“Terör örgütüyle görüşen şerefsizdir” diyen Başbakan’ın talimatıyla PKK yöneticileri ile MİT Başkanı Hakan Fidan’ın uzun süredir görüştükleri ortaya çıkınca, hem “bu durumda kim şerefsiz?” sorusu, hem de“şeref” ortada kaldı. Şereflerine sahip çıkmayan ve sokağa terk eden yöneticiler, bu kez de demokrasiyle iç içe ve en az şeref kadar değerli olan “barış”kavramını sahiplendiklerini, barışı mutlaka sağlayacaklarını iddia ediyorlar. Şeref olmadan barış nasıl olacak? Dileyelim, hiç değilse barışa sahip çıksınlar, sokakta bırakmasınlar.
Her ne kadar uluslar arası konjonktür ve bölgeye egemen olan emperyal güçler, “barışın” esas aktörleri olarak gözümüze batıyorlarsa da konu barış olduğunda, barışın hatırına kimi pürüzleri sineye çekmek kaçınılmaz olabiliyor. Bu çerçevede tarafların prensipte barışa karar vermeleri karşısında yapılacak tek şey, bu karara saygı duymak, katkıda bulunmak,“ama, lakin, fakat” demeden süreci desteklemek olmalıdır.
Barış sözcüğü, salt silahların bırakılması, tarafların şiddete son vermesi değil, bu kriterlerle birlikte huzuru, özgürlüğü, refahı, yani demokrasiyi de kapsadığı için evrenimizin tılsımlı sözcüklerinden biridir ve sözcük, bu umut ve kendisine yüklenen misyonla anlam kazanmaktadır. İşin bir boyutu budur, diğer boyutu ise yöntem ve niyetlere dairdir… Hükümetin niteliği, son tahlilde nasıl bir rejim tahayyül ettiği çok açıktır. Hükümet etme yöntemleri de öyledir. Nitekim zihniyetinin tezahürü gereği demokratik yöntemlerle, kişi ve kurumlarla değil, “akil adam” dediği alınıp- satıldığı alenen ortada olan kişiliklerle yola çıkmayı yeğlemiştir.
“BARIŞ KARŞITI” DEĞİLİZ; İTİRAZIMIZ, UMUTSUZLUĞUMUZ, KORKULARIMIZ VAR
Organize teröre muhatap olan ülkelerde barış görüşmelerinin bir tarafı terör örgütüdür ve doğal olanı budur. Diğer tarafı ise hükümetin güdümlediği kerameti kendinden menkul kişiler değil, başta barış ve insan hakları örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve sendikalar olmak üzere ulusal ve uluslararası ölçekte saygınlığı olan aydın ve sanatçılar olmalıdır. Diğer yandan “barış” girişiminin barışla sonuçlanması, temelli ve kalıcı olmasının temel paradigması ve mihenk taşı demokrasidir. Evrensel ölçütlere dayanmayan, hele de PKK gibi “feodalite ve kirlenmiş sisteme karşı özgürlük mücadelesi verdiğini” iddia eden, bu inanç çevresinde halelenen, bilinçlenen, inanan, bedel ödeyen-ödeten ve genel olarak sol değerlere yaslanan kadroları bakımından içinde demokrasi, özgürlük, insani değerleri barındırmayan “barışın” tesis edilmesi ve kalıcılığı söz konusu değildir.
Bu sürecin temel paradigması demokrasi değil, feodalite ve Din’in bataklığıdır. “Akıllı adam” denilen figüranlar bir yana sürecin temel aktörleri olan Erdoğan ve Öcalan’ın ağzından dökülenlere bakılırsa, süreç bizleri, Türküyle Kürdüyle Türkiye insanının demokrasi özlemlerini karşılamaya değil, “İslam bayrağı altında buluşmaya”, aslında boğuşmaya-boğazlaşmaya götürmektedir.
Demokrasinin gözlerden ırak tutulması, yani kaçırılması gönüllerden ırak tutulacağı anlamına gelmemelidir. “Demokrasi mücadelesi verdiğine, bu uğurda ölünüp-öldürüleceğine” inanan, kilitlenen kadroların bu “oyuna” uzun süre daha sessiz kalacağı düşünülmemelidir. Sol değerleri özümlemiş, hatmetmiş örgüt militanının, demokratik olmayan ve yukardan aşağıya giydirilmeye çalışılan antidemokratik buyruklara sessiz kalacağı ön kabulüne dayanan bu yapay “barış sürecinin” hayal kırıklığıyla sonuçlanacağı, bir büyük şansın daha heba edileceği çok açıktır.
Yurtdışında sürgünde yaşayan ve halen “yasaklı” olan edebiyatçı Haydar Karataş da aynı endişeleri dile getirmektedir:
“İslami söylem üzerinden bir barış söyleminin beni korkutmasının bir tarihi geçmiş var mıdır bilmem, ama Anadolu ve Dersim Alevileri büyük Alevi kıyımının Kürt beyi İdris-i Bitlisi ile Yavuz Sultan Selim arasında varılan anlaşma ile yapıldığını hep akılda tutarlar. Neredeyse bütün Avrupa’yı dolaştım ve Alevi derneklerine konuk oldum, okumalar yaptım… Gözlediğim şudur, demokrasi ve özgürlük vurgusu yerine sorunlarımızı İslam’ın çözeceğini söylemek bu çevrelerde korkuya yol açıyor. Kürt meselesinden daha derin bir yara var orada, İslam’ın Sünni yaklaşımı Anadolu’nun tutkalı olamaz. Öcalan’ın ayetten örnek vermesi, gençken namaz kılıyordum demesi Dersimlileri ve Alevileri çok ürkütmüş, özellikle yaşlı kesim çok korkmuş. Aşırı İslami vurgu Alevilerin barış sürecine katılmasını edilgen kılar. Türk ve Kürt Alevileri hala Anadolu’nun en büyük çimentosu, milliyetçilik o kesimlerde yeterince hayat bulmadı. Böylesi barış süreçlerinde bu dinamik iyi bir tutkal görevi görebilir, ancak ayetleri yarıştırsanız, hangimiz daha iyi namaz kılıyoruz noktasına durumu getirirseniz bu kesimi korkutur edilgen faktör haline getirirsiniz.”
Kürtlerin ötekileştirildiği, dil ve kimliklerinin inkâr edildiği, yoksulluğa terk edildikleri, “faili belli” katliamlara maruz kaldığı, insanlara b.k yedirildiği tartışmasız bir gerçekliktir. Kaldı ki, Kürt kardeşlerimizin yüz yıldan buyana karşı karşıya kaldıkları inkârın ne acılara, hangi ağır bedellere neden olduğunu, cumhuriyet dönemi de dâhil olmak üzere bin yıldan buyana kin, nefret, inkâr ve imhayla karşı karşıya kalan, yanan ve yakılan Aleviler olarak en iyi biz biliriz. Yüz yıl değil, bin yıldan buyana çok daha büyük zulüm ve trajedilere gark edildiğimiz, bu zulmün Osmanlı artığı devşirmeler ve Kürt feodal beylerinin ittifakıyla gerçekleştiği gerçeği de bir dip not olarak akıllarda tutulmalı, unutulmamalıdır…
Bu yüzden evrensel anlamda bir barışın tesis edilmesine karşı olduğumuzun iddia edilmesi, telkin, “aman dikkat” vb. tavsiyelerimizin“barış karşıtı” biçiminde propaganda edilmesi iyi niyetlilikle izah edilemez. Bilinci özgürleşen, feodal zinciri kıran Kürtlere “İslam Bayrağı altında birleşme” çağrısı yapmak, Kürtleri yeniden din ve mezhep batağına çekmek-zorlamak hangi aklın, hangi emperyal mahfillerinin projesidir?
Hiç kuşkusuz özgürlük ve demokrasi mücadelesi emek, liderlik ise bedel ister. “Devrim ve özgürlük mücadelesi” diyerek yola çıkan önderler, gençleri ikna edip dağa çıkarıyor, sıra kendisinin bedel ödemesine gelince bedelin ağır olduğunu gördüğünde emperyal telkinler doğrultusunda çark edip kaçıyor, havlu atıp teslim oluyor ve dün söylediklerini silip, bin yıl öncesinin değerlerini, mezhep işbirliğini öneriyorlarsa bu işte bir “bit yeniği” aranmalıdır… Bu öneri PKK’nın tasfiye etme savaşı verdiğini iddia ettiği feodalizme, gericiliğe, şeyhliğe ve ağalığa teslim oluşunun açık kanıtıdır. Barışa değil, aktörlerine, onların içtenliğine itiraz ediyoruz. Tarihten gelen kuşku ve korkularımız vardır. Çekincemiz, tereddüdümüz, mesafeli duruşumuz barış karşıtı olmamızdan değil, kuşkularımızdan kaynaklanmaktadır.
Bizim yandaş olacağımız, destek vereceğimiz barış; “İslam bayrağı”batağı, Öcalan-Tayip ittifakı yahut Yavuz-İdris Bitlisi işbirliği değil, demokratik barıştır, laikliktir, özgürlüktür, insan hak ve hukukuna dayalı cumhuriyet değerleridir...
“... AKP de hiç bir siyasi irade yok. Bunlar neden anlamıyorlar? Kürtler olmadan Türkiye kaybeder. Kürtler olmadan Türkler nefes dahi alamaz. Bu tarihi de mi bilmiyorlar? Yavuz Selim’i bile örnek alsalar bu işi çözebilirler. Alparslan Anadolu’ya hâkim olmadan önce Kürtlere ihtiyaç olduğunu, Kürtlerle ittifak ihtiyacını biliyordu. Anadolu’ya yapacağı seferin kararını Silvan’da aldılar. Oradan Ahlat’a gittiler. Ahlat’tan da Kürtlerle beraber harekete geçtiler. Yavuz Selim de İdris-i Bitlisi’ye mühürlü boş sayfalar gönderdi. O’na Siz kendi aranızda bir yönetici seçin, iki krallık oluşturalım diyordu. Yavuz Selim Kürtlerle ittifak yapmanın önemini çok iyi biliyordu. Kürtlerle ittifak yaptıktan sonra Safevilere karşı savaşa girdi.” 2-3 Mayıs 2009/Özgür Politika
Korkumuz, mesafeli duruşumuz, itirazımız bu anlayışa dairdir ama salt bu anlayıştan ibaret değildir. Bu işbirliğinin “Ben Alevilerin neden başbakanı olayım ki, Esed Alevidir, beni Alevi dedeleri mahkûm etti, vb.” diyen zihniyetin aktörlerinin söyledikleri ise kanımızı onduracak cinstendir. Çoğunluğun yaşam anlayışından farklı yaşayan etnisitelere mensup yurttaşları, demokrat ve solcuları, Atatürkçüleri nasıl bir gelecek bekliyor?
Bu soruyu AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu yanıtlıyor. Babuşçu bu konuşmayı, 1 Nisam 2013 tarihinde İstanbul Suriçi Grubu Derneğinin düzenlediği toplantıda yapmıştır. Dikkatle okumanızı öneririm.
“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.”
Kürt politikasına yön verenler, milliyetçi-muhafazakâr çizgiye oturmuştur
Enver Aysever'in sunduğu Aykırı Sorular programına katılan BDP milletvekili Altan tan diyor ki;
“Ben laik değilim, laikliğe de karşıyım. Ben şeriatçıyım. Şeriat İslam hukukudur. İslam'ın ceza, ticari, medeni hukukunu kabul etmiyorum dediğiniz zaman Müslüman değilsinizdir. Ben Müslüman’ım ve İslam şeriatına inanıyorum.”
Diyebilirsiniz ki, “Altan Tan’dan bana ne?” Sonuçta Altan Tan parti yöneticisi değil ama yüzbinlerce insanın içinden seceresi ötedenberi belli olan bu mürtecinin milletvekilliği talebine “olur” vermenize ne demeli? İdeolojik eğiliminizin, nereye değin evrileceğinizin-esneyeceğinizin göstergesi olmaz mı? Nitekim Abdullah Öcalan’daki bu tezahürün, esnekliğin, kulvar değişikliğinin nereyi işaret ettiğini gerek yukarda verdiğim 2009 tarihli yazısında, gerek 2007 yılındaki bir makalesinde, gerekse 2013 Diyarbakır Nevruz Şenliklerine gönderdiği mesajlarında açıkça tarif etmiş, Yavuz-İdris Bitlisi işbirliğinin güncellenmesini istemiştir. Son süreçteki İslami vurguların “politik manevra” olduğunu kabul etsek dahi, 2007 ve öncesinde söylediklerine, yazdıklarına ne demeli?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder