21 Mar 2014

Geleceği Elinde Tuttuğuna Toplumu İnandırmak Zorundayız

Sevgili Okuyucular, Türk toplumunun, bütün cehaletine karşın (cehalet sözcüğünü halkın anladığı olumsuz vurgusu nedeniyle kullanıyorum) kendini her bataklıktan kurtaracak gücü olduğuna inanan çok akıllı bir hukukçu bir hanımefendiyi dinledim. Onun düşüncesine katılıyorum. Kendini kurtaracak olan sadece bilinçlenen halktır. Cahil politika demokrasiyi yok etti.
Her toplumun geleneksel önyargılarıyla oranlı, iyi ve kötü olma potansiyeli var. Cehaletle demokrasi bir arada olanaksız. Cahil toplumun örgütlenememesi, entelektüel fakirliği, düşünme özgürlüğü yokluğu, bilim ve teknolojide geri kalması evrensel gözlemler.
Osmanlı döneminde toplumun gelişme düzeyi, iletişimin yokluğuna da bağlı olarak, neredeyse kabile yaşamı düzeyinde idi. Doğu Anadolu’da bunu hala sürdüren bölgeler var. Cumhuriyet toplum kimliği ve kültürüne ilişkin devrimlerle, topluma eşsiz atılımlar yaptırdı. Türkiye emperyalizmle yüzyıl başında kavga etti, kazandı ve devrimlerini büyük bir hızla gerçekleştirdi. Bu gün o sayede İslam dünyasında başka eşi olmayan bir yerimiz var. 1950’den sonra karşı devrim potansiyeli harekete geçti. Ne var ki yüzyılın ikinci yarısında, Menderes, Özal, Erdoğan iktidarlarının anlayamadıkları spontane, ama devrim ağırlığında bir toplumsal hareket olan kentlere göç yeni bir toplum yarattı.
Bu göç Asya göçerlerinin bozkırdaki tarihleri kadar köktenci bir olaydır. Değişim açısından daha da önemlidir. Uygarlık kentlerde başlayan tümel bir üretim sürecidir. Bizde 1970 den sonra gerçekleşti. Felsefi temeli yok,bilinçli değil. 500 yıllık bir kölelikten kurtulma hissi ile sanayileşmenin örtüştüğü, politik devrimlerden daha engin, doğal ve depremsel bir değişim. 50’li yıllarda köylü yaşamı Osmanlı döneminden farklı değildi. Yeni bir dünya beklentisi vardı. Batıda değişim daha belirgindi. Köy Enstitüleri gibi ışıldayan kültür merkezleri vardı. Sanayileşme başlamıştı. Ama köylünün ortalama yaşamı değişmemişti. O köylülere soyut politik kavramlar fazla bir şey anlatamıyordu.
Bugün kente gelen her köylü uygarlık adayıdır. Kentlileşme süresi saptanamaz. Çünkü her gelen aynı değişme çarkından geçmez. Ne var ki kent yaşamı insanı bir havuza atar. Orada ya yüzme öğrenir, ya da boğulursunuz. Türk toplumu sanıldığından fazla yüzme öğrenen yetenekli ve dayanıklı kişilerden oluşuyor. Kentliler ve sözde politikacılar onları saf köylü sanabilirler. Ama değiller. Hızlı bir değişme süreci içinde yaşıyorlar. Yollarda başı açık gördüğünüz kadınların yarısından çoğu köy kökenli. Apartmanda oturan, televizyon dinleyen, vitrinleri seyreden, kentli kalabalıkları gören okuma yazmamış köylü bir yıl sonra ne köylüdür, ne de kentli. Çocukları hiç köylü değildir. Henüz hazmedilememiş fakat çok zengin, karmaşık bilgi ve deneyimler, kırıcı, savurgan, kaba saba fakat her yeniliği sünger gibi içine çeken bir kent gençliği yaratmıştır.
Bu çocukları köylerdeki boş tarlalara geri gönderemiyoruz. Onlar toplumun bilinçli, fakat örgütlü olmayan devrim potansiyelidir. Kendi yaşamlarıyla birlikte nasıl bir gelecek hazırlıyorlar? Bu öngörülecek bir şey değil. Fakat Türkiye’nin geleceği hakkında karar verecek olanlar genç kuşaklardır. Politik kuşaklar eski menfaat kavgalarını sürdüren içi boş tartışmalarla vakit geçiriyorlar.
ÜLKENİN GELECEĞİ VE EĞİTİM
Çağdaş dünyayı görsel ve yaşamsal olarak algılayan, fakat anlamakta güçlük çeken genç kuşaklar olağanüstü bir potansiyel taşıyorlar. Kırsal alandan kente transferleri çok hızlı oldu. Cumhuriyet’in öğretim devrimi bugün yirmi beş milyona varan bir öğrenci nüfusu yarattı. Geri kalmış ülkemizin sorunu, benzer ülkeler gibi, bu insan potansiyelini nasıl yetiştireceğini bilmektir. Kendi çağına ve geleceğine bakıp idrak edemeyen toplumlar bu potansiyeli bir süre için çarçur edebilirler. Bugün öyle oluyor. Bize yüz binlerce bilim adamı ve mühendis gerekirken imam hatip öğrencisini on kat arttıran bir öğretim sisteminin ülkenin geleceğini saptama şansı yoktur. Geleneğin yarattığı önyargıların ülkenin geleceğini karartması bu anlama geliyor.
Durumun derece farkı ile bütün İslam ülkelerinde ortak olması emperyalist komplo sözcüğünü çaresiz akla getiriyor. Eskiden olduğu gibi Batı emperyalizm’inin İslam dünyasını sömürmek için, öğretim ve ona bağlı üretimi engelleme amacıyla planladığı bir komplo söz konusu olabilir mi? Bu bütün dünyada tartışılan bir konu. Fakat geri kalmanın dış güçlerin komplolarından çok iç dinamiklerden, daha doğrusu geri kalmış, cahil bir toplum yapısından kaynaklandığını kabul eden de çok.
Olup bitenleri Batı emperyalizminin, Huntington’cu bir komplo ile, Türkiye’nin de sürüye katılması ve İslam sürüsünün ayni ağıla kapanması isteği ile açıklayabilir miyiz? Bu günkü dünya konjonktüründe böyle bir yoruma katılmakta zorlanıyorum. Gerçi bu isteklerin şaşırtacak bir tarafı yok. Batılılar bu düşüncelerini saklamakta çok dertlenmiyorlar. Ama Türkiye bugünkü hay huydan kurtulursa, İslam dünyasındaki doğru iradeli insanlar yardımı ile, 1,5 milyar Müslüman’a geri kalmayı aşma eğitimi yaptırabilir. Bu El kaide’ye katılan zavallı gençlere atış talimi yaptırmaktan iyidir. Ve gerçek bir Müslümanlık gösterisi olur. Böyle bir politik platforma ulaşır mıyız? Bunu söylemek olanaksız. Fakat ülkemizde toplumsal eğitimi ve öğretimi dünya seviyesine çıkarmak için çaba gösterebiliriz. Yerleşmiş üniversitelerimiz var. Ama iç referanslarla kendimizi aldatmamalıyız. Piyasada basılan kitaplarımız, yazarlarımız, şairlerimiz artıyor. Üniversite sayısı, öğrenci sayısı artıyor. Yapılaşma yoğun. Fakat bütün bu artışlar niceliksel. Daha iyi öğretim, daha çok bilim adamı, daha ileri teknoloji alanındaki performansımız dünya istatistiklerine yansımıyor. Ne var ki sokaktaki adamın bunlardan haberi yok. Bir araba satın aldığı zaman kendini aya gidenlere eşit hissediyor.
DEMOKRASİ HAYALİ
Basının ağzı kapalı, televizyonlarımız kör, üniversitelerimiz sıkı kontrol altında olduğu için, bir demokrasi hayali kuramayız. Şairin dediği gibi, ‘ders almadığımız için tarih tekerrür mü ediyor?’ Olup bitenlerin yüksek bir toplumsal cehaletin gösterisi olduğunu düşünen olabilir. Aslında tarih yinelenmez. Amaca ulaşılmadığı zaman başını duvara vuranların umutsuzluğu onun yinelendiği sanısı uyandırıyor olmalı.
Toplumlar kişi olarak değil önüne geçilmez kütleler olarak aydınlığa doğru yürürler. Kente gelmek o aydınlanmanın bir aşamasıdır. Bu genç milyonların değişmesine engel olacak güç yoktur. Fakat geleneksel davranışları kullanarak aydınlanma sürecini geciktirenler her zaman olmuştur. Tarihi iyiler ve kötüler, yenenler ve yenilenler, zenginler ve fakirler, sömürenler ve sömürülenler,komutanlar ve ordular birlikte yazarlar. Komutanın adı tarih denen hikayeye , ölenlerin adları ise toprağa yazılır. Sömürenler teker teker, sömürülenler birlikte anımsanır. Fakat sonunda adsızlar adlıları yok ederler. Halka anlatılacak şeyler bunlar olmalı !
 Sevgili Vatandaşlar
Ulusun Temsilcileri Kutlu Büyük Millet Meclisinde anayasal bir sorunu tartıştılar. Birbirlerin küfrederek, birbirlerini tartaklayarak, başlarına bir şeyler atarak, bazıları dayak yiyip yaralanarak, söylemeden ve dinlemeden hukuk ve Adaleti tartışma gösterisi yaptılar. Hiç kimse durumu protesto ederek salonu terk etmedi. Ekranının karşısında küçülerek, galiba uygar bir utançla yerin dibine indim.
Bütün yurtta protesto toplantılarında gazlanan, yaralanan ve ölenleri, şantiye ve yol kazalarını, bombalarla yaşamını yitirenleri düşündüm. Bunlara eklenen Kutlu Ulusal Meclis kavgası 88 yaşımda bana ağır geldi. Dengemi ve uykumu yitirdim. 1949’da büyük umutlarla üniversiteyi bitiren bir Türk olarak bu ayıbı mezara götüreceğim. Söz ve yazı bitmez. Fakat bu acı ve utanç da bitmeyecek.

Hiç yorum yok: