23 May 2012

Ölümünü İçinde Taşıyan Çağ


Cumhuriyet 23.05.2012
AVRUPA
Güray Öz


Ortaçağ konusunda uzman tarihçiler arasında adı önlerde sayılan romancı Umberto Eco’nun 1972’de yazdığı, Can’dan bu ay çıkan“Günlük Yaşamdan Sanata” derlemesindeki ilk denemenin adı “Yeni Bir Ortaçağa Doğru”dur.
Umberto Eco’nun konuyu ele alan başka yazarlarla birlikte vardığı sonuç, bir Pax Americana krizinin yaşandığı, bir tür Ortaçağın içinde olduğumuzdur. Her ne kadar Eco bu krizin tahlilinde ekonominin durumunu çok belirsiz bir arka fon olarak kullanıyor, hatta hiç kullanmıyorsa da saptamasında itiraz edilebilecek bir şey yoktur.
Ortaçağda yaşadığımız bir gerçek yani.
Bu Ortaçağın sık sık yazdığımız gibi janjanlı, parlak bir yanı var. Bilim ve teknolojide ivmesi artan gelişmeyle atbaşı giden bu karanlık çağın başlangıcı, vahşetin zirveye çıktığı 2. Dünya Savaşı sayılabilir. İsterseniz daha eskilere de gidebilirsiniz.
Şimdi ise kapitalizmin sıklaşan krizleriyle vahşetin yaygınlaştığını, sistemleştiğini, sıradanlaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz.

Bu janjanlı Ortaçağın belirgin özelliği krizlerin giderek daha zor atlatılması, çözümsüzlüğün ortaya çıkmasıdır.
Otoriter eğilimlerin, kendilerini “demokrasinin kaleleri” olarak tanıtan gelişmiş ülkelerde güçlenmesi, üst sınıfların kendilerini korumaya almak için yüksek güvenlikli sitelere sığınmaya başlaması, gelişmiş ülkelerin sınırlarını göçmen dalgalarına karşı“savunmak” için masraflı önlemlere girişmesi bundandır. NATO’ya şimdi biçilen bir gözüKürecik’te “küresel jandarma” rolü de yaşadığımız Ortaçağın gereğidir.
Türkiye’de bizim yaşadıklarımız bu genel çerçevenin dışında değil aslında. Baskıcı dönemi, otoriter bir rejime dönüştürmek için çabalamalarının arkasında bu yatıyor. Özledikleri rejimi meşrulaştırmak için acele etmeleri, dünyadaki genel gidişin rüzgârından yararlanmak istemeleri bundandır.
Batı’nın demokrasi sahtekârlığının bu kadar sırıtmasının nedeni de budur.

Doğrusunu isterseniz, Batı dünyasının krizlere çözüm olarak baskıcı otoriter rejimleri çare olarak görmeye başlaması, çaresizliğin itirafından başka bir şey değildir. Ağırlığı iletişim alanında olan, ivmesi gittikçe hızlanan bilimsel teknik gelişmenin krizleri çözmeye yetmemesi, tam tersine niteliği gereği insanlığın hizmetine girmek gibi bir özelliği barındırması çıldırtıyor onları.
Ortaçağ, Umberto Eco’nun denemesinde anlatmaya çalıştığı gibi rönesansını da içinde taşıyordu. Yaşadığımız janjanlı Ortaçağ da öyledir.
Türkiye’de isterseniz zorbalığın zirvesine çıkın, işi tören yasaklamalara kadar uzatın, seçilmiş milletvekillerinin zindanda kalmasını“halk böyle istiyor” demagojisiyle savunmaya kalkın, isterseniz nüfusu gittikçe kalabalıklaşan zindan “kampusları”nın sayısını arttırın.
Sonuç aynı olacaktır.
Karanlığın içinde bir aydınlık nokta beliriverir. Minicik bir noktadan sızan ışık karanlığın canına okuyacaktır.

Ortaçağ rönesansın, aydınlanmanın tohumlandığı, filizlendiği bir çağ olmuştu. Yükselen yeni sınıflar aydınlanma ile bilimsel gelişmenin farklı kulvarlarda kalması ve tek yönlü hizmet etmesi için yoğun bir çaba gösterdiler.
Başarabildiler mi?
Başaramadıklarını sıklaşan krizler içinde debelenmelerinden, çareyi bir kere daha zorbalıkta aramalarından anlıyoruz. Bizi umutlandıran, gelişmenin ivmesinin artık geri döndürülemez bir şekilde hızlanmış olmasıdır. Ortaçağlardan çıkışlar artık eskisi kadar zaman almayacak, Türkiye’de önlerine zafer dolu on yıllar koyanların yanıldıklarını görmeleri çok uzun sürmeyecektir.
Korkumuz, çaresiz kalan Ortaçağ zorbalarının kendileriyle birlikte bu hayatı da ateşe atma konusundaki pervasızlıklarıdır.

Hiç yorum yok: