Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ülkemde yaşananlardan utanç duyuyorum. Ülkemin insanının gelişmişlik endeksinde doksan ikinci sırada oluşundan ve sıranın giderek gerilemesinden, sözde barış sürecinde yaşanan haksızlıklardan, aldatmacalardan, kişilik noksanlığından, rant uğruna doğa yıkımından, bağımsızlığımızı kazandıranlara karşı nankörce davranıştan, dış güçlerin ülkeyi yönlendirmesinden, hatta yönetmesinden, başlarına bez bağlayıp dolaşan kadınlarımızdan, yaşamsal konularda toplumun tepkisizliğinden, çok konuşup olumlu bir iş yapılmamasından, giden ağam gelen paşam yalakalığından, tersine bir ayrımcılıkla ülkenin yetiştirdiği değerlerinin dışlanmasından utanıyorum. Utanç listesi yalnız bu sayılanlarla da sınırlı değil, eklenecek utanç nedenleri, bu köşenin boyutunu aşar. Kuşkusuz, bu utanç duygusu kişisel utançtan, kişi olarak bir şey yapamama aczinden, kızgınlığından da besleniyor. Gereken ölçüde mücadeleci, özverili ve cesur olamadığım için kendimden de utanıyorum. Bu ülke için canlarını vermiş, savaşmış, olumlu katkıları da bulunmuş olanlar karşısında da kendimi küçülmüş hissediyorum. Orhan Veli’nin dizesini anımsıyorum: “Neler yapmadık bu vatan için/Kimimiz öldük kimimiz nutuk söyledik.” Açıkçası kendim için de esef ediyor, ülkem için bir şey yapamamanın ezikliğini duyuyorum.
Yapmaya çalıştığım tek şey, ülkeyi daha fazla karanlığa, utanca boğmaya çalışanlara karşı çıkmak. Bu bağlamda da başarılı olduğumu hiç sanmıyorum. Başarısızlığa karşın yazmaya, konuşmaya, karşılıklı görüşmeyi sürdürmeye çalışıyorum. Bu ülkeyi kurtaracak olan insanımız, onun inancı, mücadele gücüdür. Bir kişinin dahi gidişin, çıkmaza sürükleniş olduğunu görüp ülkeyi sahiplenmesini kazanç olarak görüyorum.
Tolstoy’un bir özdeyişini anımsıyorum: “İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için uyandırmak gerekir.” Halkımız hemen her konuda, uyutulmaya çalışılıyor. Medya bu konuda etkin uyutma aracı. Çıkar çevreleri yazık ki yazar, konuşmacı, program düzenleyicisi olarak bilgi ve kişiliği zayıf olanları bulup onları sesyayar olarak kullanıyor; kişilikli, bilgili olanları da dışlıyor, tasfiye ediyorlar. Niteliksiz medyanın bu düzeysizliğini de halkımıza anlatmaya çalışmanın bir görev olduğunu düşünüyorum.
Bence bazı kadın ve kızlarımızın giyim tarzı, başlarına bandana geçirme, bez bağlamaları, bununla uyumlu olmayan giyimleri tam bir samimiyetsizlik örneği. Tüm bu gariplikler, tutarsızlıklar da başörtüsü alalaması altında yapılıyor. Geleneksel başörtüsüne, çarşafa karşı değilim. Ama başörtüsü kılıfı altında, acayip, kişiliksiz giyim tarzına karşıyım. Başörtüsünün ne olduğunu bilmiyor muyuz? Başına bez bağlama ile başörtüsünü ne ilgisi var? Kişilikli olarak başörtüsü bağlayanlara saygım var. Bakıyorsunuz alnına bez bağlamış üzerinde eşarp, eşarpta “Pierre Cardin-Paris” yazılı. Olay başörtüsü serbestisi değil, bir gösteri, bir ileti, belli siyasal eğilime mensup olmanın simgesi. Düzgün, geleneksel edebiyle başörtülü olana tepki verilmez. Ama bu konuda da yozlaşmaya karşı çıkmak gerekir.
Garip kıyafetler, üstü kaval altı şişhane türü giyim tarzı, giyim serbestisinden, tesettür kaygısından değişmiyor. Ya bir beklenti, ya gösteri ya da baskı sonucu oluşuyor.
“Mahalle baskısı” da bir gizleme, bir alalama, aile baskısı, tarikat baskısı, aşiret baskısı, patron, işyeri baskısı olur. Mahalle baskısının bunlar yanında etkisi son derece sınırlı kalır.
Geleneksel başörtüsü dışında, başlarını bağlayanların, serbestçe düşünemediklerini, davranamadıklarını, bir tür tutuklu olduklarını gözlemliyorum. Geleneklere de uymayan bu yoz giyim tarzından kurtulmak gerekiyor.
Yüz kızartıcı davranışlardan kurtulduğumuz ölçüde, insani gelişmişlik endeksimizin yükseleceği kuşkusuzdur.
Tolstoy’un bir özdeyişini anımsıyorum: “İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için uyandırmak gerekir.” Halkımız hemen her konuda, uyutulmaya çalışılıyor. Medya bu konuda etkin uyutma aracı. Çıkar çevreleri yazık ki yazar, konuşmacı, program düzenleyicisi olarak bilgi ve kişiliği zayıf olanları bulup onları sesyayar olarak kullanıyor; kişilikli, bilgili olanları da dışlıyor, tasfiye ediyorlar. Niteliksiz medyanın bu düzeysizliğini de halkımıza anlatmaya çalışmanın bir görev olduğunu düşünüyorum.
Bence bazı kadın ve kızlarımızın giyim tarzı, başlarına bandana geçirme, bez bağlamaları, bununla uyumlu olmayan giyimleri tam bir samimiyetsizlik örneği. Tüm bu gariplikler, tutarsızlıklar da başörtüsü alalaması altında yapılıyor. Geleneksel başörtüsüne, çarşafa karşı değilim. Ama başörtüsü kılıfı altında, acayip, kişiliksiz giyim tarzına karşıyım. Başörtüsünün ne olduğunu bilmiyor muyuz? Başına bez bağlama ile başörtüsünü ne ilgisi var? Kişilikli olarak başörtüsü bağlayanlara saygım var. Bakıyorsunuz alnına bez bağlamış üzerinde eşarp, eşarpta “Pierre Cardin-Paris” yazılı. Olay başörtüsü serbestisi değil, bir gösteri, bir ileti, belli siyasal eğilime mensup olmanın simgesi. Düzgün, geleneksel edebiyle başörtülü olana tepki verilmez. Ama bu konuda da yozlaşmaya karşı çıkmak gerekir.
Garip kıyafetler, üstü kaval altı şişhane türü giyim tarzı, giyim serbestisinden, tesettür kaygısından değişmiyor. Ya bir beklenti, ya gösteri ya da baskı sonucu oluşuyor.
“Mahalle baskısı” da bir gizleme, bir alalama, aile baskısı, tarikat baskısı, aşiret baskısı, patron, işyeri baskısı olur. Mahalle baskısının bunlar yanında etkisi son derece sınırlı kalır.
Geleneksel başörtüsü dışında, başlarını bağlayanların, serbestçe düşünemediklerini, davranamadıklarını, bir tür tutuklu olduklarını gözlemliyorum. Geleneklere de uymayan bu yoz giyim tarzından kurtulmak gerekiyor.
Yüz kızartıcı davranışlardan kurtulduğumuz ölçüde, insani gelişmişlik endeksimizin yükseleceği kuşkusuzdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder