Sultan İkinci Abdülhamit’in dördüncü kuşaktan torunu
Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, siyasete girmeyi düşünüyormuş.
Farklı partilerden gelgel alıyormuş ama, AKP Gençlik
Kolları’nın Arifiye’de düzenlediği « Dedem Abdülhamit Han » panelinin çıkışında
verdiği ilk siyasal mesaja bakılırsa; ne dediği belli olmasa da hangi partiye
gideceği çok açık:
« Dedelerimiz hep at sırtında dünyayı fethederken,
tarihimizi düzgün bir şekilde anlatamıyoruz. Ayasofya’nın da tekrar ibadete
açılmasını istiyorum. Dedelerimizin ahları var üzerimizde. Onları az da olsa
üzerimizden atmak gerekiyor. Hem Ayasofya’nın açılmasını hem de diğer
sultanımız Vahdettin Han’ı ülkemize geri getirmek istiyoruz. »
At sırtında dünyayı fetihle, tarihi düzgün anlatamamak
arasında nasıl bir ilişki var, anlayan beri gelsin, bana da mesaj atsın,
lütfen!
Acaba tarih, at tırıstayken mi anlatılamayan bir şey, yoksa
dörtnalayken mi?
Ayasofya ile Vahdettin bölümü daha da karışık. Ayasofya mı
ah etmiş şahsın dedelerine, yoksa dedelerinin mi ahı konmuş Ayasofya’nın
üstüne?
Ya « diğer sultanımız Vahdettin Han » neyin nesi, kimin fesi
? Vahdettin sulbünden bir şehzade daha mı var, yoksa bildiğimiz Vahdettin’in
cenazesi mi geri getirilecek ; düşmana hem de allı pullu, imzalı mühürlü tapusuyla
sattığı memlekete?
Adam olana bu kadarı da yeter ama, Abdülhamit Kayıhan başka
ne inciler dizmiş diye merak ettim, Facebook’taki sayfasına girdim. 4 Nisan
tarihli son mesajında, hazret şöyle seslenmiş müstakbel tebaasına:
CUMANIZ MÜBAREK OLSUN AZİZ GÖNÜL DOSTLARI
Resûlullah Sallallahu Aleyhi Vessellem buyurdular ki:
Amellerden rahatça yapabileceğiniz kadarını yapın. (Daha fazla yapacağım diye
kendinizi zorlayıp usanmayın.) Siz amelden usanmadıkça, Allah da sevap ve ecir
vermekten usanmaz…” vb, vb.
Epeyce zayıflayıp, kafasına da bir fes geçirse, atası
Abdülhamit’e hık demiş burnundan düşmüş kadar benzeyen Şehzade Kayıhan’ın kara
molla sakallı fotoğraflarına baktım, baktım…
Ve okurum Abdullah Alçiçek’in ilettiği bir fıkrayı anımsadım:
Ormanda gezmeye çıkan ateist bir adam, doğayı hayran
gözlerle seyrediyor ve içinden: “Evrim ne güzellikler yaratıyor!” diye geçirip
mest oluyormuş.
Ansızın, ardında bir ayı belirmiş ve müthiş kovalamaca
başlamış. Adam var gücüyle kaçıyor, ama arkasına her baktığında ayının biraz
daha yaklaşmış olduğunu görüyormuş. Soluk soluğa koşmayı sürdürürken, ayağı bir
dala takılıp yere düşmesin mi?
Ayı avının üstüne atlamış tabii, pençesini kaldırmış, tam
vurmaya hazırlanırken, ateist adam canhıraş bir sesle: “Tanrım!” diye
haykırmış.
Birden zaman durmuş, ayı donakalmış, ormandaki nehir akmaz
olmuş. Kapkara kesilen gökyüzünden süzülen bir ışık huzmesi, yerde yatan adamın
üstüne düşmüş ve orman, derinlerden gelen ilahi bir sesle gümbürdemiş:
“Yıllarca bana inanmadın, yaratılışı kozmik bir kazaya
bağladın ve şimdi sana yardım etmemi istiyorsun! Seni sevgili kulum mu
saymalıyım?”
Adam korku ve utançla titreyerek yalvarmış: “Biliyorum,
varlığınızı bunca yıl inkârdan sonra sevgili kulunuz sayılmaya hakkım yok. Ama
belki ayıyı imana getirebilirsiniz?”
Gür ve ilahi ses, ormanda “Pekâlâ!” diye yankılanıp, susmuş.
Işık huzmesi kaybolmuş. Gökyüzü aydınlanmış, nehir tekrar
akmaya koyulmuş. Herşey eski haline dönmüş. Ayı pençesini indirmiş, adamı
haklamış.
Sonra iki pençesini gökyüzüne çevirip konuşmaya başlamış:
“Tanrım, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamdolsun verdiğin
nimetlere!”
Ben de bugün iki elimi açıp semaya, haykırıyorum sonsuzluğa:
Ey Tanrım!
Madem geçmek zorundayız bu ormandan, çekmek zorundayız yeni
bir saltanat sultası, niye hep baskıcı sultanlar, gerici şehzadeler
gönderiyorsun?
Bunların arasında hiç yok muydu kalenderi, bilgini, aydınlanmışı?
“Despotlar, baskı, biat ve zulümden beslenirler. Ama daha da
korkuncu, budalalığı besleyip yaymalarıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder