neden gülmezler?
Asık suratlarındaki ağlamaklı ifadeleri, deruni makamlarının
gereği midir acep?
Onlar…
Tanrının kendi tekellerinde olduğunu, inananlara kabul
ettirenler… Çirkin yüzleriyle, az önce
yedikleri etin yağına bulanmış parlayan dudaklarıyla, Tanrının sözlerini evirip
çevirenler… Kendilerinin alamadıkları – sakın ha! Sofuluklarından olduğunu sanmayın
- her haz ve her lezzeti haram ilan edenler… Yosun tutmuş dişleri arasından
sızan bastırılmış şehvetlerinin faturasını kadınlara kesen hastalar…
Evet mutsuzdurlar…
Gülemezler…
Gülenleri ve güldürenleri sevmezler…
Bu konuda bir yığın rivayetler uydurmuşlardır selefleri…
Kadının teni, kokusu, sesi, hatta kılı tüyü bile aforoz
edilmenize yeter.
Erkeğin baldırı bile haramdır çünkü şehvetleri taşmak
üzeredir.
Şehvete düşmandırlar… Oysa mabetlerinin duvarlarına
sinmiştir şeytani arzularındaki küfün kokusu.
Korkuturlar, Tanrı mutlu ve neşeli insanlara düşmandır
onlara sorarsanız.
Çünkü vasıfsızdırlar…
Çünkü din olmasa kimsenin yanında oturup bir çay içecek
itibarları yoktur. Var olduğuna inanılan ve asla ispatı mümkün olmayan manevi
makamlarını bir kenara koyduğunuzda geriye kalan hiçbir meziyetleri yoktur.
Şövalye değillerdir örneğin, kahramanlıklarını okuyamazsınız. Yakışıklı
değillerdir, mendil sallayanları hiç olmamıştır, sakladıkları bir tek aşk
mektubu bulamazsınız çekmecelerinde.
Ticaret yapamazlar. Çünkü parayı kazanmanın değil,
kazananlardan tırtıklamanın uzmanı olmuşlardır. “Tanrı adına” en iyi yaptıkları
iştir para koparmak, Tanrının paraya ihtiyacı varmış gibi, her şeye gücü yeten
Tanrının her nasılsa para bulmaya gücü yetmiyormuş gibi. Tanrı brokerleri…
Seleflerinin icat ettikleri literatürü ezberleyerek âlim
olmuşlardır ve böylece Kast içerisindeki yerlerini devam ettirirler. Kutsal
metinlere tefsir yaparlar, sonra gelenler o tefsirlere şerhler yazarlar,
sonrakiler o şerhleri bin bir konu başlığı altında yeniden şerh ederler.
Böylece kendileri dışında kimse hâkim olamaz gereksiz fakat
yüz binlerce ciltten oluşan literatürlerine.
En büyük Ahlaksızlık saydıkları içki ve zinadır. Oysa
peygamberler, yalan, dedikodu, kibir, ihanet, iftira, fitne ile savaşmışlardı.
Bunları görmezden gelirler, zira ahlaksızlık onların karakterlerine işlemiştir.
İnanmayan baksın Tanrının temsilcisi sayılan papalık seçimlerine, ne dolaplar
dönüyor kulislerde, tiksinirsiniz. Dini teşkilatlara yapılacak atamalara bakın,
daire başkanlarının atamaları nerelerde, nasıl oluyor. Bir tarikatta hilafete
kimin geçeceği hususundaki kavgaları izleyin. “Kutbu zaman”, “sahib’ul zaman ve
mekân”, “kaddesallahu sırre” gibi unvanlarla, peygamberleri dahi geçen keramet
ve mucize sahiplerinin, güneş yüzü görmemiş küfür ve iftiralarına bakın.
İlahiyat fakültelerindeki allame prof.lerin ayak oyunlarını, fitnelerini,
dekanlık seçimlerini araştırın. Sözlerimin ne kadar doğru olduğuna
şaşacaksınız.
Kutsal metinleri evirip çevirirler. Gerekirse bir kelimeye
kırk mana verirler ve işlerine gelen mana hangisiyse onu kullanırlar. İslam
kelimesi bir gün “esleme” kökünden gelir ve Müslümanların Allah’a “teslim”
olması gerektiğini icap ettirir, başka bir gün ise – özellikle 11 Eylülden
sonra - birden anlamı “barış”a evrilir ve” Silm” kökünden geliverir. Bize
saldıranlara karşı korunmamız için at beslememizi tavsiye eden ayet söz konusu
olduğunda, “efendim o gün için at demiş Allah, ama bu gün tank var uçak var…”
gibi asrî tefsirler yaparlar. Ama kadınların iffetlerini korumaları için,
toplum içinde fahişe veya cariyelerden ayrılacak bir örtü alsınlar tavsiyesine
gelince, birden ayetin kılına bile dokunan kâfir oluverir. Yani bir kadın “ben
bu çağda iffetimi tayyör giyerek de koruya biliyor ve fahişelerden kendimi
ayırt edebiliyorum” dese zinhar kâfir oluverir.
Ancak iş iktidar veya bol bahşişli zenginler ile ilgili bir
konuya gelince bin dereden su getirilir. Faize de, borsaya da, iktidarın
zulmüne de, torunu yaşındaki kız çocuklarının beşinci eş alınmasına da fetvalar
veya hile-i şer’iyyeler hazırdır. Haramlar birden helal oluverir ve Kast’ın
yukarısındakiler bir şekilde razı edilir. Bu yüzden iktidarların veya Kast’ın
efendilerinin din kurumlarıyla araları hep iyidir. Kendilerinin dinle diyanetle
hiç bir ilgileri olmamasına rağmen, dini teşvik, din adamlarını ve kurumlarını
himaye ederler. Cenazeleri “şeyhülislamlarca” kaldırılır. Kırk hafız gelir
mevlitlerine.
Asgari ücretlinin cenaze namazını kıldıran bir şeyh veya
ilahiyat profesörü göreniniz var mı?
Korkarlar…
İktidardan korkarlar…
Zenginleri ürkütmekten korkarlar…
Ölümden korkarlar…
Ama bir tek Allahtan korkmazlar. Çünkü ona inanmazlar.
Mesela, Din veya cemaat uluları genelde hep hastadırlar.
Tedavileri en özel hastanelerde, yetmiyorsa başka ülkelerde yapılır.
Ölmemeleri için.
Peki, genelde nedir hastalıkları? Şeker ve kalp, çünkü
yüksek kalorili beslenirler, onlar için bilmem nerelerden getirilir. Balın en
hası, kaymağın en mandası, etin en kuzusu, ekmeğin bile en organik olanı aranır
ve bulunur. Peygamberlerin bir tek gün sofralarında bulamadıkları yiyecekler
onların sofralarının rutini haline gelmiştir. Yerler… Bu dünyadaki tek zevk
alabildikleri alan yemektir çünkü. Yerler…
Yemeğe dair her türlü fanteziye şahit olursunuz mübareklerde. Bu yüzden hepsi şeker hastasıdır, hepsinin
kalp damarları tıkalıdır, hepsinin mide sorunları vardır. Romatizmal ağrı
şikâyetleri vardır hepsinin, çünkü hareket etmezler, hizmet ederek cennete
gideceğine inanan yakışıklı gençlerce görülür her işleri. Ama her işleri… Yaş
ilerledikçe de psikolojik, nörolojik rahatsızlıklar da kendini gösterir,
sürekli ölüm korkusu, cemaat içi ve dışı entrikalar, maskelerinin düşme
korkusu, uzun yıllar bastırılmış cinsellik onlarda davranış bozukluklarına yol
açar.
Bu yüzden sürekli hastadırlar. Ama yoksullara ait
hastalıkları bulamazsınız onlarda. Verem, yetersiz beslenmeye dayalı
semptomlar, vitamin eksikliği vs. asla görülmez.
Sürekli umut dağıtırlar ancak o umutları ötelerler. Hiç biri
seneye şu olacak demez. Hep sonraki yüzyıla havale edilir müjdeler. Kurtarıcı
hep beklenir, kimi din için Mesih, kimi din için mehdi olur… Ama hep beklenir.
Benden sonra tufan…
Zaman zaman bir uyanık çıkar ve “beklediğiniz benim der” ama
din baronları hemen onu şarlatanlıkla suçlayıp aforoz ederler. Zira pasta ancak
onlara yetmektedir, başka uyanıklar havalarını alırlar.
Sürekli zekât ve sadaka ile geçindiklerinden şahsiyetleri
kaybolmuştur. Kolay eğilirler. İzzetleri yoktur ama bu durumu aşırı tevazu
perdesiyle örtecek kadar da zekidirler. “Ben fakir”, “ben kıtmir”, “ben aciz”
gibi sözlerle ağlatmayı becerirler inananlarını ve karakter zaaflarını böylelikle
gizlemiş olurlar. Peygamber, Ehli Beyt’i ve onlardan sonra gelen hakiki
inananlar neden hiç zekât ve sadaka almamışlardır? Zira avuç açmak zillettir ve zillet en büyük
günahtır. Çünkü karaktere atılan çentiklerdir her bir avuç açış. Avuç açan asla
dik gezemez. Ama bu zilleti, onlara inananlar fark etmezler, çünkü
hiçbir konuda hiçbir şey sorulamaz onlara. Bir şey yapılıyorsa, vardır efendi
hazretlerinin bir bildiği. Sahabe peygamberle yaka paça olacak kadar tartışa
bilirken, bu gün hiçbir din ulusunun hikmetinden sual olunamaz.
Kimileri, sözlerimi ağır bulabilir, “her insanda hatalar
vardır” diye bilirler.
Ben de derim ki,
O halde peygamberler gibi, onlarda insan olduklarını
söylesinler. Tevazu şirkiyle kutsallıklarını ima etmesinler. Kendilerini
uçuranlara engel olsunlar. Benim bağırsaklarımda olan şeyle onlarınki arasında
hiçbir fark yokken mübareklik, kutsallık makamından, herkes gibi insan olma
makamına yükselsinler. Ellerinin kazandığını yesinler. Hadlerini bilsinler.
Dünyaya veya ülkelere değil gönüllere hâkim olmaya gayret etsinler. Hiç ender
hiç olmayı öğrensinler.
“Bir gün Mevlana’ya bir softa gelir ve der ki,
-Efendim kabul ederseniz size talebe olmak isterim.
Mevlana sorar,
-Hiç içki içtin mi?
-Hayır?
-Zar attın mı?
-Hâşâ!
-Zina ettin mi?
-Estağfurullah!
-Adam dövdün mü?
-O ne söz efendimiz.
-O halde git bu günahları işle öyle gel.
Softa kafasını kaşıya kaşıya gider. Yanındaki talebeleri
Mevlana’ya sorarlar,
-Efendim biz insanları bu ahlaksızlıklardan kurtarmaya
uğraşırken, siz neden teşvik ettiniz?
Mevlana cevap verir,
“O günahların tadını hiç almamış biriydi. Yapmamak başka,
yapamamak başkadır. Bilmediğin, sahip olmadığın, tatmadığın şeyi terk
edemezsin.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder