10 May 2013

Cennet - Cehennem - Fazıl Say


Müslümanlar ilk olarak Mısır’ı ve İran’ı fethettiklerinde ciddi bir problemle karşılaştılar. O yıllarda Mısır yeni Plâtonculuğun merkeziydi ve İran coğrafyası da kadim Pers ve Yunan aklının hikmeti ile donanmış filozoflarla doluydu. Bu filozoflar,  entelektüel birikim açısından belki ilkokul seviyesinde olan Arap Müslüman fatihleri şöyle karşıladılar: “ Evet ülkelerimizi fethettiniz ve bunu inancınızın gücü ile başardığınızı söylüyorsunuz. İmdi söyleyin bakalım, inancınız nedir?”

İslam dini ve Kuran ilk defa ciddi bir sınav vermek durumundaydı. Fatihlerin karşısında, kılıcın başardığını akılla test etmek isteyen bilgin ve filozoflardan oluşan bir ordu vardı. Kılıç yerine saf aklı kuşanmış, kadim dünya bilgeliğini hatmetmiş bir ordu. Soruyorlardı, her şeyi her detayı sorguluyorlardı. “Allah arşa istiva etti” ayetinden ne anlamalıyız? “Allah’ın eli” tabiri nedir? Kuran ezeli ise neden peyderpey indirildi? Vahiy lâfzî midir yoksa manevi midir? Varoluş nasıldır? Erdem nedir? Ve daha binlercesi…

Din ve ilim adına Kuran dışında hiçbir şey bilmeyen Araplar zihnen duvara çarpmışlardı. O güne kadar hiç düşünmedikleri konular ile ilgili birbiri ardına makul sorular geliyordu. Kendileri ise cevap veremiyorlardı. Bedeviler medenilere galebe çalmışlardı fakat hükmedemiyorlardı. Sasani sarayına ilk giren Sahabeler bir fanus içerisinde buldukları misk’i un zannedip ekmek yapacak kadar yabancıydılar fethettikleri medeniyete.

İşte İslam düşüncesindeki ilk ayrım burada oldu. Bir kesim şöyle dedi,” Biz Kuran dışında hiçbir şey bilmeyiz ve ona sorgulamadan iman ederiz. Soru sormak şeytanın işidir. Allah’a ve Peygamberine ya teslim olursunuz ya da Kâfir olursunuz.”

Diğer bir kesim ise şu yolu seçti,”Bu insanlar makul sorular soruyorlar. Onlara cevap vermeliyiz. Acziyet, ne inancımızdan ne de kültürümüzden kaynaklanmaktadır. Sadece cehaletimizin verdiği acziyetten dolayı cevap verememekteyiz ve bu durum inancımızı da aciz göstermektedir.”

Ve böylelikle bir kesim içine kapanıp Kuranın her harfine sıkı sıkı sarılırken, diğer kesim hummalı bir çaba içerisine girişti. Süryanice, İbranice ve Yunanca kitaplar tercüme edildi. Yunan hükemâ felsefesi, doğu mistisizmi, Ortadünya kültleri…

Hemen ardından Müslümanların kendi Filozofları filizlendi doğal olarak. Ortaçağ karanlığında batı, küf kokan manastırların duvarları ardında yobazlığın dibine vururken, hakikat güneşinin ilk huzmeleri doğudan yükselmeye başlamıştı. Kindi, Razi, Farabi, İbn-i Sina gibi aklın yolcuları öğrendikleri yeni bilgilerle kendi bildiklerini meczetmeye başladılar. Ancak bu meczetme, diğer kesimin düşmanlığını da kazanıyordu. Meveraünnehir ve Endülüs coğrafyasında zirveyi yakalayan entelektüel seviye karşısında, Mısır’da, Bağdat’ta, Basra’da onları kâfir ilan eden bir zümre de yetişmişti. İslam’ın ilk yedi yüz yılı felsefe, bilim ve hikmet arayışıyla geçti. Bu gün Müslümanların gurur duydukları ve vitrine koydukları tüm bilim, felsefe ve fikir adamları ilk yedi yüzyılın çocuklarıdırlar. Derken Gazali diye bir âlim, yeni Müslüman olmuş Türklerin siyasi gücünü de arkasına alarak zihinsel bir devrim yaptı ve felsefeyi haram ilan etti. Dicle kenarına kurulan Nizamiye medreseleri ile Sünni doktrin hak, diğer tüm ekoller ise batıl ilan edildi. Başta Mutezile olmak üzere Sünni inanç esaslarına muhalif olan kim varsa yok edildiler. Bu gün güneydoğuda Kürtlerin inanç düsturlarını temsil eden “mele”lerin yetiştiği medreseler, Selçuklunun Nizamiye medreselerinden günümüze kalan Ortodoks Sünni okullardır.

Ve maalesef sonraki yedi yüzyıl boyunca Müslüman coğrafyalarda felsefesiz, dolayısıyla da bilimsiz bir dönem başladı. Her ne kadar arada Semerkant aydınlanmasından söz edile bilirse de Gazali’nin prangalarını parçalamayı başaramamışlardır.

İlk yedi yüzyıl da İslam düşünürlerinin söylediklerini burada yazsak, eminim ya mürted ilan edilir ve katlimize fetvalar verilir ya da savcılık harekete geçerek inanca hakaretten bizleri mahkûm ederdi. Ama bilenler bilirler. Literatür orta yerde duruyor. Tanrının varlığı ve mahiyetinden, peygamberliğin olup olmamasına varıncaya kadar her konuda sınırsız bir sorgulama dönemi yaşanmıştı İslam tarihinde. Fazıl Say’ın mahkûmiyetine sebep olan dörtlük ve onu masum bırakacak aşırı söylemler, koca koca İslam âlimlerinin, mütefekkirlerinin kitaplarında akli delillerle savunulmuştur. Komik olacak belki ama mesela Fazıl Say’ın avukatı, “müvekkilim Mutezili’dir. İşte Keşşaf, işte Razi, işte daha onlarca kaynak…  İnancı gereği söylemiştir bu sözleri…  Nasıl ki, Hıristiyanlar ve Müslümanlar pagan inanışını tahfif ettikleri zaman, kimse paganların inancına hakaret edildiği gerekçesiyle mahkûm edilemiyorsa, müvekkilim de inancı gereği Sünniliğin ahret inancını tahfif ederek eleştirmiştir.” dese hâkim ne derdi acaba?

Bakın ben bu konuyu açayım. Ömer Hayyam’dan naklen Fazıl Say’ın yazdığı Rubai’nin dayandığı felsefi arka plan budur;

“Kuranın temel gayesi insanlara en kestirme yoldan tek Tanrı inancını anlatmaktır. Mesela Kuran geldiği dönemde insanların evren tasavvuru, yer ve onu kuşatan yedi tabaka halinde gökyüzü şeklindeydi. Yani Batlamyus’un evren tasavvuru. Allah burada insanlara “hayır bu bilginiz yanlış, aslında dünya yuvarlaktır ve güneş etrafında döner” demez. Zira Allah bir gün insanların bilim yoluyla bu hakikati keşfedeceğini bilmektedir. O yüzden 1400 yıl önce Arap çöllerinde yaşayan insana der ki, “bak, yer ve üzerinde yedi gök tabakasına inanıyorsun ya, işte bunların tamamı Allah’ın eseridir. Yani kalkıp bedevi Arap’a fizik dersi vermez. Aynen öyle de, o gün Arap çöllerinde yaşayan birinin tahayyül edebileceği güzellik ne ise, iyi bir insan olması halinde kendisine onun verileceğini söylemiştir. Bir düşünelim, 14 asır önce yaşamış olan çöl Arap’ı için cennet ne olabilir? Sık bir orman, ırmaklar, kadın ve şarap… Belki bu cennet bir Doğu Karadenizli veya Alman için cazip olmaya bilir ama o gün çölde yaşayan bir Arap’ın tahayyül edebileceği zevkler bunlardı. Bu yüzden Kuran o günün insanına hitap ettiğinden onların anlaya bilecekleri hazlardan bahsetmiş ve insanların iyi olması karşılığında tüm bu güzelliklere ve hazlara ve hatta daha ötesine sahip olacaklarını bildirmiştir. Hiç kuşkusuz bu günün insanı için haz ve güzellik anlayışı, Kuranda anlatılan cennet tasvirlerinden fazlasını gerektirir. Dolayısıyla Cennet ve cehennem denen ödül ve ceza vardır ancak tam anlamıyla ödülün ve cezanın mahiyetini bilemeyiz. Ancak şu kadarını anlaya biliriz ki, hayal sınırlarımızın ötesinde bir mükâfattan bahsediliyor. Dolayısıyla ahrette huri, gılman, şarap, orman yoktur sadece ilahi bir mükâfat vardır.”

Bir diğer görüşte şöyledir,

“Cennet de Cehennem de buradadır. Eğer yaradılışın gayesi olan hakikat ışığına vasıl olabilirsen Cenneti bulmuşsun demektir. Yoksa zaten Cehennemi yaşıyorsundur. Dünya hayatı ve hazlarına bir bakın. Yemek hazdır ama sürekli yendiğinde eziyete hatta işkenceye döner. Cinsellik için de durum böyledir. Dolayısıyla dünya hayatı zaten cehennemdir. Ama hakikat sırrına erenler her daim bıkmadan cennet içre cenneti yaşarlar.”

Daha en az benim bile bildiğim on kadar görüş saya biliriz cennet ve cehennem ile alakalı. Tekrar belirtmeliyim ki, bu yorumların hepsi yüzlerce yıl evvel yaşamış İslam düşünürlerine ait görüşlerdir. Kabul görür veya görmez o ayrı konu ancak yaklaşık bin sene önce kendisinin Mutezili bir akaide sahip olduğu söylenen Hayyam’ın kendi inancını edebi olarak ifade etmesi, Sünni anlayışı da iğnelemesi mümkün olabilmişken, bu gün bin yıl evvel söylenen fikirlerin ifadesinin bile suç olması düşündürücüdür.

Mesela daha yakın bir dönemde yaşamış bir Kadı olan Şeyh Bedrettin, Varidat’a şöyle başlar;” Âhiret işlerinin, câhillerin iddia ettiği gibi olmadığını bil… Bunu iyi bil ve hiç şüphelenme ki, cennet, köşkler, ağaçlar, huriler, mallar, ırmaklar, meyveler, azap, ateş ve benzerleri rivayetlerde söylendiği ve eserlerde anlatıldığı gibi değildir; onların başka anlamları vardır. Bu anlamları, velilerin hâlisleri bilmektedirler…”

İmdi, bir insan kalksa ve dese ki, “ben de Şeyh Bedrettin’in yolundan giden, onun gibi inanan biriyim” onu mahkûm edebilir miyiz? Sen nasıl olur da Sünni itikadına “cahillerin iddiası” dersin, diyerek mahkûm edebilir miyiz? Etmeli miyiz?

Hiç yorum yok: