Büyük Ortadoğu Projesi ile yaratılan kaos
Bu dersin ardından, sorunlar yumağının çözümünde ipin doğru ucundan başlanması önem kazanacaktır. Acaba ülkemizde taşları yeniden yerli yerine oturturken nereden başlanması, en öne çıkan sorunun tanımı çok önemlidir. Bu soruya kuşkusuz bireyler kendi konumuna, bulunduğu ortama göre farklı cevaplar verebilir. Ben kendi payıma son dönemde yaşadıklarımdan çıkardığın sonucu okurlarla paylaşıp tartışılmasını yararlı görüyorum. Ülkemizde yaşanan olumsuzlukların kaynağının neden “zıvanadan çıkmış adalet” olduğunu üzerinde yaşadığımız deneyimi merkez alarak kısaca özetlemeye çalışayım.
Adaletin ‘mülkün temeli’ olmaktan çıkıp zulmün aracı olması
İki buçuk yılı aşkın süredir yaşadığımız, cebelleştiğimiz ortam ve koşullar, bana ülkemizin birinci öncelikli sorununun iktidarın kendisini saymaz isek, “Terör” değil “Adalet” olduğunu inancını perçinleştirdi. Adalet mülkün temeli olmaktan çıkıp zulmün aracı haline gelince, ülkede yaşanan terör dâhil yaşadığımız bütün sorunlara da kaynaklık ettiğinden kuşku duyulmasın. Dağdan “pişman değilim, önderliğin isteğini yerine getiriyorum” diyenler için, hudut kapılarından itibaren gösterişli törenler düzenlenmesine, çadır mahkemeleri kurdurup salıverilmelerine ruhsat verirseniz ulaşacağınız menzil bugün yaşadıklarımızdır. Böylesi bir eylemin devletin yanında yer almış bölge insanına ve terörle mücadele veren güvenlik güçlerine etkisinin ne olacağını kestirmek için birazcık empati, birazcık izan yeterli olurdu. Bu sürecin bir parçası olarak, bir yandan terör örgütü ile kapalı kapılar ardında pazarlıklar yaparken bir yandan da TSK’nde terörle amansız mücadele edenleri kurgulanmış davalarla parmaklıklar ardına “özel bir hesapla” koyarsanız, birileri çıkar “Hakkâri-Şemdinli-Çukurca üçgeni PKK’dan sorulur” anlamında beyanlarda bulunuverir. Bütün bu nedenlerle “Adaletin mülkün temeli olmaktan çıkıp zulmün aracı olduğu” ülkelerde sorunlar dağ gibi büyür. Buna sebep olanlar da yarattıkları canavarın esiri olurlar.
Yargı reformu kapsamında yasalaşan özel paketlerin Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaların hukuki bir zeminde sürdürülmesine hiçbir olumlu katkısı olmamıştır. Buna karşılık eli kanlı taifenin, iktidara zamanında büyük destek vermiş “hayır erbabının” salıverilmesine ruhsat vermiştir. Üçüncü yargı paketi ile “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin” tasfiye sürecine girmesi görevlerinin başarı ile tamamlamasıdır. Bundan sonra “devlet içinde devlet” olarak varlıklarını sürdürmeleri halinde iktidarın varlık ve çıkarlarına karşı da bir tehdit oluşturacağı gözlenmiştir.
Sözde “Türk Milleti” adına sürdüren davalarla Ulusumuzun ve ülkemizin, birlik ve bütünlüğünün teminatı olan Türk Silahlı Kuvvetlerinde geniş çaplı tasfiyeler gerçekleştirilmiş, ülkemizin yüz akı bilim insanları, aydınlar, yazarlar parmaklıklar ardında tutulmaya devam edilmiştir. Davaların tümü karar aşamasına gelmiş olmasının artık pek anlamı da kalmamıştır. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, cezaya dönüşen uzun tutukluluk süreleri ile kurgulanan davalarla elde edilmek istenen sonuç büyük ölçüde elde edilmiştir. Sanıklar hakkında “hüküm” daha dava başlamadan verildiği için bu aşamadan sonra verilecek kararların hiçbir anlamı da kalmamıştır.
Özel Yetkili 10. Ağır Ceza Mahkemesi, Balyoz davasına ilişkin verdiği hukuksuz kararlarla sadece insan haklarını ihlal ederek kişisel mağduriyetlere sebep olmakla kalmamış, bunu ötesinde ulusal güvenliğimize derin yaranın oluşmasına yol açmıştır. Son perdenin oynandığa ile bugün ülke olarak yaşadığımız kaos arasında bir bağın olduğunu artık yurttaşlarımızın görme zamanı gelmiştir. Bunu sağlamada kolaylık olsun diye önce Balyoz davasına özel ilgi duyanlar dışında çok kişinin farkında olmadığı bir hususun altını çizelim:
Balyoz davası üzerinde ıslak veya dijital bir imza bulunmayan, hangi bilgisayarda yazıldığı bilinmeyen “dijital” olarak adlandırılan başta “Balyoz Güvenlik Harekat Planı” ve diğer eylem planları T.C. Hükümetini devirmeye teşebbüs suçunun işlendiğine kanıt olarak ileri sürülmüş bulunmaktadır.
Bu dijitallerin sahteliği hem bilim adamlarınca ve hem de dijitallerin içeriğinde bulunan 2000’e yakın aykırılıklarla ispat edilmiştir. Bu aykırılıkların sanıklar tarafından bulunmaması için savcılar tarafından adli emanete alınmıştır. Bunlardan sadece davaya ismini veren, sözde 02 Aralık 2002 tarihinde oluşturulduğu iddia edilen “Balyoz Güvenlik Harekat Planı” adlı dijitalde yer alan çarpıcı bir örneği vermekle yetineceğim. Aşağıdaki paragraf adı geçen sahte planın “Durum” başlığı altında yer almaktadır.
“Peşi peşine gelen siyasi iktidarlar, piyasanın ihtiyacı olan emisyonu Merkez Bankası kanalıyla sağlayamadığı için, ABD Merkez Bankası para basarak ülkemizdeki bu açığı gidermekte ve böylece yabancı para birimleri milli paramızın yerini almaktadır. Para bulmanın tek yolu olarak IMF ve ABD Merkez Bankasını gören hükümet acziyet ve ihanet içindedir. Gelinen bu süreçte ülkemizin yer altı ve yerüstü kaynakları yabancılara peşkeş çekilmiş, ülke yönetimi IMF, Dünya Bankası ve AB’ye teslim edilmiş, üretim sıfırlanmış, temel ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelmiş, Sevr anlaşması fiilen uygulanarak Kurtuluş Savaşı öncesi duruma düşülmüştür.”
Sahte Plandan alıntı yaptığımız bu bölüm gerçekte “Uluslararası Ekonomi Modeli Kongresi”nin kapanış oturumunda Prof. Dr. Haydar Baş’ın yaptığı kapanış konuşmasından kopyala ve yapıştır usulü ile hem dijital “Balyoz Güvenlik Harekât Planına” ve hem de sözde kurulacak yeni yönetimin “Hükümet Programına” konmuştur. Prof. Dr. Haydar Baş’ın konuşmasını 27 Kasım 2005’de yaptığına göre Sayın Savcıların buna ne gerekçe bulduklarını henüz öğrenemedik. Ayrıca bu konuşmanın belirtilen tarihte yapıldığını kanıtlayan belgeyi de mahkemeye sunmuş olduğumuzu da belirtelim. Normal bir hukuk devletinde sadece mahkemeye kanıt olarak sunduğumuz bu belge davanın toptan çökmesine ve de sahte planları hazırlayanların peşlerine düşülmesine yeterlidir.
Sahte planların yer aldığı dijitaller ile sanıklar arasında hiçbir illiyet bağı bulunmadığı, TSK bilgisayarlarında oluşturulmadığı bilirkişi raporu ile belirlenmiş, sanıkların tutuklanmalarını sağlamak için bu rapor Beşiktaş Adliyesinde yok edilmiştir. Israrlı takibimizle 1,5 yıl sonra söz konusu birikişi rapor gönderen makamdan tekrar istenmek suretiyle bulunabilmiştir.
Duruşmalarda Balyoz davasını kurgulayan Çete ile işbirliği içerisinde olanların parmak izlerini göstermemize, suç duyurularında bulunmamamıza rağmen mahkeme talebimizi dikkate almamıştır. Duruşmada delil diye okunanların normal bir hukuk devletinde hiçbir surette delil olarak ileri sürmeye ne bir emniyet görevlisinin ve ne de bir savcının cüret ve cesaret gösteremeyeceği bilinmektedir.
Ortaya koyduğumuz kanıtlar, görülen davanın belli bir amaç için sahte delillerle kurgulandığını ortaya koymaktadır. Son dönemde bu ve benzeri davaların eş zamanlı olarak kurgulanma amacının Türk Silahlı Kuvvetlerini (TSK) itibarsızlaştırmak, geniş çapta tasfiyelerle onu etkisizleştirmek olduğu açıktır. Bu suretle, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik demokratik sosyal hukuk devleti niteliği yerine, kendi çıkar ve dünya görüşleri paralelinde yeni bir düzen kurma ideali taşıyanlar, kurguladıkları davalarla çok önemli bir engelin bertaraf edilmesi hedef almış ve gereğini yapmışlardır. Bugün varılan nokta itibariyle, bu amaca daha dava sonuçlanmadan, ne ölçüde ulaşıldığını söylemeye gerek olmadığını sanırım.
Bu arada siyasi iktidara attığı adımlarda hem yol göstericilik ve hem de payandalık görevi üstlenmiş bazı çevrelerin TSK’ne karşı beslediği ezeli hınç ve düşmanlık duygu ve düşünceleri, “Kemalin Askerlerine” kefaret ödetmekle tatmin de edilmiştir.
Bu dava vesilesi ile sanıkların aileleri ile birlikte maruz kaldıkları maddi ve manevi kayıpların ötesinde, hiçbir somut delili olmayan bir davanın ısrarla sürdürülmesi, TSK’nin en mümtaz elemanlarının mesleklerinden kopartılması ve “Devlet Sırrı“ niteliğindeki belgelerin ortaya saçılması ile “Vatana İhanet Suçunun” işlendiğini söyleyebiliriz.
Son Güncelleme: Cuma, 14 Eylül 2012 17:53
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder