Müslümanlar ilk olarak Mısır’ı ve İran’ı fethettiklerinde
ciddi bir problemle karşılaştılar. O yıllarda Mısır yeni Plâtonculuğun
merkeziydi ve İran coğrafyası da kadim Pers ve Yunan aklının hikmeti ile
donanmış filozoflarla doluydu. Bu filozoflar,
entelektüel birikim açısından belki ilkokul seviyesinde olan Arap
Müslüman fatihleri şöyle karşıladılar: “ Evet ülkelerimizi fethettiniz ve bunu
inancınızın gücü ile başardığınızı söylüyorsunuz. İmdi söyleyin bakalım,
inancınız nedir?”
İslam dini ve Kuran ilk defa ciddi bir sınav vermek
durumundaydı. Fatihlerin karşısında, kılıcın başardığını akılla test etmek
isteyen bilgin ve filozoflardan oluşan bir ordu vardı. Kılıç yerine saf aklı
kuşanmış, kadim dünya bilgeliğini hatmetmiş bir ordu. Soruyorlardı, her şeyi
her detayı sorguluyorlardı. “Allah arşa istiva etti” ayetinden ne anlamalıyız?
“Allah’ın eli” tabiri nedir? Kuran ezeli ise neden peyderpey indirildi? Vahiy
lâfzî midir yoksa manevi midir? Varoluş nasıldır? Erdem nedir? Ve daha
binlercesi…
Din ve ilim adına Kuran dışında hiçbir şey bilmeyen Araplar
zihnen duvara çarpmışlardı. O güne kadar hiç düşünmedikleri konular ile ilgili
birbiri ardına makul sorular geliyordu. Kendileri ise cevap veremiyorlardı.
Bedeviler medenilere galebe çalmışlardı fakat hükmedemiyorlardı. Sasani
sarayına ilk giren Sahabeler bir fanus içerisinde buldukları misk’i un zannedip
ekmek yapacak kadar yabancıydılar fethettikleri medeniyete.
İşte İslam düşüncesindeki ilk ayrım burada oldu. Bir kesim
şöyle dedi,” Biz Kuran dışında hiçbir şey bilmeyiz ve ona sorgulamadan iman
ederiz. Soru sormak şeytanın işidir. Allah’a ve Peygamberine ya teslim olursunuz
ya da Kâfir olursunuz.”
Diğer bir kesim ise şu yolu seçti,”Bu insanlar makul sorular
soruyorlar. Onlara cevap vermeliyiz. Acziyet, ne inancımızdan ne de
kültürümüzden kaynaklanmaktadır. Sadece cehaletimizin verdiği acziyetten dolayı
cevap verememekteyiz ve bu durum inancımızı da aciz göstermektedir.”
Ve böylelikle bir kesim içine kapanıp Kuranın her harfine
sıkı sıkı sarılırken, diğer kesim hummalı bir çaba içerisine girişti.
Süryanice, İbranice ve Yunanca kitaplar tercüme edildi. Yunan hükemâ felsefesi,
doğu mistisizmi, Ortadünya kültleri…
Hemen ardından Müslümanların kendi Filozofları filizlendi
doğal olarak. Ortaçağ karanlığında batı, küf kokan manastırların duvarları
ardında yobazlığın dibine vururken, hakikat güneşinin ilk huzmeleri doğudan
yükselmeye başlamıştı. Kindi, Razi, Farabi, İbn-i Sina gibi aklın yolcuları
öğrendikleri yeni bilgilerle kendi bildiklerini meczetmeye başladılar. Ancak bu
meczetme, diğer kesimin düşmanlığını da kazanıyordu. Meveraünnehir ve Endülüs
coğrafyasında zirveyi yakalayan entelektüel seviye karşısında, Mısır’da,
Bağdat’ta, Basra’da onları kâfir ilan eden bir zümre de yetişmişti. İslam’ın
ilk yedi yüz yılı felsefe, bilim ve hikmet arayışıyla geçti. Bu gün
Müslümanların gurur duydukları ve vitrine koydukları tüm bilim, felsefe ve
fikir adamları ilk yedi yüzyılın çocuklarıdırlar. Derken Gazali diye bir âlim,
yeni Müslüman olmuş Türklerin siyasi gücünü de arkasına alarak zihinsel bir
devrim yaptı ve felsefeyi haram ilan etti. Dicle kenarına kurulan Nizamiye
medreseleri ile Sünni doktrin hak, diğer tüm ekoller ise batıl ilan edildi.
Başta Mutezile olmak üzere Sünni inanç esaslarına muhalif olan kim varsa yok
edildiler. Bu gün güneydoğuda Kürtlerin inanç düsturlarını temsil eden
“mele”lerin yetiştiği medreseler, Selçuklunun Nizamiye medreselerinden günümüze
kalan Ortodoks Sünni okullardır.
Ve maalesef sonraki yedi yüzyıl boyunca Müslüman
coğrafyalarda felsefesiz, dolayısıyla da bilimsiz bir dönem başladı. Her ne
kadar arada Semerkant aydınlanmasından söz edile bilirse de Gazali’nin
prangalarını parçalamayı başaramamışlardır.
İlk yedi yüzyıl da İslam düşünürlerinin söylediklerini
burada yazsak, eminim ya mürted ilan edilir ve katlimize fetvalar verilir ya da
savcılık harekete geçerek inanca hakaretten bizleri mahkûm ederdi. Ama bilenler
bilirler. Literatür orta yerde duruyor. Tanrının varlığı ve mahiyetinden,
peygamberliğin olup olmamasına varıncaya kadar her konuda sınırsız bir
sorgulama dönemi yaşanmıştı İslam tarihinde. Fazıl Say’ın mahkûmiyetine sebep
olan dörtlük ve onu masum bırakacak aşırı söylemler, koca koca İslam
âlimlerinin, mütefekkirlerinin kitaplarında akli delillerle savunulmuştur.
Komik olacak belki ama mesela Fazıl Say’ın avukatı, “müvekkilim Mutezili’dir.
İşte Keşşaf, işte Razi, işte daha onlarca kaynak… İnancı gereği söylemiştir bu sözleri… Nasıl ki, Hıristiyanlar ve Müslümanlar pagan
inanışını tahfif ettikleri zaman, kimse paganların inancına hakaret edildiği
gerekçesiyle mahkûm edilemiyorsa, müvekkilim de inancı gereği Sünniliğin ahret
inancını tahfif ederek eleştirmiştir.” dese hâkim ne derdi acaba?
Bakın ben bu konuyu açayım. Ömer Hayyam’dan naklen Fazıl
Say’ın yazdığı Rubai’nin dayandığı felsefi arka plan budur;
“Kuranın temel gayesi insanlara en kestirme yoldan tek Tanrı
inancını anlatmaktır. Mesela Kuran geldiği dönemde insanların evren tasavvuru,
yer ve onu kuşatan yedi tabaka halinde gökyüzü şeklindeydi. Yani Batlamyus’un
evren tasavvuru. Allah burada insanlara “hayır bu bilginiz yanlış, aslında
dünya yuvarlaktır ve güneş etrafında döner” demez. Zira Allah bir gün
insanların bilim yoluyla bu hakikati keşfedeceğini bilmektedir. O yüzden 1400
yıl önce Arap çöllerinde yaşayan insana der ki, “bak, yer ve üzerinde yedi gök
tabakasına inanıyorsun ya, işte bunların tamamı Allah’ın eseridir. Yani kalkıp
bedevi Arap’a fizik dersi vermez. Aynen öyle de, o gün Arap çöllerinde yaşayan
birinin tahayyül edebileceği güzellik ne ise, iyi bir insan olması halinde
kendisine onun verileceğini söylemiştir. Bir düşünelim, 14 asır önce yaşamış
olan çöl Arap’ı için cennet ne olabilir? Sık bir orman, ırmaklar, kadın ve
şarap… Belki bu cennet bir Doğu Karadenizli veya Alman için cazip olmaya bilir
ama o gün çölde yaşayan bir Arap’ın tahayyül edebileceği zevkler bunlardı. Bu
yüzden Kuran o günün insanına hitap ettiğinden onların anlaya bilecekleri
hazlardan bahsetmiş ve insanların iyi olması karşılığında tüm bu güzelliklere
ve hazlara ve hatta daha ötesine sahip olacaklarını bildirmiştir. Hiç kuşkusuz
bu günün insanı için haz ve güzellik anlayışı, Kuranda anlatılan cennet
tasvirlerinden fazlasını gerektirir. Dolayısıyla Cennet ve cehennem denen ödül
ve ceza vardır ancak tam anlamıyla ödülün ve cezanın mahiyetini bilemeyiz.
Ancak şu kadarını anlaya biliriz ki, hayal sınırlarımızın ötesinde bir
mükâfattan bahsediliyor. Dolayısıyla ahrette huri, gılman, şarap, orman yoktur
sadece ilahi bir mükâfat vardır.”
Bir diğer görüşte
şöyledir,
“Cennet de Cehennem de buradadır. Eğer yaradılışın gayesi
olan hakikat ışığına vasıl olabilirsen Cenneti bulmuşsun demektir. Yoksa zaten
Cehennemi yaşıyorsundur. Dünya hayatı ve hazlarına bir bakın. Yemek hazdır ama
sürekli yendiğinde eziyete hatta işkenceye döner. Cinsellik için de durum
böyledir. Dolayısıyla dünya hayatı zaten cehennemdir. Ama hakikat sırrına
erenler her daim bıkmadan cennet içre cenneti yaşarlar.”
Daha en az benim bile bildiğim on kadar görüş saya biliriz
cennet ve cehennem ile alakalı. Tekrar belirtmeliyim ki, bu yorumların hepsi
yüzlerce yıl evvel yaşamış İslam düşünürlerine ait görüşlerdir. Kabul görür
veya görmez o ayrı konu ancak yaklaşık bin sene önce kendisinin Mutezili bir
akaide sahip olduğu söylenen Hayyam’ın kendi inancını edebi olarak ifade
etmesi, Sünni anlayışı da iğnelemesi mümkün olabilmişken, bu gün bin yıl evvel
söylenen fikirlerin ifadesinin bile suç olması düşündürücüdür.
Mesela daha yakın bir dönemde yaşamış bir Kadı olan Şeyh
Bedrettin, Varidat’a şöyle başlar;” Âhiret işlerinin, câhillerin iddia ettiği
gibi olmadığını bil… Bunu iyi bil ve hiç şüphelenme ki, cennet, köşkler,
ağaçlar, huriler, mallar, ırmaklar, meyveler, azap, ateş ve benzerleri
rivayetlerde söylendiği ve eserlerde anlatıldığı gibi değildir; onların başka
anlamları vardır. Bu anlamları, velilerin hâlisleri bilmektedirler…”
İmdi, bir insan kalksa ve dese ki, “ben de Şeyh Bedrettin’in
yolundan giden, onun gibi inanan biriyim” onu mahkûm edebilir miyiz? Sen nasıl
olur da Sünni itikadına “cahillerin iddiası” dersin, diyerek mahkûm edebilir
miyiz? Etmeli miyiz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder