NATO’dan geçen yıl yapılan açıklamada, Suriye’ye yönelik
doğrudan bir askeri müdahalenin içinde yer alınmayacağı resmen ilan edildi. Bu
durumda Türkiye, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları ve baskısı nedeniyle tek
başına Suriye ile savaşın eşiğinde geldi. Bu durum devam ediyor. Bu yazıda,
Suriye’ye yönelik müdahalenin neden Irak, Afganistan ve bir ölçüde Libya’dan
farklı olduğunu, bu farkın Türkiye ve bölgeyi nasıl etkilediğini
değerlendireceğim.
ABD emperyalizminin bütün dünyada bir gerileme sürecine
girdiği gözleniyor. Paradoksal olarak ABD’nin gücünün zirvesinde olduğu dönem,
onun için aynı zamanda düşüşün de başlangıcı oluyor.
Görünür gelecekte olası bir küresel rakibinin çıkmasını
önleme üzerine kurulu olan ABD’nin 21. Yüzyıl siyaset senaryosu (Yeni Amerikan
Yüzyılı Projesi) bir imparatorluk tasavvuruydu. Bu projeye göre ABD, küresel
erişimine kapalı alanlara, kontrol dışı bölgelere ya da hâkimiyetini tanımayan
veya sarsan yerel rejimlere ve devlet dışı güçlere gerektiğinde doğrudan askeri
müdahalede bulunmayı öngörüyordu.
Ancak, küresel hegemonya ya da imparatorluk projesinin
finansmanını sağlamakta zorlanan, dahası bunun orta ve uzun vadede
gerçekleştirilemeyeceğini anlayan ABD, 1995-2010 yılları arasındaki dönemde bu
açığını askeri güç kullanarak kapatmaya çalıştı. Amerikan dış politikasına
1960’lardan başlayarak giderek artan oranda yön veren, W. Bush’un Başkanlığı
döneminde doğrudan iktidara gelen yeni muhafazakârların (Neo-Conservative)
geliştirdiği ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ de zaten bunu öneriyordu.
Neo-Con’ların ABD için geliştirdiği 21. Yüzyıl yönetim
senaryosu, sadece dar bir entelektüel grubun siyasal ve ideolojik
fantezilerinden oluşmuyordu. Bu senaryo, ABD’nin 21. Yüzyıl’da ihtiyaçlarına
verilen bir yanıttı. Bu nedenle ABD’de Neo-Con’lar Barack Obama’nın iktidara
gelmesinden sonra güç kaybetmekle birlikte, hiçbir zaman tam olarak
etkinliklerini yitirmedi.
Nitekim, ABD Başkanı Barack Obama’nın geçen yıl (5 Nisan
2012) Pentagon’a gelerek Savunma Bakanı Leon Panetta, Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Martin Dempsey ve diğer üst düzey komutanların katılımıyla
düzenlediği basın toplantısında, “ABD’nin Küresel Liderliğini Sürdürmek: 21.
Yüzyıl Savunma Öncelikleri” başlıklı strateji belgesini açıklayarak
Washington’un yeni doktrinini dünyaya ilan etti.
Başkan Obama’nın açıklamayı doğrudan kendisinin yapması, söz
konusu stratejinin önemini gösteriyor. Yeni strateji belgesi (Obama Doktrini)
bir anlamda, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adlı bir önceki dönem
stratejisinin güncellenmesi olarak da değerlendirilebilir. Belgenin
ayrıntılarına bakıldığında bu durum açıkça görülmektedir.
Yeni strateji belgesine göre* ABD, 2020’li yıllara uzanacak
yeni dış siyasetini ve bu siyaseti yürütecek askeri stratejiyi ilan etmiş oldu.
Belgeye göre ABD, “Uzun dönemli askeri operasyonlarla ulus
inşası” stratejisinden “Daha küçük, yerel ve konvansiyonel kara güçlerine
dayalı müdahale sistemi” stratejisine geçtiğini de açıkladı. Bu belge ABD’nin
ekonomik ve güvenlik çıkarlarının Asya-Pasifik hattına kaydığını resmen ilan
etmesi bakımından da büyük önem taşıyordu. Belgede şöyle deniyor:
“ABD’nin ekonomik ve güvenlik çıkarları, Batı Pasifik ve
Doğu Asya’dan Hint Okyanusu ve Güney Asya bölgesine uzanan gelişmelere ayrılmaz
bir biçimde bağlıdır. Bu bölgelerde ortaya çıkan gelişmeler, zorluklar ile
fırsatların bir bileşimini yaratmaktadır. Buna bağlı olarak, ABD Ordusu
güvenliğe küresel çapta katkıda bulunurken, ihtiyaçlardan dolayı Asya-Pasifik
bölgesinde yeniden dengeleme yapacaktır.”**
ABD yeni stratejisinin ipuçlarını Irak’tan askeri güçlerinin
büyük bölümünü çekeceğini ilan ettiği sırada vermişti.
ABD, yeni küresel rakiplerinin yükseldiği Asya-Pasifik
bölgesinde yeniden konumlanmadan önce Ortadoğu’da kesin bir hâkimiyet kurmak,
istikrar sağlamak ve deyim uygunsa cephe gerisi sağlama almak istiyor. Bu
nedenle bölgede kesin sonuç alacak bir “altın vuruş” peşinde olduğunu söylemek
mümkün. Suriye düşürülürse bu vuruşun İran’a yapılacağı açık.
İran ve Suriye’nin varlığı, bölgede yalnız enerji havzaları
üzerinde hâkimiyet kurulmasının önündeki engeller olarak değil, siyasal
bakımdan da ABD’nin bölgesel ve küresel hedeflerini büyük riske sokuyor.
Ancak yeni dönemde ABD ve Batı, Afganistan ve Irak’ta olduğu
gibi doğrudan işgal ya da askeri müdahale yerine, yerel güçlerin harekete
geçirilmesini esas alıyor. Obama Doktrini yerel ortaklarla işbirliği içinde bir
küresel egemenlik stratejisi öngörüyor. Böylece hem maliyet yayılmış ve
paylaşılmış oluyor hem de açık bir işgalci görüntüsü verilmiyor. Daha da
önemlisi, yerel muhalif güçler harekete geçirilerek “özgürlük ve demokrasi
getirme” gerekçesi için daha uygun bir ortam yaratılıyor.
Özetle Obama Doktrini esas olarak bölgesel ortaklarının
desteği ve hedef ülkelerde işbirlikçi güçleri silahlandırarak, iç savaş çıkarma
yötemine dayanıyor. Belgede şöyle deniliyor:
“Dünyanın başka yerlerinde ortaklık oluşturabilme
kapasitesini kurmak da, küresel liderliğin maliyetlerini ve sorumluluklarını
paylaşmak için önemini koruyor.” (a.g.e, 13)
Yukarıdaki alıntıda yer alan “küresel liderliğin
maliyetleri” vurgusu dikkat çekiyor.
İşte bu nedenle ABD ve NATO Suriye’ye doğrudan bir askeri
müdahale yerine, muhalifleri silahlandırarak, küresel cihatçıların bölgeye
gelmesini sağlayarak ve esas olarak Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan arasında
bir eşgüdüm kurarak Esad rejimini yıkmayı planlıyor. Kuşkusuz bu koalisyonun
kilit ülkesi Türkiye oluyor.
Ancak aradan iki yıl geçmesine karşın Libya’nın tersine
Suriye’de sonuç alınamadı. Baas rejimi beklenenden daha dayanıklı çıktı. Bu
nedenle Obama İsrail ziyareti sırasında Natenyahu yönetiminin Mavi Marmara
olayı nedeniyle Türkiye’den özür dilemesini sağlayarak Suriye’yi kuşatan
koalisyonu genişletmeyi amaçladı.
Önümüzdeki dönemde Suriye’ye saldırının daha da
şiddetleneceğini öngörebiliriz.
TÜRKİYE NEDEN FEDA EDİLDİ?
Suriye’ye karşı gerici ve emperyalist saldırının en etkin
bölgesel taşeronu olan AKP Hükümeti, kendisini iktidara getiren ve orada tutan
güçlere diyet ödemekten başka çaresinin olmadığını biliyor. Çünkü ABD ve Batılı
ortaklarının destekleri olmasaydı, muhalefeti devlet terörüyle bastıran AKP
değil 10 yıl, 10 ay bile iktidarda kalmazdı.
Başta Neo-Con hareket olmak üzere ABD’li ve Batılı siyaset
yapıcıları, laik ve cumhuriyetçi Türkiye'nin İslam âlemini etkileyemeyecek
kadar bu dünyadan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara
model oluşturabilmek için bir ılımlı İslam ülkesi yaratmak gerektiği tezini
işliyorlardı.
New York Times Gazetesi’nin uzun süre Ankara merkezli olarak
Türkiye ve Ortadoğu temsilciliğini yapan Stephen Kinzer, geçen yıl yayımlanan
kitabında, şunları yazıyor:
“Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman
dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın
o kadar uzağına taşımıştı ki dini meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Türkiye
yeni arzusuna karşı hemen hiç direnişle karşılaşmadı. (...) Osmanlı geçmişi ona
büyük bir tarihi ağırlık vermektedir. Sadece göreli refahından dolayı değil ama
aynı zamanda toplumun bu kadar özgür olmasından dolayı da cazip bir
modeldir.”***
İşte Türkiye bu anlayışa ve stratejiye kurban edildi. Hazırlıkları
süren gerici diktatörlük anayasası yeni rejimin, bir ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’
olarak tescil edilmesi anlamına gelecek.
* Tam metin için bkz. Teori Dergisi, Sayı 266, Mart 2012
** Teori, Sayı: 226, Mart 2012, S. 11
*** Stephen Kinzer, Ezber Bozmak / Türkiye İran ve
Amerika’nın Geleceği, Çev. Sulhiye Gültekingil, İletişim Yayınları, Mart 2011
İstanbul, S. 217.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder