
CUMARTESİ YAZILARI
Ataol Behramoğlu
“Türk Sosyal Demokratları Köln Derneği”nin konuğu olarak 23 Mayıs Çarşamba akşamı Köln Üniversitesi’nde “Avrupalı Türkler ve Türkiye Sorunları” başlıklı bir panele katıldım.
Orada yaptığım konuşmanın bir özetini bu sütunda da paylaşmak istiyorum.
 |
Charles Darwin |
Yaklaşık iki yüz kişilik izleyici topluluğunun herhalde hemen hepsi Almanya’da yaşayan Türkiye yurttaşlarıydı.
Çoğunluğunu orta yaşlıların oluşturduğu toplulukta en genç kuşaktan izleyiciler de göze çarpacak sayıdaydı.
Konuşmama Avrupalılığın ne demek olduğu sorusuyla başladım ve sorumu gecikmeksizin kendim yanıtladım:
Avrupalılık bir kıtaya, bir ülkeye değil, “Aydınlanma” düşüncesine aidiyet demektir.
Bunun dışında Alman, İtalyan vb. olmanın “Avrupalılık” kavramı bakımından fazla bir anlamı yoktur…
Ve sözlerimi, aşağıda özetleyeceğim düşüncelerimi ayrıntılı olarak örnekleyerek sürdürdüm…
Avrupa’yı Avrupa yapan “Aydınlanma” düşüncesidir.
“Aydınlanma”, akılda, bilimde, özetle de insanda odaklanan dünya görüşü demektir.
Bu dünya görüşünün Avrupa kıtasında (öncelikle de Fransa’da) ortaya çıkmış olması, onun bir kıtanın, bir ülkenin tekelinde olacağı anlamına gelmez.
Söz gelimi, coğrafi olarak Avrupa kıtasıyla ya da bu kıta insanlarının genel olarak ortak inancı olmuş Hıristiyanlıkla ilgisi bulunmayan Japonya, bir Aydınlanma ülkesidir.
Buna karşılık, günümüz Avrupa ülkesi insanları, dünya görüşleri bakımından tek tek ele alınacak olursa, Aydınlanma düşüncesinin acaba neresindedir.
Bu açıdan baktığımızda, bu kıtanın herhangi bir ülkesinin herhangi bir yurttaşı, sadece etnik ve coğrafi bakımdan oraya aittir diye Avrupalı mıdır?
Aydınlanma düşüncesine sahip bir Türk, bu düşünceden habersiz bir Alman’dan neden daha çok Avrupalı sayılmasın?
Buradan Türk Aydınlanması konusuna geçerek, sözlerimi sürdürdüm…
Türkiye insanı, günümüz Türkiye Türklüğü, çok az ülkede benzeri görülebilecek bir sentezin; bir etnisiteler, inançlar kaynaşmasının ürünüdür…
Yanı sıra, Anadolu Aleviliği gibi Aydınlanmacı bir inanç bu mayada önemli bir yere sahiptir…
Sadece bu nedenlerle bile Türkiye’ye tek bir inancın, Aydınlanma karşıtı bir düşüncenin dayatılması bu ülke insanının kimyasıyla bağdaşmaz.
Nitekim tarihinin hiçbir döneminde dayatılamamıştır da…
Anadolu İslamı, Arap dünyasının İslamından farklı kültürel özelliklere sahiptir.
Böyle olması da Anadolu insanının sözünü ettiğim özellikleri bakımından çok doğaldır…
Türk Aydınlanması, siyaset tarihi bakımından da birkaç yüzyıllık geçmişe sahiptir.
Osmanlı devletinin 19. yüzyıl öncesindeki yenilenme çabaları ve bugün iktidarı ele geçirmiş olan ekibin “Jakoben” diye nitelediği bütün bir 19. yüzyıl Aydınlanma savaşımcıları ve bu süreçlerde elde edilmiş kazanımlar, bizim küçümsenemeyecek Aydınlanma tarihimizi oluşturmaktadır.
Mustafa Kemal’in kişiliği ve devrimleri bu temel üzerinde yükselmiş ve onu evrensel bir aşamaya taşımıştır.
Bu devrimler, Aydınlanma düşüncesinin Avrupa kıtası dışında, üstelik İslam ağırlıklı bir coğrafyada yaşam bulması demektir ve bu nedenle de bu coğrafyada korunmaları sadece Türkiye bakımından değil Aydınlanma düşüncesinin kendisi bakımından yaşamsal önemdir…
Avrupa bunun ne kadar bilincinde, ne kadar farkında?
Konuşmamın bundan sonraki bölümünde söylediklerimi özetlemeyi bir sonraki yazıya bırakıyorum...
“Türk Sosyal Demokratları Derneği”nin çağrılısı olarak gittiğim Köln’deki konuşmamın devamında, Türk Aydınlanması’nın bugün karşı karşıya bulunduğu tehdidi, Aydınlanma’nın beşiği olan Avrupa’nın bu konudaki tutumunu ve sonuç olarak da neler yapılabileceğini dile getirmeye çalıştım…
 Anadolu’daki halklar sentezinin mayasında bulunduğuna inandığım, bunun yanı sıra birkaç yüzyıllık savaşımlar tarihine sahip, Cumhuriyet devrimleriyle de evrensel bir anlam kazanan Türk aydınlanmasını bugün tehdit eden tehlikenin belki de en açık biçimde dile getirilmiş ilk işaretlerinden birini “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabının Türkiye’ye ilişkin bölümleriyle ABD emperyalizminin günümüzdeki kuramcılarından Samuel Huntington vermişti…
Sözü çok edildi, en az birkaç kez ben yazdım… Fakat ne kadar tekrar edilse yine de azdır… Çünkü bugün başımızda dolaşmakta olan felaketin nasıl planlanıp kotarıldığı ancak bu kadar açık biçimde dile getirilebilirdi.
Profesör Huntington’a göre, Cumhuriyet devrimleri Türkiye’yi yolundan saptırmış, onu “bölünmüş” (herhalde laikler ve laik olmayanlar demek istiyor) bir ülke durumuna getirmiştir. Çünkü bu ülke Batı uygarlığına ait değildir. Onun yolu İslam ve Ortadoğu’dur. Ait olduğu yola girdiği takdirde, İslamın lideri olacaktır… Fakat kendisini laik olarak tanımladığı sürece bu olanaksızdır…Öyleyse… gerisini kitaptan, yazarın kendi sözleriyle okuyalım:
“Türkiye……… bunu yapabilmek içinAtatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’inmirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda Atatürk’ün kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış olan bir liderigerektirir…”(263, 264. sayfalar)
Köln’deki konuşmamda özetlediğim bu sözler orada yaşayan yurttaşlarımızca, özellikle de en genç kuşaktan izleyicilerce büyük olasılıkla ilk kez işitiliyordu…
ABD emperyalizmin sözcüsü, çok açık olarak, bir “karşı Atatürk”ten söz ediyor…
“Büyük Ortadoğu Projesi”nin, “ılımlı İslam”safsatasının ve sonuç olarak da Türk aydınlanmasını yörüngesinden saptırarak baştan aşağı tersine çevirecek ihanet tezgâhının, nerelerde, hangi ellerde, kimlerce hazırlanıp kotarıldığı yeterince açık değil mi?..
 Köln Üniversitesi’ndeki konuşmamın son bölümünde, neler yapılabileceği, neler yapılması gerektiği konusunda düşüncelerimi özetledim…
Öncelikle, Türk aydınlanmasının karşısındaki büyük tehdidin, aslında hiç de kendisini göstermeye çalıştığı kadar güçlü olmadığını bilmeliyiz…
Olağan koşullarda yüzde 10 oy potansiyelini bile aşamayacak bu “sivil darbe”ci ekip, bugün elde etmiş olduğu iktidar gücünü, emperyalist dış destekten ve uluslararası yeşil sermayeden almaktadır…
Bu desteklerin yanı sıra, Cumhuriyet devrimlerinin ürünü olan burjuva sınıfının beceriksizlik, öngörüsüzlük ve korkaklığı; Cumhuriyeti kuran partinin bir türlü derlenip toparlanarak sosyal-demokrat bir odak olamayışı ve sol’un da birleşik bir güç olarak ayaklarını ülke toprağını sağlamca basamayışı, Türk aydınlanmasını yok etmek üzere yola çıkmış tehdidin bu denli büyümesinin başlıca nedenleridir…
Bu olgular iyice kavrandığında, yapılması gerekenler de büyük ölçüde ortaya çıkmış oluyor…
Laik ve liberal değerlere sahip olduğu ölçüde Merkez Sağ, sivil darbeye biat edeceğine, ulusal bir programla kendi siyasal örgütünü kuramaz mı?
Bu kadar mı öngörüsüz, kimliksiz, korkak ve pısırıktırlar?
Ülkeyle birlikte kendi varlıklarının da elden gitmekte olduğunu görmüyorlar mı?
Cumhuriyeti kuran partinin, yeterince inandırıcı olamayan iktidar olma söylemlerini, popülist sloganları, düzeyi son derece düşük bu siyasal iktidarla ağız dalaşı ve çene yarıştırmayı bir yana bırakarak sendikalarla, meslek örgütleriyle daha yakın ilişkiler içinde, daha sağlam temellerde çağdaş bir sosyal demokrat örgüt olma yönünde derlenip toparlanması daha doğru olmaz mı?
Sol ise hiç kuşkusuz, birleşik bir güç olma ve eylem birliği yönünde adımlar atabilmelidir…
Türk aydınlanmasını, evrensel önemini, onu çok da iyi tanımayan, kişisel ve toplumsal bilinçaltlarında Huntington’cı önyargılar taşıyan Batılı kamuoyuna bıkıp usanmaksızın anlatmak ayrıca önem taşıyor…
Konuşmamda, özelikle de Batı ülkelerinde yaşayan “Avrupalı Türk”lere ve örgütlerine, bu görevi anımsatmam doğaldı…
Fakat bu uyarı görevi, öncelikle, hiç kuşkusuz Türkiye’nin laik, liberal, Cumhuriyetçi güçlerinin, sosyal demokrasinin ve solun ertelenemez sorumluluğundadır.
Batı’da “sol”un bir silkiniş dönemine girmekte oluşu, bu konuda bir fırsat ve şans oluştursa gerek...
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder