Başbakan Erdoğan, Kürt meselesinin çözümü konusunda, “İslam birlikteliğinin temel olduğu”nu söylüyor.
Apo’nun Nevruz mektubuna bakıyoruz, o da, “Türklerle Kürtlerin bin yılı aşkın süredir İslam bayrağı altında kardeşçe yaşadıkların”dan söz ediyor.
Anlaşılan bu söylem bir devlet politikası olmuş ve yansımaları toplumun her alanında görülüyor. Akçakale Kaymakamı, “Kutlu Doğum” etkinliklerinde Suriyeli mültecilere, "Bütün Müslümanlar anladı ki, gerçek kardeşlik ırk ve dil kardeşliği değil, İslam kardeşliğidir” diye sesleniyor. Aynı söylemin her gün camilerde de tekrarlandığını görüyoruz.
Milleti tanıyalım
Millet kavramının anlamını bilmeden “İslam birliğinin her derde deva olacağı” söyleminin başımıza neler açacağını anlayamayız.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü “millet”i; çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus” olarak tanımlıyor.
Bu tanımın içerisinde belki de en önemli unsur “dil”dir. Çünkü diğer unsurların tamamı, onun üzerinden taşınarak gelecek kuşaklara aktarılır. İslamcı geçinenler yukarıdaki söylemleriyle bu unsuru göz ardı ediyorlar.
Sözde İslamcılar, aynı zamanda ırk, millet ve etnisite kavramlarını da birbiriyle karıştırıyorlar.
Millet, etnik bir birlik, bir soy birliği değil, siyasi bir birlikteliktir. Atatürk’te zaten “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti adı verilir” diyerek bunu kastetmiştir. Bu manada Türk de biziz, Kürt de biziz; hepimiz Türk milletiyiz.
Etnisite ise genetik değil, kültürel bir kavramdır. Nasıl ki bilgisayar belleğine yüklenen programlarla çalışıyorsa, bir insanda doğuştan itibaren yaşadığı ortam, kendi kabul ve inançları ile programlanarak etnik kimliğine kavuşur. Yani etnik kimlik daha çok kültürel bir hadisedir. Bu anlamda binlerce yıldır aynı topraklarda bir arada yaşayan Türkler ve Kürtler arasında etnik ayrım yapacak kadar keskin kültürel farklılıklar kalmamıştır. Hepimizin ortak dili Türkçedir. Hatta farklı lehçeler konuşan Kürtler de kendi aralarında ortak dil olarak Türkçeyi kullanmaktadır. En önemlisi kaderimiz ortaktır. Ya emperyalizmin aramızdaki küçük farklılıkları kaşıyarak bizi parçalamasına ve küçük küçük lokmalar halinde yutmasına razı olacağız ya da Atatürk’ün başlattığı tek millet olma yolunda evrimleşmemizi tamamlayarak çocuklarımıza daha büyük, daha müreffeh bir ülke bırakacağız.
Sözde İslamcılar, “ırk kardeşliği” önemli değildir diyerek bir anlamda millet kavramını da reddediyorlar. Peki, reddettikleri Türk milleti kavramlarının yerine ne koyacaklar? “İslam Birliği!”
İslam bizi birleştirecekmiş!
“İslam Birliği”, içinde geçen “birlik” kelimesinin kendisine kattığı anlamın tam aksine, bir parçalama unsurudur. Şöyle ki; peygamberimiz Hz. Muhammet’in ölümünden sonra siyasi ve iktisadi çıkar çatışması ekseninde yaşanan mücadelede, İslam’ın farklı yorumlanması bir araç olarak kullanılmış bu sayede mezhepler doğmuştur. Böylece mezhepler, doğuşlarından günümüze, Müslümanlar arasında ayrılık ve kavgaların, taassubun, iktidar savaşlarının birer aracı haline gelmiştir.
Müslüman ülkelere baktığımızda, birlik ve beraberlikten söz etmek mümkün değildir. Aksine, hepsinde anlaşmazlıklar, kutuplaşmalar ve sefalet hüküm sürmektedir. “Arap Baharı” ile birçok Müslüman ülkede yaşanan kardeş katli, Müslümanların günümüzde de bütün enerjilerini birbirleri ile uğraşarak tükettiklerini bir kez daha göstermiştir.
Bu çıkmazın temelinde, bütün mezheplerin sadece ve sadece kendi inanç ve ibadet biçimlerinin, Allah’ın isteklerini yerine getirmekte olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu düşünce, her bir mezhebin bir diğerini düşman görmesine neden olmaktadır. Bu gerçeği halk arasında dolaşan bir rivayet tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Rivayete göre: “Resulullah (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:
‘Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattir.’”
Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere, geçmişte mezhepler arasında cereyan eden siyasal iktidar kavgası, bugün tarikatlar ve cemaatler vasıtasıyla devam etmektedir. Artık cemaatler, İslam inancını, siyasi ve ekonomik menfaat elde etme aracı haline getirmiştir.
Cemaatler dini açıdan en büyük bölücülük unsuru haline gelmişlerdir
Bu cemaatler bugün için rejimi değiştirme ve iktidarda kalma uğruna her ne kadar birbirleriyle işbirliği yapıyor olsalar da, karşılarında hiçbir direnç noktası kalmadığında, kaçınılmaz olarak birbirlerinin en azılı düşmanları olacaklardır. Bunlar birbirlerinin arkasında namaz bile kılmazlar. Çünkü her bir mürit, siyasal ve ekonomik güç demektir. Hiç biri kendi müridini bir diğerine kaptırmak istemez.
Bunların bazılarının İslam anlayışı, kendilerinden olmayanı Müslüman dahi saymaz. Bu manada inanç birliğine inanılmaz ölçüde tehdit teşkil ederler. Örnek mi istiyorsunuz? Ergenekon, Balyoz, Odatv ve Casusluk davalarına bakın. Bu davaların asli unsuru iftiradır. Kendine Müslüman diyen bir Cemaat, Müslüman kardeşlerine vicdanı hiç sızlamadan, sırıtarak, büyük bir mutlulukla ve gururla iftira atabilmektedir. Bu inanç mı İslam birliğini sağlayacak? Bunların hoş görü, kardeşlik vb laflarına bakmayın, bunlar İslam’ı birleştirmek bir yana, şimdiden paramparça ediyorlar.
Laikliğe inançsızlardan çok dindarların ihtiyacı var
İslam birliği ve dirliğini sağlamanın yolu “laik”ten geçmektedir. Halk dinsiz olamaz; bu mümkün değil, mantıklı da değil. Ama din ve inancın selameti için, ya da onların deyimiyle İslam Birliği için devlet dinsiz olmalıdır. Çünkü devletin dinsiz olması her inanca aynı mesafede olmayı mecbur kılacağından dini birlik ve dirliği de sağlayacaktır.
Ne yazık ki AKP Hükümetinin bu mantığı anlayacak stratejik derinliği yok. Bu aymaz hükümet, “Anayasal vatandaşlık” kavramıyla Türk üst kimliğini anayasadan çıkartarak, etnik dilleri resmileştirerek, bir de bütün bunların üzerine “İslam Birliği” adı altında dini birliği dağıtarak, milleti parçalamaya çalışıyor.
Millet olmadan devlet olmaz; millet bölünürse devlet de bölünür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder