Emevi ve Abbasi hilafeti; Saltanatçılığın ve Dini kullanarak üretilen siyasi yaklaşımların egemenlik noktasında en tavan yaptığı süreçlerden biridir. Bu dönem; Kuranî ruhun hiçbir şekilde onaylamadığı, Allah adına katliam yapma gibi bir geleneğin baş gösterdiği, büyük ruhların katledildiği facia sürecinin ta kendisidir.
Bu dönemde katledilen en meşhur isim; Hallac-ı Mansur’dur. Kendisi, “Ene-l Hak” söylemi nedeni ile, ilahlık iddiasında bulunup “mürted-dinden çıkmış kişi” olmuştur gibi, rezil ve dindışı bir gerekçe ile katledilmiştir. Hem de bu katliam, Allah adına can aldığını iddia edenlerin tutumu ile gölgelenmiş, Hallac; binlerce parçaya ayrılıp, yakıldıktan sonra “külü nehre dökülmüştür”.
İslam’da aforoz rezilliğinin ilk örneklerinden biridir bu olay! “Mürted” ifadesi, engizisyon şövalyelerinin İslamlaşma sürecinde hortlayan bir Emevi uydurmasıdır!
Hallac’ın katlinin özündeki temel gerekçenin “Ene-l Hak” olmadığını, çünkü Ene-l Hak ifadesinin; “Ben Allah’ım” gibi bir karşılık barındırmadığını, temel gerekçenin; saltanat ve sömürü karşıtı halkçı bir Kuranî hareket olan KARMATİ hareketinin, Hallac’tan ciddi feyiz alması ve Hallac’ın bu kitle arasında popülerleşmesi olduğunu söylemek mümkündür.
Yukarıda belirttiğim gibi, Karmati hareketi halkçı bir harekettir. Çünkü; Abbasi hilafetinin beslendiği Sınıfsal Sisteme ciddi anlamda karşıdır. Sınıfsız toplum idealine yönelik çalışmışlardır.
Bu Kuran’ın önerdiği toplumsal yapının ta kendisidir. Öneriye uygun olan bu tutumda dolayısı ile “Kuranî” bir tutumdur!
Karmati hareketi, bir anlamda zenc (bkz: zenc-köle isyanı) isyanının devamı niteliği taşımaktadır. “Sahibuzzenc” in; Saltanata ve Sömürülen halkların hakkını sömürenlere karşı çıkarttığı ses, halk yığınlarını tesir altında tutan hilafetin “Mürted” iftirası ile yarım kalmıştır. Azerbaycan asıllı bir türk olan Sahibuzzenc, idam edilerek; çıkarttığı isyan neticesinde sokaklarda sürüklene sürüklene öldürülen ZENC taraftarlarının başlattığı hareket, İslam toplumları arasındaki asrı saadet (Hazreti Peygamber sonrası) sonrası ilk halkçı çıkış olarak tarihe geçmiştir.
Ardından gelen Karmati hareketi, Zenc isyanının bastırılması nedeni ile daha gizli kalmayı hedeflemiştir. Öyledir ki Karmatilerin şehirlerde kod adlar ile yaşadıklarını, önderlerinin kimse tarafından bilinmediğini ve kriptolojiyi iyi kullandıklarını görmekteyiz. Haberleşmede cifr ve ebced (matematiksel şifreleme ve kodlama yöntemleri) kullanan Karmatiler, yerleştikleri ve çoğunluk oldukları bölgelerde; hiçbir suretle ÖZEL MÜLKİYET edinmemiş, seçilmiş temsilcilerin vergi olarak topladığı paralar, tekrardan halka dağıtılmış ve bireylerin tek özel malı; “KILIÇ” olmuştur.
Karmatilerde Sosyal Statü ve Sınıf yoktur. Sadece ilmi-bilimsel alanda çeşitli mertebeler mevcuttur. Bu mertebeler de, bilimsel düşüncede ileri gittikçe eşit olarak dağıtılan mertebelerdir.
Özüne baktığımızda, sunni kaynakların özellikle karaladığı ve günümüzde komünist diye anılan, Kuran-Hakiki Sünnet ve Yunan Felsefisini şiar edinen Karmatiler, yaşadıkları toplum dahilinde en çok üreten, birçok felsefeci ve alimin sürekli kendilerinden istifade ettiği birer ilim abidesi idiler. Öyledir ki; kendilerini eleştiren İbn-i Arabi dahi, Karmati kaynaklarından beslenmiştir. En bilinen kaynakları: İhvanussafa risaleleridir.
Karmatiler, en çok tepkiyi; meşhur Kabe baskını ile almışlardır. Bilindiği gibi Karmati komutan Hamdan önderliğinde, Kabe basılmış ve hacerülesved sökülerek kaçırılmıştır.
Çünkü, Karmatilere göre; yapılan hacc cahiliye haccıdır ve hacerülesved; putperestliğin İslami kılıf ile sunuluşudur. Karmatiler, İslam tarihinin en derin ve sosyal akımı olmak ile beraber, ilmi alanda en ileri gitmiş ve halen daha birçok toplumun aşamadığı kadar derin ve ileri fikirler ihtiva etmiş bir harekettir.
Komünleştikleri bölgelerde, tüm bireylerin çalışmasını ve her ay devlete 1 dinar vergi vermesini öngörür, bu vergileri hizmet olarak geri halka dağıtırlardı. Özel Mülkiyet yasaktı, seçilen görevliler topladığı paraları halka dağıtmakta ve böylelikle DEVLET eliyle sınıfsız toplum üretilebileceğini ispat ediyorlardı.
Bu hali ile, Kuran’ın Mescid-i Haram’dan kastettiği gerçeği hayata geçirmiş, aktif biçimde yaşamışlardır. (bkz. Genel Durum/Hacc Bölümü)
Fakat; Emevi dinciliğinin klasiği olan aforoz sorunu başgöstermiş, Karmatiler; “Fırka-ı dalle”, sapık fırka olarak anılmaya başlamıştır.
Abbasi hilafeti, halkın Karmatilere yönelişinden öylesine ürkmüştür ki; Şöyle bir olay naklederek bu iddiamızı ispat etmeye çalışalım.
Gizli örgütlenen Karmatilerin mensuplarından Hasan deşifre edilir ve saraya çağrılır. Halife, artık gerçekleri gördüğünü, saltanat ve hilafeti terk edip, Hasan’ın önderine vereceğini yeminler ederek söyler ve Karmat’ı saraya davet eder. Hasan’da inanmıştır.
Hasan, önderine gider ve durumu anlatır. Önderi tepkilidir. Bunun bir oyun olduğunu söyler. Hasan ise ısrar eder. Bu durumda Karmat; “Öyleyse git ve Karmat olduğunu söyle, hilafeti sana devrederse zaten ne yapacağımızı düşünürüz” der. Hasan gidip sarayda bu yönde beyanat verince Halife hemen emir verir, idamı istenir…
Bu saflığı Hasan’ın başının bedeninden ayrılmasına neden olmuştur. Ancak Abbasi halifesinin başvurduğu yöntemler göstermektedir ki; Karmatiler; Abbasiler için çok ciddi bir korku kaynağına dönüşmüştür.
Çünkü;
Karmatilerin İslam’a bakış açısı; Sünni ve geleneksel dinci yaklaşımının çok fazla ötesindedir. İlmen ve fikren sayısız kaynağı olan Karmati liderlerin, toplumdaki en güçlü etkisi de, dini referans almış olmaları ve ekonomik refah vaat etmeleri ile oluşmuştur.
Hallac-ı Mansur’da bu hareketi destekleyenlerden biridir.
Fakat Tahakküm teologlarının ürettiği aforoz psikozu ile, bütün Karmati alimler kafir ilan edilip idam edilmişlerdir. İsyanları bastırılmış ve yok edilmişlerdir. Çünkü savundukları bütün değerler, sömürü ve Allah adına konuşma yetkisini bünyesinde topladığını iddia eden saltanatperestliğe karşıdır!
Mesela; kadınlara sosyal haklar veren ilk hareket olma özelliği taşıyan Karmati hareketi, Emevi dinciliğinin SALTANAT yanlılarınca; Batınilik, Mecusilik, Mürtedlik ve Kafirlik gibi suçlamalara maruz bırakılarak, halk tarafından dışlanmıştır…
Karmati hareketi incelenmesi gereken bir harekettir. Bu noktada okurlara “İhvanussafa Risalelerini” öneririm.
Hallac’ın bizde uyandırdığı düşüncelere değinelim…
Evrensel polarite, kendisi ile var olan kutbun zıddının varlığını koşullamaktadır. Yani, -1 var ise, 1 de var olmak durumundadır. İkisinin toplamı ise; “0” yani mutlak noktaya varışın özünü simgeleyen yere taşır insanlığı.
Bir olgu, zıttı ile birlikte vardır. Zıttı olmaksızın bir şeyi tarif etmek “imkansızdır”. Gerçek ile Gerçek olmayan da, bu noktada bir polarite gerçeğidir. Yaşamımızın özünde yer edinmiş olan her şey, kendi zıttına dayalı olarak açığa çıkmıştır. Bu; polarite kanununun özüdür.
Kuran’ın ruhu da aynı biçimde zıtların varlığını kabul etmektedir.
Ancak temel meseleyi ele alırken, zıtlar noktasında yapacağımız incelemede; “Zalim – Mazlum” kutbu yerine, Zalim ve Anti-Zalim kutbunu incelememiz gerekir.
Zulüm bir sebep, mazlumiyet ise sonuçtur. Birbirine zıtlık teşkil eden olgular değillerdir. Ve Evrensel dengenin sürekliliğine inananların, zulüm karşısında “mazlum” kutbunu yüceltmesi; çözüm getirici bir olgu değildir.
Çünkü, mazlumiyetin kabulü; zulmü meşru kılan bir olgudur.
Oysa ki, temel yaklaşım; zulme karşı olmak, mazlumiyetin ortadan kalkması adına mücadele vermektir.
Genel olarak, bu kitabımızın içeriği; doğru polariteye dayalı tahliller üzerinden işleyecek, verilecek DİN mesajı; polaritenin HAK kutbu üzerine oturtulmaya çalışılacaktır.
En doğrusunun Allah tarafından bilineceği gerçeğine sığınarak, bu çalışmayı hazırlarken, ne kadar karmaşıklaştırıldığımızı da göz önüne alarak; en temelden-günümüze kadar gelinen süreci incelemek yerine, temel taşların yüzeyini gösterip, günümüz ile ilintisizliğini ifade ederek, “birey merkezli sorgulama” sistemine katkıda bulunma gayesi gütmekteyiz.
Sorgulama, yargılama ile karıştırıldığından, çekinilen bir olgu haline gelmiştir. Oysa ki, insanların yürüdüğü her yol “sorgulanmak” ve doğruluğuna emin olana kadar çabalamak sureti ile izlenmek durumundadır. Aksi halde, Allah’ın Adem’e üflediği ruh’tan kasıt olan, “SÜRÜ” olmamak- “ÖZGÜR” ve “ÖZGÜN” olmak noktalarında sıkıntı yaşanır, gelinen durum meşrulaşır.
Bugün, “İçten dışa doğru tüm sistemi OKUMAK” manasına gelen, “İkra” ile başlamış bulunan bir kitabın ardı sıra yürüdüğünü iddia edip, “ikra” eylemi ile yakından uzaktan ilgi ve alakası olmadığı bariz biçimde ortada olan halk kitlelerinin durumu, bahsettiğimiz “sorgulama merkezli OKUMA-idrak etme” unsurunun bertaraf edilişi ile ilgilidir.
Bu, açık biçimde; Kuran’ın evrensel gerçeklerini örtmek sureti ile, SALTANAT ve HİLAFETİ güçlendirme adına “SÜRÜ psikolojisi” üretmek isteyen odakların sağladığı bir durumdur.
Kuran’ın insanı, düşünen, akleden, sorgulayan, araştıran, evrensel değerleri bünyesinde taşıyan ve toplum için ZAHMET değil, RAHMET olan bir insandır.
Bunun aksi düşünülemez!
Ancak, günümüzde; Küresel Sistemin sömürü mekanizmasını iyi incelediğimizde, bölgemizdeki muharebenin en önemli unsuru; Sömürü ile ittifak halindeki “İslam Ruhbanları” ve Yozlaştırılmış dinin toplumsal tepkiyi bastırışına şahit olmaktayız.
Bu, Kuran’ın getirdiği nokta olmamakla birlikte, Kuran-dışı Dinciliğin “doğal sonucudur”.
Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönlün hepsi bundan sorumlu tutulacaktır. (İSRÂ suresi 36. ayet)
Kuran’ın kendi içinde kurguladığı “diyalektiği” iyi incelediğimizde, sürekli bir sonuçtan bahsederken, bu sonucun gerçekliğine yapılan atıfların dahi sorgulanması gerektiğini ifade etmektedir. Yani, “KESİN ve ŞÜPHESİZ GÜVEN” merkezli bir inanç mekanizmasından bahsedilir. Bunun ilk adımı da ALLAH inancını sorgulamaktır.
Göksel bir Tanrı mı?
Kendisinden başka hiçbir şey olmayan TEK mi?
Bu noktaya pek girmeyeceğim. Ancak bu sorgulmanın meşruluğunu Kuran’ın ilan ettiğini ifade etmek adına şu ayeti paylaşmak isterim;
Hani İbrahim de şöyle yakarmıştı: “Rabb’im, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?” “İnanmadın mı?” diye sordu. “İnandım, dedi, ancak kalbimin tatmin olması için… ” Allah dedi ki: “Kuşlardan dört tane al, onları kendine ısındır, alıştır. Sonra her dağın üstüne onlardan bir parça koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir. (BAKARA suresi 260. ayet
Bu ayeti başlı başına bir öneridir. Yani, inandığını iddia edenlere “mutmain-tatmin” olmaları önerilmekte, aksi halde oluşacak imanın yetersiz ve eksik olacağı belirtilmektedir.
Ey iman edenler! Allah’a, onun resulüne, resulüne indirmiş olduğu Kitap’a, daha önce indirmiş olduğu Kitap’a iman edin. Kim Allah’ı, O’nun meleklerini, kitaplarını, resullerini ve âhiret gününü inkâr ederse geri dönüşü olmayan bir sapıklığa gömülmüş olur. Nisa suresi 136. ayet
Bu gerçeği göz ardı etmek, bizleri içinde bulunduğumuz toplum yapısı ötesine taşımayacaktır. İman edenlerin Kitap’a iman etmesi söylenirken, Kitapsız bir iman olur mu? sorusuyla başlayan sorgulamamızda vardığımız netice şudur;
İstenen şey; Kitabı ve Resulü anlama, kavrama, sorular sorarak “salavat getirme-destek olma-sahip çıkma” dır.
Yukarıda verdiğim zalim-mazlum ilişkisinde ısrarla yozlaştırılan bir kavram mevcuttur, “sabır”!
Sabır, kararlı bir biçimde “hareket ve aksiyon” dahilinde olmak, kısacası “dava adamı” olmak demektir. Oysaki, polariteyi zalim-mazlum biçiminde kurgulayanların içini boşalttığı SABIR, zulme karşı dayanma gücü olarak karşımıza çıkmıştır. Bu hiçbir şekilde ne kelimenin anlamına ne de Kuran’daki kullanımına uymayan bir durumdur!
Sabır, Kuran’ın tabirleri ile, dava için aksiyon halinde olma, eylem ve hareketi muhafaza etme ve güçlendirme anlamlarına gelir. “Kararlı” biçimde yol alma, sabrın özüdür. Zulme karşı Anti-zulüm yaklaşımını sergileme ve “ölçüyü” zulmü icra edenlerin ölçülerine göre tayin etme, yani “işleyen akıl merkezli” hareket etme, sabrın ta kendisidir…
Ancak, bütün kavramlar gibi; sabır kelimesi de bu yozlaşmadan nasibini almış, gelenekçi akımın etkisinde kalmıştır.
Sabrın yozlaşması ve ardı sıra gelişen “mazlumiyet” düşüncesi, dinin mazlumu meşrulaştırdığı fikri; “Ortaçağda ruhbanların ezilen halk kitlelerini cennetten arsa vererek uyutması ile” benzer nitelikler taşıyan bir durumdur. Sorun, denklik kavramını işletme noktasında değil, kötüye kullanılan ahret inancı üretme hususunda ortaya çıkmaktadır.
“Bırakın Krallar zengin olsun, siz de cennette rahat edersiniz” fikri, Kuranî mesajın bünyesinde yer edinebilecek bir fikir değildir. Dini yaşamdan çıkartmak, bu yolla mümkündür. Din, hayatın her alanına müdahil bir olgudur. Toplumsal adaletsizliğe göz yumacak kadar taviz içermez.
Aynı oranda, dinin toplumsal sorunlara getirdiği çözümlerin dile getirilmediği günümüzde, din sadece belli meselelerden ibaretmiş gibi bir durum ortaya çıkartılmaktadır. Dindar bir toplum için güncel gibi görünen çoğu mesele sorun bile değilken, dinci bir yapı için, saltanatın temelini koruma adına önemli bir sorundur.
Çünkü, içi boşaltılmış dinci akımın; Kuranî gerçekleri örterek ürettiği “şekilperest” yaklaşım, topluma ancak belirli semboller ve zayıf noktalar deşilerek ulaşır. Bu klasik bir yayılma stratejisidir.
Ancak işin özüne geldiğimizde, yani DİNİN GERÇEĞİNDEN söz açtığımızda, bu şekilperestlerin kaçıştığını görürüz. Mesela işe “selam” kavramı açılarak başlanabilir.
En çok tahrip edilen kelimelerin başında gelen “SELAM” bugün kesin suretle yanlış anlaşılmaktadır. Selam kelimesi, Arapça olup, s-l-m kökünden gelen; “Barış-Huzur-Refah-Esenlik” manaları taşıyan bir kelimedir.
Ey iman edenler! Allah yolunda gaza için dolaştığınızda, iyice anlayıp dinleyin de size selam verene “Sen mümin değilsin!” demeyin. İğreti hayatın menfaatine göz dikiyorsunuz ama Allah katında çok ganimetler vardır. Önceden siz de öyle idiniz ama Allah size lütufta bulundu. O halde, iyice araştırın, anlayın dinleyin. Çünkü Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır. (NİSA suresi 94. ayet)
Orada hiç boş söz işitmezler; ancak bir «Selam» işitirler. Orada sabah akşam rızıkları da vardır. (MERYEM suresi 62. ayet)
Biz de şöyle dedik: “Ey ateş, İbrahim’e bir serinlik ol, bir selam ol!” (ENBİYÂ suresi 69. ayet)
Selam kelimesi, Kuran’da; esenlik-huzur-barış manalarında kullanılmıştır. Özellikle, Muhammedî çıkışın aksiyoncu ruhunu idrak etme noktasında “selam” özel bir yere sahiptir. Çünkü önemle üzerinde durulan vurgu; “selam veriniz” babındadır. Bu bab dahilinde vurgulanmak istenen ise; “bireyin esenlik-huzur-refah ve barışı” için mücadele veriniz noktasındadır.
Öyledir ki, İmam-ı Serahles’in Cuma Namazı üzerine ortaya koyduğu tabloyu incelediğimizde, günümüzde uygulanan Cuma Namazlarının tartışmalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü İslam, Kolektif bir toplum dinidir. Kesin ve mutlak suretle; toplumsal dayanışmayı TEPE NOKTASI kabul eden bir anlayış üzerine inşa edilmiş, bu çeşitli metotlar ile pratize edilmiştir.
Muhammedî çıkışın bizlere öğrettiği “SELAM” yöntemi şudur;
Evinde ekmeği olmayan kişinin, neden ekmeğinin olmadığını sorgulamak! Ve bu nedenler ile mücadele vermek.
Selam vermek, sorumluluk almaktır.
Selam verilen kişinin, refahı adına mücadele etme gerekliliği doğurmaktadır.
Selam gerçeğini, “Selamun aleyküm ahali” aldatmacasına indirgeyerek, ana ruhu yok etmiş olan yaklaşımın üretebileceği hiçbir kavram; ezberlerden arınmış bir ruha dayalı olmayacaktır. Çünkü bu tavrın öncüleri, bizzat sisteme olan bağlılıkları ile birlikte; çıkar ve menfaatlerinden vazgeçebilecek olgunluğa sahip değillerdir.
Kısacası, Din; bezirganlar elinde ZAHMET, samimi bireyler elinde RAHMET aracı haline gelebilecek yapıdadır. Samimi bireylerin üreteceği erdemli toplum, bezirganların üreteceği SÜRÜ’den güçlü ve kalıcı olacaktır.
Sınıfsal ayrılıkların var olduğu toplumlarda DİN’den bahsetmek imkansızdır.
Ortaçağ toplum sınıfları arasında yer edinmiş bulunan “ruhbanlar” sınıfının ürettiği toplumsal tahakkümün, soylu ve krallar lehine olduğu gerçeğinden yola çıkarak, dinin o dönem için; servet sahiplerinin halkı sindirme politikası halinde kullanıldığını ifade etmek mümkün olacaktır. Özellikle pavlusculuğun beslendiği ana kaynak olan “uydurulmuş incil”in bünyesindeki “genesis” gibi kalıpların topluma dayatılışı ile birlikte, bilimsel aklı “kafir” ilan etme noktasında üretilen politikaların, dini “uyutma” aracı olarak görme şarlatanlığını gözler önüne sermektedir.
Kopernik, Galile gibi bilim insanlarının çektiği ızdırapların merkezinde, DİN olmuştur. Küresel sömürü sisteminin egemenleşme noktasında en önemli etki DİN olmuştur. Sonraki süreçte, bu deneme yanılma deryasında elde edilen verimli sonuçlar, tüm inanç sistemlerine uygulanmış, günümüzde ise şekil değiştirerek “İslam” bünyesine zerkedilmiştir.
Dincilik ile dindarlık arasındaki ince çizgiyi anlamadığımız an, gerçeklerimize uygun bir çözümleme yapmamız imkansızlaşacaktır. Dindarın rahmet, dincinin zahmet olduğu gerçeğinden yola çıkarak, geçmişten geleceğe uzanan bir tekerrür hakikatına yönelik açılımlar yapmak gereklidir.
Ortaçağ feodalizmi, köylü sınıfın sessizleşmesi adına, “cennetten arsa” satma arsızlığına şahit olmuştur. Aynı dönemin ürettiği, DİN savaşları, aynı oranda vahim ve vahşidir. Engizisyonlar, aforozlar, bilim karşıtlığı…vs. tamamen dinin “saltanata heba edilmesi nedeni ile” ortaya çıkmış tablonun elementleridir.
Günümüzdeki ana problem de bu düzlemde incelendiğinde ortaya çıkacaktır. Ana sorunumuz, sömürü ile sorunu olmayan, basit takıntılara sahip, detaycı ve içi boş bir anlayışın, “İslam” adı altında pazarlanmasından ibarettir. Bu anlayışın mensuplarının ise, reel gündem oluşturma noktasında ortaya koydukları ile, ana problemler arasında hiçbir bağ ve analoji yoktur.
Bir taraftan, BMW marka arabadan inmeksizin, “Laiklik” eleştirisi yapanlar, diğer taraftan; bu eleştiriyi yapanları “İslam’ın temsilcisi” olarak görüp, dinin kendisine düşman olanlar.
İşte bu iki kutup arasında süren mücadelenin ortasında kalan halkın, 1000 yıllık klasik metotlara dayalı olarak sürdürülen “sömürü” mekanizması arasında git gide yoksullaşması ile birlikte içine düşülen “çözümsüzlük”, bizleri düşündürmektedir.
Çözümsüzlük, kutupların hiçbirinin “doğal sonuç” olmamasından ötürüdür. Yani, var olan bu kutuplar, arada kalanları sömürme mesleğini icra eden güruhlarca üretilmiş; aynı oranda başarılı olmuş geçmişe dayalı deneyimlerden ileri gelen tecrübe ile gayet başarılı bir şekilde çalışmışlardır.
Dini yozlaşma, “Ilımlı İslam” ile özetlenecek bir olgu değildir. Günümüzde “Ilımlı olmayan” geleneksel anlayışın da bir o kadar içi boştur.
Cami merkezli, hayattan kopuk ve evrensel aklı lanetleyen bu anlayışın mensuplarının içine düştüğü durum ise ortadadır. Batı’nın tüm ilerleyişine rağmen, bir o kadar geride kalmış olan bu toplumların, Gerçek İslam ile iç içe olduğunu söylemek imkansızdır. Bu bağlamda, ilerleyen bölümlerde daha somut veriler sunarak ifade edeceğimiz bu gerçeğin farkına varanların, toplumsal dönüşüme ivme kazandıracağını söylemek mümkündür.
İstanbul Fethedildiğinde, Fatih; Ayasofya Kilisesi’ne gitmişti. İçeride “ruhbanların” melek kanadı saydığı ifade edilir. Bu, günümüz İslam toplumlarının içinde bulunduğu durum ile tıpatıp aynıdır.
Çünkü; Batı ile haşır neşir olup, ülkenin tüm kurumlarını Batı’ya pazarlayan organizasyonların, “Dindar” olarak atfedilişi, bu vahim tabloyu gözler önüne getirmektedir.
Bu apaçık bir “takvaperestlikten” ibarettir.
Müslüman, takvaya değil, sadece Allah’a iman eder/güvenir. Oysa, günümüz İslam yaklaşımının ana kıstası “takva”dır. Bu çok tehlikeli ve hatalıdır. Çünkü “takva” Allah-kul ilişkisi dışında hiçbir geçerliliği olmayan bir birimdir. Bir ölçü birimidir. Kıstasları belirleyen Allah, uygulayan ise insandır. Sonuç olarak gelinen noktada ise, değerlendirme yapma yetkisi sadece Allah’a aittir.
Ancak günümüz toplumları için, bir başkasının ortaya koymuş olduğu “şekilsel duruş” önplandadır. Bunu açmamıza gerek yoktur. Çünkü, yaşadığımız topraklarda örnekleri aleni biçimde karşımıza çıkmaktadır.
Bugün, dinin sadece “namaz”, “oruç”, “hac” gibi ritüellerden ibaret olduğu yönünde gelişmekte olan düşüncenin temeli, tefekkürsüz/düşüncenin yer edinmediği- din anlayışından ileri gelmektedir. Özellikle, bu düşüncenin teologlarının ürettiği tahakküm, Kurandışı bir din algısının toplumda egemen olması adına ciddi atılımlarda bulunmuş, başarılı olmuşlardır.
Kuran’ın algılanması ve yaşanması adına söylem geliştirenlerin; “reformist” ilan edilişi de, aynı tahakküm merkezinin ürettiği savunma mekanizmasının ta kendisidir.
Hz. Peygamber’in dini bu şekilde yaşamadığını, hatta bu şekilde inananlar ile mücadele ettiğini, ilerleyen bölümlerde daha net örnekler üzerinden ifade edeceğim…
Açık biçimde ifade etmek gerekir ki, İslam; Kuranî ve Muhammedî ölçülerde değil, Emevi şahsiyetsizliğinin ürettiği ölçülerde yaşanmaktadır.
Din, efendilerin köleleri üzerindeki baskı ve sömürü aracı değil, kölelerin efendiler ile denk bir hayat yaşaması adına vücut bulmuş ruh bütünlüğüdür. Efendi-köle ayrımının gözle görülür biçimde var olduğu toplumlarda, dinden bahsetmek saçma olacaktır. Çünkü, din; ana çıkışını bu realiteyi yok etme noktasında hayata geçirmiştir. Bu müdahale sonrasında, efendilerin sömürü mekanizmasını DİN bünyesine taşıyarak ürettiği, DİN merkezli sömürü ise, dinin kendisi ile değil, sahtesi ile ilgilidir.
Din, toplumsal bir olgudur. Bireyden başlayıp dalga dalga topluma yayılan “esenlik” ve “adalet” mekanizmasının mihenk taşıdır. Sahtesi ise, sömürü ve zulmün aracısıdır.
Dinin en önemli olgusu, “iman”dır. Kuran’ın ana mesajında, iman hususunda önemli yaklaşımlar mevcuttur.
İman, emn kökünden türemiş bir kelimedir. İman etmek tam manasıyla “emin olmak” demektir. Emin olma yolculuğuna verilen ad ise “haniflik”tir.
Kuran’ın önerdiği din anlayışı bünyesinde; Allah ile başlayan bir sorgulama zincirinin üzerine bina edilmiş “sağlam ve sarsılmaz” imandan bahsedilir. İşte bu imanı/güveni sağlayan ana dönüşe ise; bir diğer manası dönek manasına gelen “hanif” kelimesi katkı sağlar.
Hanif, ecdat ve ata kabullerinin egemenliğini ve baskısını reddederek, salt bir biçimde doğru çizgiye tam dönüş yapmak manasına gelir.
Hanifliğin zıttı ise, “müşrikliktir”.
Müşrik, şerik edinmiş kişi demektir. Şerik, hüküm ve saltanatta, Allah’ın dengi olmaksızın bir aracı ve söz sahibi atamak, manasına gelir.
Şirket kelimesi de aynı kökten, “şüreka” dan türemiştir.
İbrahim ne bir Yahudi idi ne de bir Hıristiyan. O, sadece Hanîf bir müslümandı/Allah’a teslim olandı. O müşriklerden değildi. ÂLİ IMRÂN suresi 67. ayet
De ki: “Allah, doğrusunu söylemiştir/vaadinde sadıktır. Hadi artık hanîf olarak İbrahim’in milletine uyun! Müşriklerden değildi o. ” ÂLİ IMRÂN suresi 95. ayet
“Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben. ” EN’ÂM suresi 79. ayet
O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiştirme olamaz. Doğru ve eskimez din işte budur. Fakat insanların çokları bilmiyorlar. RÛM suresi 30. ayet
Yukarıdaki ayetler bütününün birincisinde vurgulanmakta olan, aynı surenin 60. ayetinden itibaren başlayan bir pasajın içindeki, “Yahudi ve Hıristiyanların” İbrahim için ortaya attıkları iddialara binaen vahyedilmiştir.
Ayette, İbrahim Resul için, Hanif bir biçimde yönelmişti ifadesi geçer. Bu noktada, geleneksel İslam’ın teologlarının bahsettiği gibi, “haniflik” İbrahim’in dini değil, İbrahim Resul’ün “İslam” dinine yönelirken kendisinde açığa çıkan karaktere verilen addır.
Haniflik, bir karakterdir. Şirksiz imanın adıdır. İslam ise dindir.
Aynı şekilde diğer ayetlerde de ifade edilen gerçek bu yöndedir. Hanifce yöneliş, “atalar kültü” ve gelenek etkisinde kalmaksızın, doğrudan yüzü hakka çevirmek olarak tanımlanabilir. Bu, Muhammedî karakterin de özüdür.
İman, inkar ile başlayan büyük bir serüvendir. “La ilahe illallah”, sözü; bu hakikatı gözler önüne sermek için yeterlidir. Çünkü; başlangıçta yer alan “la”, var olan tüm olguları “red”, ardından gelen “illallah” ise, tek kabulün “Allah” olması hususunda yaklaşım geliştirmeyi öğütlemektedir.
Çünkü, dine yöneliş esnasında bireyin beraberinde “şirk” unsurlarını da taşıması muhtemeldir. Hatta daha açık ifade etmek gerekirse, Kuran’ın müşrik tanımına uymak için, öncül Allah kabulünün varlığı temel kıstastır.
Şirksiz iman gerçeğini algılama noktasında, önümüze dizilmiş olan sayısız “dini kaynağı” gözden geçirmek gerekir. Eğer bu yapılırsa; Kuran’ın dinine yapılan sayısız ilaveyi görmek mümkün olacaktır. Bunlardan en göze çarpanları; Mehdi-Deccal vs. Kıyamet uydurmalarıdır.
Kuran’ın mesajında geçen ve Resulullah’ın gayb (algılanamayan)ı bilmediğini ifade eden ayetlerin varlığına rağmen, Allah’ın elçisinin geleceği bildiğini iddia etmek, Kuran’ın gerçeklerinin üzerini örtmek (küfür)tir. Bu realiteyi gözler önüne seren ayeti hatırlayalım;
(EN’ÂM suresi 50. ayet) De ki: “Ben size, Allâh’ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size ‘Ben meleğim’ de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. ” De ki: “Körle, gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?”
(A’RAF suresi 188. ayet) De ki: “Ben kendime, Allâh’ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sâhip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbete çok hayır (mal ve mülk) elde ederdim. Bana kötülük dokunmamış (beni cin çarpmamış)tır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
(HÛD suresi 31. ayet) Ben size: “Allâh’ın hazineleri benim yanımdadır. ” demiyorum. Gaybı da bilmem. “Ben meleğim, ” de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için “Allâh onlara bir hayır vermeyecek” de demem. Allâh, onların içlerinde olanı daha iyi bilir. Böyle bir şey yaptığım takdirde ben, mutlaka zâlimlerden olurum. “
(HÛD suresi 123. ayet) Göklerin ve yerin gaybı (görünmez bilgisi), Allah’a âittir. Bütün işler hep Allah’a döndürülüp götürülür. O’na kulluk et ve O’na dayan. Rabbin sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.
(NAHL suresi 77. ayet) Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. O sâ’atin işi, bir göz açıp yumma gibi, yahut daha yakın (kısa)dır. Şüphesiz Allâh, her şeye gücü yetendir.
(CİN suresi 26. ayet) Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez.
Bu ayetlerden bihaber biçimde çizilen Peygamber portresi, geleceği bilen, Allah’ın zati özelliklerini bünyesinde ihtiva eden, Allah ile pazarlık edebilen (Miraç-Namaz olayı), tüm peygamberlerden üstün ve mahşerde Allah’ın ceza verdiği insanların bağışlanmasını dahi sağlayacak kadar yaptırım gücü olan bir varlıktır.
Bu Kuran’ın peygamber portresine uymayan, HRİSLAM; yani Hıristiyanlaştırılmış İslam’ın ürettiği uydurma bir yaklaşımdır. Allah’ın elçisi olan Hz. Muhammed, ağlayan, gülen, kızan, heyecanlanan, hüzünlenen, ticaret yapan, evlenen, yemek yiyen en az herkes kadar insan olan insanoğlu insandır.
Zaten, elçilik meselesi de buradan ileri gelmektedir. O, farkında olan, kavramış, sistemi idrak etmiş; olgun insandır. Bu yönü ile insanlığın doğal çizgisinden uzak, mertebe olarak yüksektir. Ancak, bir eylem ve aksiyon adamı oluşu ile de göze çarpan Allah’ın Resulü, içimizden biridir.
Ebu cehil’e karşı duran, halkın huzuruna çıkıp büyük bir heyecanla konuşan, vahye muhatap olduğu süreçte örtünün altına girip titreyen bir insan.
Ortaya koyduğu mesajın özüne tam biat edişi, erdemi ve keskin tavrı ile, eşine rastlamadığımız bir insan.
Önderimiz ve takip ettiğimiz büyük insan!
Meselenin bu yönünü idrak ettiğimiz anda, karşımıza çıkan gerçeklerle yüzleşmemiz daha kolay olacaktır. Dini yozlaşma; Kuran’ı tahrif ederek değil, peygamberi tahrif ederek vücut bulmuştur. Günümüz gelenek dininin referans aldığı kıstaslar; genel olarak Kuran değil, Emevi sürecinde uydurulmuş hadislerdir.
Bu hadislere dayalı olarak gelişen ayrımcılık, mezhepsel bölünme (dinde bölücülük) ve hüküm noktasında ortaya çıkan mantıksal izahı olmayan kurumlar (icma-kıyas vs.) dinin dinamiklerini dinamitlemiş, ortaya şekilden ibaret bir din çıkıvermiştir.
Ancak, Allah’ın vaat ettiği gibi; Kuranî mesaj geçerliliğini korumaktadır. Bu bizim en büyük dayanağımız ve güvenimizdir.
Şirk, Allah’ın peygamberi ile aldatma, yoluyla adeta damarlarımıza zerkedilmiş, peygamber merkezli aldatmanın ardına bina edilmiş olan “Saltanatçı Dincilik” fikri meşruluk kazanmıştır.
Allah Resulü’nün ardında hiçbir maddi mirası olmadığı halde, ardından saray ve köşkler bırakan EMEVİ HALİFELERİ, dinin sosyal ruhunu yok ederek, ritüel merkezli dinciliğin temellerini atmışlardır.
Resulün torunlarını “Kerbela”da şehit edip, bu katliam üzerine saltanat kuran şer şebekesinin yaptığı tahribat, günümüzdeki sakat yaklaşımın temelini oluşturur. Bu yaklaşımın, çağın sorunlarına çözümsüz kalmalarını Allah’a ve Resul’e atfeden aydın kesimin bağnazlığı ise, ayrı bir sorundur.
Şirk, İslam toplumlarının kanını emen bir felaket konumundadır. Şirk ve dinde bölücülük, sorunlarımızın temel nedenleridir. Şirk’i anlama adına, zıttı olan hanifliğe değinmiştim. Ancak şirk meselesini daha detaylı incelemek gerekir.
Çünkü, İslam toplumlarının kliklerinin bütünü haline gelen “Gelenek Dini”ni doğuran temel faktör, tevhidin anlaşılmaması değil, şirkin anlaşılmaması sorunudur…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder