6 May 2013

1 Mayıs 2013!


1 Mayıs’ta yaşananlar sıradan bir engelleme değildi; daha genel bir bağlama oturtarak çözümlenmeleri gerekiyor.
“Siyasal İslam”ın “pasif devrim” süreci, önündeki engelleri aşmakta giderek zorlanıyor, AKP’nin sürece sunduğu liderlik (hegemonya) sarsılıyor. AKP,rızaya dayanarak yönetme olanakları daraldıkça, ilerleyebilmek için şiddete daha çok başvuruyor. Böylece totaliter, şiddetin giderek daha açık biçimlerde keyfi olarak uygulanabildiği bir rejim şekilleniyor.” (E.Y, Sol, 9/02/13).
1 Mayıs olaylarını da içeren kimi gelişmeler bir eşiğin daha aşıldığını düşündürüyor. Daha önce ileri sürdüğüm kimi savları kısaca anımsatarak devam edeceğim.
Özgün bir ‘tarihsel blok’
Osmanlı egemen sınıfının, özel konumundan dolayı, kuşaklar boyu kendini yeniden üreterek bugüne kadar varlığını sürdürmeye devam eden bir fraksiyonu, Müslüman entelijansiya, 2000’li yılların başında “iç ve dış dinamiklerin örtüşmesi” olarak tanımlanan bir “durum” içinde, yeni bir“tarihsel blok” kurmaya başlayarak devletin yönetimini ele geçirdi.
Bu entelijansiya, bir tür (dini-ahlaki) bilginin üretiminin, yeniden üretiminin, bu bilginin dolaşım kanallarıyla araçlarının kendi tekelinde bulunmasını var oluşunun önkoşulu, servete, kapitalist birikim süreçlerine ulaşmasının aracı olduğunu biliyor. Hızla bir kapitalist sınıf fraksiyonuna dönüşmekte olan bu tabaka (entelijansiya) kendi hegemonya projesini iki yönden ilerletiyor.
Birincisi, tekeline almaya çalıştığı bu özel bilginin, toplumun simgesel evrenini, tüm farklı söylemleri (ulusal kimliklerden, komünizme kadar) dışlayarak doldurması için, devletin disiplin - cezalandırma araçlarının (yargı ve güvenlik güçleri) kontrolünü elinde topluyor. Aynı anda devletin ideolojik aygıtlarının denetimini ele geçiriyor, kendi tekelindeki bilgiyi üretmeye daha yatkın yeni ideolojik aygıtlar oluşturuyor.
İkincisi, bu “yeni düzene” uygun yeni bireyin üretilmesi sürecini, nüfusun yeniden üretiminin alacağı biçimleri (aile-cinsel pratikler/tercihler),bedenin estetiğini (giysi, görünüm), mekânda, zamanda yerini (ibadet saatleri, yerleri, ritüelleri) denetleyen, yeniden şekillendiren bir biyopolitikrejimini giderek egemen kılıyor.

Müslüman entelijansiya, yukarda değindiğim tarihsel bloku, “Müslümanlar üzerinde -aslında kendisinin devletten uzak tutulmasını kastediyor- baskı vardı”, “değişim”, “vesayet”, “darbe tehlikesi” gibi bir söylemle “dünya gücü olarak yeni-Osmanlı” gibi bir fanteziyle, üç kesimi birleştirerek inşa etmeye başladı. (1) Siyasal İslam içindeki, ABD bağlantılı “Cemaat” olarak tanımlanan kesimle, “Anadolu muhafazakârlığı” olarak tanımlanabilecek, yerel ekonomik iktidarlarla bağlantılı Sünni-milliyetçi kesimlerin ittifakı ana tabanı oluşturdu. (2) Bu tabanı bir arada tutan söylemin dili, toplumun diğer kesimlerine, uluslararası kamuoyuna, liberal entelijansiya ve “sol”dan devşirilen kimi“yararlı salaklar” (işbirlikçiler) aracılığıyla tercüme edildi. Siyasal İslama dışından gelen bu katkı, kentli orta sınıfların, egemen sermayenin TÜSİAD gibi temsilcilerinin rızasının alınmasında özellikle kritik bir yol oynadı. (3) Bu şekillenme, neoliberal model, devlet olanakları, yeni rant ekonomisi, aracılığıyla, Özal döneminden bu yana Anadolu’da palazlanan, dışa açılmaya hazırlanan yerel kapitalist sınıfın desteğini, temsilciliğini, onun emek karşısında pazarlık kapasitesini güçlendirerek aldı, bloku tamamladı.
Bu blokun hegemonya projesinde (rıza-şiddet ikileminde) şiddet ayağını da telefon dinlemeleri, sabah baskınları, basına sızan ifadeler, medyada yaşanan ayıklanma, Ergenekon, Balyoz, KCK, gazeteci tutuklamaları oluşturuyordu.
Bu gelişmelerle ilerleyen pasif devrim süreci, güçler ayrılığını tamamen ortadan kaldıran bir başkanlık sistemini kuracak yeni bir anayasanın yapılmasıyla tamamlanacaktı. Bu noktada, AKP açısından, Kürt siyasal hareketinin desteği kritik bir önem kazanıyordu.
Termopil olarak Taksim 
Yukarda özetlediğim sürecin, bir aşamada, gücün paylaşımına ilişkin rekabetin baskısıyla, siyasal İslam içindeki ittifakın çözülmeye, MİT Müsteşarı’nın hedef alınmasıyla da geniş tasfiyeleri içeren bir açık savaşa dönüşmeye başladığını gördük. Kürt siyasal hareketinin desteğini almak için başlatılan “İmralı/barış” girişimi hem Cemaat’in hem de Anadolu muhafazakârlığının, Türkiye kapitalizminin milliyetçi “sinirine” dokunmaya başlamıştı.
Önce “medya”daki tasfiyeleri, sonra da siyasal İslamın içindeki ittifakı liberal entelijansiyaya, “yararlı salaklara” bağlayan Taraf gazetesinin serüveni, birbirini izleyen tasfiyeler, istifalar bu ittifakın artık çökmekte olduğunu gösteriyor. Kürt hareketinin Cemaat’e yönelik eleştirilerindeki artış, “elimizde belgeler” var tehdidi, çöküntüyü hızlandırıyor.
AKP liderliği, İmralı/barış sürecini somut bir programa, yol haritasına bağlamaktan kaçınıyor; “hiçbir şey vermeden pazarlık yapma”görüntüsünü korumaya çalışıyor. Başkanlık/yeni anayasa saplantısı, AKP’nin bu çöküntünün getirmekte olduğu “karşı dalgadan” korktuğunu gösteriyor. Bu noktada AKP kendi tabanında güvensizlik, Kürt tarafında da “oyalanıyor muyuz” duygusu yaratmaya başlıyor.
Batı medyasının kanaat önderlerinin yazılarında öne çıkmaya başlayan AKP,Erdoğan eleştirileri, Türkiye’nin jeopolitik zaaflarına yapılan vurgular, Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler’in artan etkisi, Suriye fiyaskosu, ABD yönetiminde oluşan karasızlık, Irak’ın parçalanması bağlamında oluşan kaygılar, Avrupa’da özellikle Almanya’da, AKP Türkiyesi’nin Suriye’de radikal İslamı desteklediğine, kolaylaştırıcı bir rol oynadığına ilişkin kaygılar, “dünya gücü- yeni-Osmanlı projesi” fantezisinin de dağılmaya başladığını gösteriyor.
1 Mayıs’ı bu zemin üzerinde okumaya başlayınca da akla “ya bu, kazanılmış bir hakkı hoyratça geri alma çılgınlığının arkasında bir mantık varsa” sorusu geliyor
Bence var! Birincisi, güvenlik güçlerinde muhalefete, özellikle sola karşı olağanüstü bir önyargımaksimum şiddet üreten bir kültür egemen olmuş. İkincisi, AKP yönetimi “biz veririz biz alırız, hikmetimizden sual olunmaz”yaklaşımını benimsemeye başlamış. Üçüncüsü, 1 Mayıs günü İstanbul’da harekete geçirilen denetim, engelleme, cezalandırma rejiminin, şiddet uygulama araçlarının, personelinin, uygulamanın çapı, adeta gerektiğinde İstanbul (bir metropol) çapında, bir anda bir “full spectrum dominance(“her alanda tam hâkimiyet”) kurma (darbe sabahlarındaki gibi) provasına benziyor.
Sosyalistlerin, işçi hareketinin bu koşullarda Taksim Meydanı’na ulaşma çabaları da bana, Leonides ve arkadaşlarının, Termopil Geçidi’ni, Pers İmparatorluğu’na karşı“zafer-yenilgi” ikilemini bir kenara iterek sonuna kadar savunma kararlılıklarını anımsatıyor.
Kavafis’in ünlü şiirindeki gibi: Onur, yaşamlarında kendi Termopil’ini korumaya kararlı olanların hakkıdır. Aslında onlar, imparatorun askerlerinin sonunda geçitten geçeceğini bilmelerine karşın gelenekleri, gelecekleri uğruna savaşı kabul ettikleri için daha büyük bir onuru hak ederler.

Hiç yorum yok: